İçeriği gör

KHK Haber

Editör
  • İçerik

    5.077
  • Katılım

  • Son Ziyaret

KHK Haber kullanıcısının paylaşımları

  1. Ağrı Doğubayazıt'ta, PKK'lı teröristlerin askeri araca roketatar ile düzenlediği saldırıda şehit düşen Er Zekeriya Altunok'un FETÖ soruşturması kapsamında meslekten ihraç edilen ve 16 ay cezaevinde yatan eski bir polis memuru olduğu ortaya çıktı. Altunok hakkında geçtiğimiz şubat ayında ise Yargıtay'ın "ceza verilmesine gerek yoktur" kararı verdiği öğrenildi. Ağrı’nın Doğubayazıt ilçesinde PKK’lı teröristlerin askeri araca roketatar ile düzenlediği saldırıda yaralanan 5 askerden Er Zekeriya Altunok (32), tedavi gördüğü hastanede dün şehit oldu. Altunok’un naaşı gözyaşları içinde ailesinin yaşadığı Kayseri’ye gönderildi. KHK MAĞDURU ÇIKTI! Şehit Altunok’un KHK ile meslekten atılan eski bir polis memuru olduğu ortaya çıktı. 16 AY CEZAEVİNDE YATMIŞ Altunok’un FETÖ üyesi olduğu gerekçesiyle 2017 yılında 701 sayılı KHK ile mesleğinden ihraç edildiği, 16 ay da cezaevinde tutuklu olarak yargılandığı ortaya çıktı. TÖRENLE TOPRAĞA VERİLECEK Evli ve 2 çocuk babası Er Zekeriya Altunok'un Yozgat doğumlu olduğu, ancak ailesinin yaşadığı Kayseri'de son yolculuğuna uğurlanacağı belirtildi. AVUKATI AÇIKLADI Avukatı Ahmet Demirci Altunok’un şehadet haberinden sonra 14 Şubat 2019 tarihinde yaptığı açıklamayı hatırlatarak müvekkili ile ilgili bilgi verdi. Demirci’nin 14 Şubat’taki ‘müvekkilim masum’ haberini sosyal medya hesabından “16 Ay cezaevinde yatan müvekkil Yargıtay'ın bozma ilamıyla yeniden yargılandı ve ‘ceza verilmesine yer olmadığına dair karar’ verildi. Bir insanın 16 ayını geri verebilmek için yapılabilecek hiçbir şey yok adaleti zamanında tesis etmek dışında.” cümleleriyle paylaştığı ortaya çıktı. Avukat Demirci acı haber sonrası ise “Şehidimiz ile duruşma beklerken bir de hatıra bırakmışız…” notuyla da adliyede duruşma sırası beklerken çektiği bir fotoğrafı paylaştı. BUGÜN TOPRAĞA VERİLECEK Şehit Altunok’un cenazesinin bugün Kayseri’de toprağa verilmesi bekleniyor.
  2. Türkiye İnsan Hakları Davalarına Destek Projesi (Turkey Human Rights Litigation Support Project/TLSP) 15 Ekim 2019’da “Türkiye’de Adalete Erişim? OHAL İşlemlerini İnceleme Komisyonuna Dair Bir Değerlendirme” başlıklı raporunu İngilizce olarak yayınladı*. OHAL döneminde Anayasa’nın OHAL süreci için öngördüğü istisnai yetkilere dayanan Hükümet, raporda belirtildiği üzere, yayınladığı toplam 36 adet kanun hükmünde kararnameyle, sayısız temel hak ve özgürlüğü ciddi ölçüde sınırlayan ve bazı durumlarda bu özgürlükleri hepten ortadan kaldıran bir dizi “atipik” yola başvurdu. Bireysel gerekçe ya da delil gösterilmeden, yüz binden fazla kamu çalışanı toplu olarak işten çıkarıldı ve içlerinde gazete, televizyon, dernek ve vakıfların da olduğu 2761 tüzel kişilik kapatıldı. Bu kararlara karşı uzun süre açık bir itiraz yolu yoktu. Sonrasında 23 Ocak 2017 tarihli ve 685 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle (KHK), OHAL İşlemlerini İnceleme Komisyonunun (“Komisyon”) kurulmasının ardından OHAL KHK’leri uyarınca görevden alınmış olan on binlerce kişi ve kapatılmış olan çok sayıda kuruluş yargı yoluna gitmeden önce Komisyon’a başvurmak zorunda bırakıldı. TLSP, Komisyonun çalışmaya başlamasının üzerinden bir yıl geçtikten sonra, OHAL kapsamında alınmış olan önlemlere karşı etkili bir itiraz yolu mu, yoksa mağdurların adalete erişiminde karşılaştıkları başka bir engel mi olduğu temel sorusuna dair bir araştırmada verilmiş olan 193 kararın gerekçeleri, ulusal mevzuat, rapor ve istatistikleri inceleyerek ve yine içlerinde avukatlar, başvuru sahipleri ve uzmanların da bulunduğu kişilerle görüşmeler yapmış, topladıkları nitel ve nicel verilerle bu raporu hazırlamış. Komisyonun bağımsızlık ve tarafsızlığını temin eden yapısal ve pratik güvencelerden yoksun olduğu, OHAL tedbirlerinin incelenmesinde adil ve etkili bir hukuki süreci sağlamada yetersiz kaldığı belirtilen raporda, başvuranların haklarında öne sürülen suçlama veya deliller hakkında önceden bilgi sahibi olmadan yasadışı herhangi bir grup veya kuruluşla hiçbir bağlantılarının olmadığını kanıtlamak zorunda bırakıldığı belirtilmektedir. Günlük yaşam uygulamalarının suç sayıldığı, çoğunlukla istihbarat(?) bilgisine, gizli tanık ifadelerine veya sosyal çevrelerden elde edildiği belirtilen ancak doğrulanamayan bilgilere dayanan kararların başvuranlara bu delilleri tartışma olanağı vermeden alındığı vurgulanan raporda Komisyonun, uluslararası hukukta kabul edilmiş olan etkili başvuru hakkı ilkelerini karşılamadığı sonucuna ulaşılmış. OHAL’in 19 Temmuz 2018’de sonlandırılmış gibi görünse de, sonsuz bir OHAL biçimine dönüştürülerek iliklerimize işlediği hepimizin malumu. Muhbirlik müessesinin müesses nizamın parçası haline geldiği ve geriye doğru işletilen güvenlik soruşturması kavramının hayatımızın orta yerine konduğu koşullarda, seçilmiş belediye başkanlarından aile hekimimize herkes “terörist” tanımına hak kazanıyor hız kesmeden. Komisyonun kuruluşunu müjdeleyen 685 sayılı KHK çok önemli bir tespitte bulunmuştu zamanında. Devlete sadakat borcumuz olduğunu iddia eden bu KHK, müesses nizamın o zamana dek açıktan itiraf edemediği sadakatin yönünü de ifşa etmişti böylece. Anayasanın 129. maddesinde devlet memurlarının anayasa ve yasalara sadakat borcu olarak belirtilen kavram, bilinçaltımıza doğduğumuz andan itibaren ince ince işlenmeye çalışılan “devlete sadakat” zorunluluğunu kalın harflerle hepimize duyurdu. Bir vali bundan 20 yıl önce “devlet düşmanı” tanımlamasıyla beni Adalet Bakanlığına ihbar ettiğinde en azından “gizli” ibaresini kullanma mahcubiyeti duyarken, Adalet Bakanlığı da belgeyi ilgili savcılığa sevk edip soruşturma talep ederek gizliliğini de kaldırırken “devlete sadakat” açıkça kullanılmadığı gibi, devlet düşmanı olduğuma delil olan işkence raporu da işkence yapanların ceza almalarını sağlayabilmişti. Adına devlet denilen organizasyon seçilmiş politikacılar aracılığıyla verdiği kararları uygular. Elbette bu kararları sorgulamak ve doğru bulmadıklarını kıyasıya eleştirmek, kararların değiştirilmesi için eylemde bulunmak her yurttaşın öncelikli sorumluluğudur. Sadakat devlete, dolayısıyla bu organizasyonu yürüten seçilmiş politikacılara olmaz. Hem politikacıların icraatları hem de yasalar tartışılabilir. Sadakat ancak yurttaşın iyilik halinin sürdürülmesine yönelik olabilir. Bu iyilik halinin nasıl sağlanacağı ve sürdürüleceği de ortaklaşabildiğimiz bir toplumsal sözleşmeye tabiidir. Bir borç varsa, o da devletin yurttaşa sadakat borcudur. * Raporun İngilizcesi burada: https://www.turkeylitigationsupport.com/blog/2019/10/15/access-to-justice-in-turkey-a-review-of-the-state-of-emergency-inquiry-commissionnbsp Türkçe kısa bir özeti de burada: https://www.turkeylitigationsupport.com/blog/2019/10/15/trkiyede-adalete-eriim-ohal-lemlerini-nceleme-komisyonuna-dair-bir-deerlendirme
  3. Yargı Reformu Strateji Belgesi kapsamında belirlenen amaç ve hedefler doğrultusunda düzenlemeler içeren Ceza Muhakemesi Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapan Kanun Teklifi, TBMM Genel Kurulunda kabul edilerek yasalaştı. - Yasaya göre, haber verme sınırlarını aşmayan veya eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmayacak. - Baroya kayıtlı, en az 15 yıllık avukatlara yeşil pasaport verilebilecek. - 21 Temmuz 2016'da ilan edilen OHAL kapsamında terör örgütlerine üyeliği, iltisakı ya da bunlarla irtibatı nedeniyle pasaportları iptal edilen ya da pasaport talepleri reddedilenlere, pasaportları İçişleri Bakanlığınca yapılan inceleme sonrası verilecek. - Avukatlık staj ve noterlik staj başvurularında, Hukuk Mesleklerine Giriş Sınavı'nda başarılı olma şartları aranacak. - İdari yargıda da ses ve görüntü nakledilmesi yoluyla duruşma yapılabilecek. - Soruşturma aşamasında tutukluluk süresi, ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen işlerde 6 ayı, görevine giren işlerde 1 yılı geçemeyecek. - Seri muhakeme usulü ile basit yargılama usulü, yargı sistemine dahil ediliyor. - Suçun sübutuna doğrudan etki edecek mevcut bir delil toplanmadan düzenlenen, soruşturma veya kovuşturma yapılması izne veya talebe bağlı olan suçlarda izin alınmaksızın veya talep olmaksızın düzenlenen iddianameler iade edilecek. - İş ve çalışma hürriyetinin ihlali; güveni kötüye kullanma; suç eşyasının satın alınması veya kabul edilmesi suçları da uzlaştırma kapsamında olacak. - Uzlaştırma ve ön ödeme kapsamındaki suçlar hariç, cumhuriyet savcısı, üst sınırı 3 yıl veya daha az süreli hapis cezasını gerektiren suçlarda, kamu davasının açılmasını 5 yıl süreyle erteleyebilecek. - Cinsel istismar mağduru çocukların soruşturma evresindeki beyanları, bunlara yönelik hizmet veren merkezlerde cumhuriyet savcısının nezaretinde uzmanlar aracılığıyla alınacak. - Bölge adliye mahkemesi ceza dairelerinin temyiz edilebilecek kararlarının kapsamı genişletiliyor. - Hakaret, halk arasında korku ve panik yaratmak amacıyla tehdit, suç işlemeye tahrik, halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama, cumhurbaşkanına hakaret, devletin egemenlik alametlerini aşağılama, Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni ve devletin kurum ve organlarını aşağılama, silahlı örgüt, halkı askerlikten soğutma suçları nedeniyle verilen bölge adliye mahkemesi ceza dairelerinin kararları temyiz edilebilecek. - Kamu davasının açılmasının ertelenmesine ilişkin hapis cezalarının üst sınırı 15 yaşını doldurmamış çocuklar bakımından 5 yıl olarak uygulanacak. Kanuna göre, baroya kayıtlı ve en az 15 yıl kıdemi bulunan avukatlara hususi damgalı pasaport verilecek. Ancak avukatların haklarında, Türk Ceza Kanunu'nda belirtilen suçlar ile Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlardan dolayı soruşturma veya kovuşturma bulunmaması şartı aranacak. OHAL döneminde çıkartılan KHK'lerle pasaportları iptal edilenlere, haklarındaki idari veya adil işlemler lehine sonuçlanmışsa pasaportları iade edilecek. Bu şekilde pasaportları iptal edilenler veya pasaport talepleri reddedilenlere, belirli koşulların bulunması durumunda kolluk birimlerince yapılacak araştırma sonucuna göre İçişleri Bakanlığınca pasaportları verilebilecek. Bu maddeden, OHAL kapsamında kabul edilen kanunlar uyarınca kamu görevinden çıkarılmaları veya rütbelerinin alınması nedeniyle pasaportları iptal edilenler, OHAL Kapsamında Alınan Tedbirlere İlişkin KHK'nin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun'un 5. maddesi ve 375 sayılı KHK'nin geçici 35. maddesi uyarınca pasaportları iptal edilenler, mahkemelerce yurt dışına çıkmaları yasaklananlar hariç olmak üzere pasaportları iptal edilenler ile haklarında pasaport verilmemesine yönelik idari işlem tesis edilmiş olanlar yararlanacak. Ancak haklarında aynı nedenlerden dolayı devam eden herhangi bir idari, adli soruşturma, kovuşturma bulunmaması, kovuşturmaya yer olmadığına, beraatine, ceza verilmesine yer olmadığına, davanın reddine veya düşmesine karar verilmesi, mahkumiyet kararında cezasının tümüyle infaz edilmesi veya ertelenmesi, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilmesi şartları aranacak. Hukuk Mesleklerine Giriş Sınavı Avukatlık staj ve noterlik staj başvurularında, Hukuk Mesleklerine Giriş Sınavı'nda başarılı olma şartları aranacak. İlgili kanunlarda belirtilen şartlara ek olarak; hakim adaylığı sınavına girmek ve avukatlık veya noterlik stajına başlamak için, Hukuk Mesleklerine Giriş Sınavı'nda veya İdari Yargı Ön Sınavı'nda başarılı olmak şartı gerekecek. Hukuk Mesleklerine Giriş Sınavı'na, hukuk fakültesi mezunları, yabancı bir hukuk fakültesini bitirip denklik belgesi alanlar girebilecek. Sınav yılda en az bir defa yapılacak. İdari Yargı Ön Sınavı'na, hukuk bilgisine programlarında yeterince yer veren siyasal bilgiler, idari bilimler, iktisat ve maliye alanlarında en az 4 yıllık yükseköğrenim yapmış veya bunlara denkliği kabul edilmiş yabancı öğretim kurumlarından mezun olanlar girebilecek. Sınav, 2 yılda en az bir defa olacak şekilde diğer sınav gibi Adalet Bakanlığı ile imzalanacak protokole göre Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezince yapılacak. Sınavlar test şeklinde olacak, en az 100 soru yöneltilecek ve 100 puan üzerinden en az 70 puan alanlar başarılı sayılacak. 3 ay içinde karara bağlanacak Aynı veya farklı bölge idare mahkemesi dairelerince benzer olaylarda verilen kesin nitelikteki kararlar arasındaki aykırılık veya uyuşmazlığın giderilmesine ilişkin gerekçeli istemler, uyuşmazlığın konusuna göre Danıştay İdari veya Vergi Dava Daireleri kurullarınca 3 ay içinde karara bağlanacak. Aykırılık veya uyuşmazlığın giderilmesine ilişkin olarak verilen kararlar kesin nitelikte olacak. Kanunla hukuk yargılamasında uygulanan ses ve görüntü nakledilmesi yoluyla duruşma yapılmasına dair hükümler, idari yargıda da uygulanacak. Aday sayısının yüzde 20'sini geçemeyecek İdari yargı hakim adaylığına hukuk fakültesi mezunu olmayanlar arasından yapılacak atamalarda, alan ve sayı sınırlaması getiriliyor. Siyasal bilgiler, idari bilimler, iktisat ve maliye alanlarından mezun olanlar, hakim adaylığına atanabilecek. Ancak bu kişilerden atananların sayısı, her dönemde atanacak toplam aday sayısının yüzde 20'sini geçemeyecek. Hukuk fakültesi mezunlarının Adli veya İdari Yargı Hakim Adaylığı Yazılı Yarışma Sınavı'na girebilmeleri için Hukuk Mesleklerine Giriş Sınavı'nda; hukuk fakültesi mezunu olmayanların İdari Yargı Hakim Adaylığı Yazılı Yarışma Sınavı'na girebilmeleri için İdari Yargı Ön Sınavı'nda başarılı olmaları gerekecek. Adli yargı hakim adaylığı yazılı yarışma sınavı alan bilgisi konuları arasında iş hukuku da yer alacak. Mülakat Kurulu 7 üyeden oluşacak Mülakat Kurulunun üye sayısı 5'ten 7'ye çıkarılacak, Hakimler ve Savcılar Kurulu Genel Sekreteri ile Türkiye Adalet Akademisi Danışma Kurulundan bir üye de kurulda bulunacak. Türkiye Adalet Akademisi Danışma Kurulunda; Yargıtay veya Danıştay mensubunun birden fazla olması halinde bu kişiler arasından, Yargıtay veya Danıştay mensubu bulunmaması halinde kurulda görev yapan hakim ve savcılar arasından her sınav için Danışma Kurulunca, üye tam sayısının salt çoğunluğunun gizli oyuyla, sınavın türüne göre bir asıl üye Mülakat Kuruluna seçilecek. Kanun, Türkiye Adalet Akademisinde ders verenlere ödenecek ders ücretlerini de düzenliyor. Akademiye öğretim elemanı olarak atanan veya görevlendirilen hakim ve savcılar ile Yükseköğretim Kanunu hükümlerine göre akademide görevlendirilen öğretim elemanlarına haftalık 10 ders saatini aşan kısım için ders ücreti ödenecek. Akademide ders vermekle görevlendirilen Yargıtay ve Danıştay üyeleri, hakim, savcılar, avukatlar, noterler ve alanında uzman kişiler, verdikleri her ders için ders ücreti alacak. Akademide ders verenlerden üniversite öğretim elemanı olmayanlar bakımından birinci derecede olanlar için profesörlere, ikinci derecede olanlar için doçentlere, üç veya daha aşağı derecede olanlar ile kamu görevlisi olmayanlar için öğretim görevlilerine, Yükseköğretim Personel Kanunu'na göre ödenen kadar ders ücreti ödenecek. Üniversite öğretim elemanlarının akademide ders vermesini sağlamak amacıyla bu kişilere Yükseköğretim Personel Kanunu'na göre ödenenin bir kat fazlası ders ücreti ödenmesi de öngörülüyor. Terörle Mücadele Kanunu'na yapılan eklemeyle, haber verme sınırlarını aşmayan veya eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmayacak. Kanunla, uzmanların aile mahkemesi bünyesine atanmaları usulünden vazgeçiliyor, adliyelerde kurulacak müdürlükler bünyesine alınıyor. Aile mahkemelerinde, Adalet Bakanlığınca adliyelerde görevlendirilen psikolog, pedagog ve sosyal çalışmacılardan yararlanılacak. Soruşturma aşamasında tutukluluk süresi, ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen suçlarda 6 ayı geçemeyecek, ağır cezanın alanına giren suçlarda bu süre en fazla 1 yıl olacak. Yargı Reformu Strateji Belgesi kapsamında belirlenen amaç ve hedefler doğrultusunda düzenlemeler içeren Ceza Muhakemesi Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapan Kanun Teklifi, TBMM Genel Kurulunda kabul edilerek yasalaştı. Kanuna göre, uzlaşma kapsamındaki suçlar hariç, yalnız adli para cezasını gerektiren veya kanun maddesinde öngörülen hapis cezasının yukarı sınırı 6 ayı aşmayan suçlarda, ön ödeme miktarı birer ay ara ile üç eşit taksitle ödenebilecek. Taksitler süresinde ödenmezse, ön ödemenin gereğinin yerine getirilmediği kabul edilecek ve soruşturmaya devam edilecek. Cinsel saldırı ve cinsel istismar suçu mağdurlarının ifade ve beyanlarının hukuka aykırı olarak başkalarına verilmesi, yayılması, başkalarınca ele geçirilmesi fiilleri, söz konusu suçun nitelikli hali olarak kabul edilecek ve ceza bir kat artırılacak. Soruşturma evresinde tutukluluk süresi, ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen işler bakımından 6 ayı, ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde ise 1 yılı geçemeyecek. Ancak Türk Ceza Kanunu'nun 2. kitap 4. kısmında yer alan "devletin güvenliğine karşı suçlar, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, milli savunmaya karşı suçlar ve devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk; Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlar ve toplu işlenen suçlar" bakımından bu süre en çok 1 yıl 6 ay olacak, gerekçesi gösterilerek 6 ay daha uzatılabilecek. Bu maddede öngörülen tutukluluk süreleri, fiili işlediği sırada 15 yaşını doldurmamış çocuklar bakımından yarı oranında, 18 yaşını doldurmamış çocuklarda ise dörtte üç oranında uygulanacak. Uzlaştırma ve ön ödeme kapsamındaki suçlar hariç, cumhuriyet savcısı, üst sınırı 3 yıl veya daha az süreli hapis cezasını gerektiren suçlardan dolayı, yeterli şüphenin varlığına rağmen kamu davasının açılmasının 5 yıl süreyle ertelenmesine karar verebilecek. Suçtan zarar gören veya şüpheli, bu karara itiraz edebilecek. Bu madde hükümleri suç işlemek için örgüt kurmak, yönetmek veya örgüte üye olmak suçları ile örgüt faaliyetleri çerçevesinde işlenen suçlar, kamu görevlisi tarafından görevi sebebiyle veya kamu görevlisine karşı görevinden dolayı işlenen suçlar ile asker kişiler tarafından işlenen askeri suçlar, cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlar hakkında uygulanmayacak. İade edilecek iddianameler Kanunda, iade edilecek iddianameler şöyle sıralandı: - Suçun sübutuna doğrudan etki edecek mevcut bir delil toplanmadan düzenlenen iddianameler. - Ön ödemeye veya uzlaştırmaya ya da seri muhakeme usulüne tabi olduğu soruşturma dosyasından açıkça anlaşılan işlerde ön ödeme veya uzlaştırma ya da seri muhakeme usulü uygulanmaksızın düzenlenen iddianameler. - Soruşturma veya kovuşturma yapılması izne veya talebe bağlı olan suçlarda izin alınmaksızın veya talep olmaksızın düzenlenen iddianameler. Soruşturma veya kovuşturma evresinde, dava nakli veya adli tıp işlemleri nedeniyle yerleşim yeri dışında bir yere gitme zorunluluğu doğması halinde mağdurun yapmış olduğu konaklama, iaşe ve ulaşım giderleri, Adalet Bakanlığı bütçesinden karşılanacak. Beyanlar uzmanlar aracılığıyla alınacak Cumhuriyet savcısı veya hakimin, ifade ve beyanının özel ortamda alınması gerektiği ya da şüpheli veya sanıkla yüz yüze gelmesinde sakınca bulunduğunu değerlendirdiği çocuk veya mağdurların ifade ve beyanları, özel ortamda uzmanlar aracılığıyla alınacak. Cinsel istismar mağduru olan çocukların soruşturma evresindeki beyanları, bunlara yönelik hizmet veren merkezlerde cumhuriyet savcısının nezaretinde uzmanlar aracılığıyla alınacak. Mağdur çocuğun beyan ve görüntüleri kayda alınacak. Kovuşturma evresinde ise ancak maddi gerçeğin ortaya çıkarılması açısından mağdur çocuğun beyanının alınması veya başkaca bir işlem yapılmasında zorunluluk bulunması halinde bu işlem, mahkeme veya görevlendireceği naip hakim tarafından bu merkezlerde uzmanlar aracılığıyla yerine getirilecek. Mağdur çocuk yargı çevresi ve mülki sınırlara bakılmaksızın en yakın merkeze götürülerek işlemler yerine getirilecek. Gizlilik için gerekli önlemler alınacak Beyan ve görüntülerin kayda alınmasında mağdurun rızası aranacak. Alınan beyan ve görüntü kayıtları, dava dosyasında saklanacak, kimseye verilmeyecek, gizliliği için gerekli önlemler alınacak. Beyan ve görüntü kayıtları, yazılı tutanağa dönüştürülecek. Bu tutanak, talepte bulunan şüpheli, sanık, müdafili, mağdur, vekil veya kanunu temsilciye verilecek. Beyan ve görüntü kayıtları, bu kişilere soruşturma ve kovuşturma makamlarının gözetiminde gizliliği korunmak suretiyle izletilebilecek. Seri muhakeme usulü Kanunla, seri muhakeme usulü yargı sistemine dahil ediliyor. Soruşturma evresi sonunda kamu davasının açılmasının ertelenmesine karar verilmediği takdirde seri muhakeme usulü uygulanacak. Seri muhakeme usulü, TCK'de yer alan hakkı olmayan yere tecavüz; genel güvenliğin kasten tehlikeye sokulması; trafik güvenliğini tehlikeye sokma; gürültüye neden olma; parada sahtecilik; mühür bozma; resmi belgenin düzenlenmesinde yalan beyan; kumar oynanması için yer ve imkan sağlama; başkasına ait kimlik veya kimlik bilgilerinin kullanılması suçları ile Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Kanun, Orman Kanunu; Rulet, Tilt, Langırt ve Benzeri Oyun Alet ve Makinaları Hakkında Kanun; Kooperatifler Kanunu'nda yer alan bazı suçlarda uygulanacak. Cumhuriyet savcısı veya kolluk görevlileri, şüpheliyi, seri muhakeme usulü hakkında bilgilendirecek. Cumhuriyet savcısı, seri muhakeme usulünün uygulanmasını şüpheliye teklif edecek. Şüphelinin müdafi huzurunda teklifi kabul etmesi halinde bu usul uygulanacak. Cumhuriyet savcısı, suçun kanuni tanımında öngörülen cezanın alt ve üst sınırı arasında tespit edeceği temel cezadan yarı oranında indirim uygulamak suretiyle yaptırımı belirleyecek. Sonuç olarak belirlenen hapis cezası, cumhuriyet savcısı tarafından koşulları bulunması halinde Türk Ceza Kanunu'na göre seçenek yaptırımlara çevrilebilecek veya ertelenebilecek. Bu madde kapsamında yaptırım uygulanması, güvenlik tedbirlerine ilişkin hükümlerin uygulanmasına engel teşkil etmeyecek. Cumhuriyet savcısı, şüpheli hakkında seri muhakeme usulünün uygulanmasını yazılı olarak görevli mahkemeden talep edecek. Mahkeme, şüpheliyi müdafi huzurunda dinledikten sonra eylemin seri muhakeme usulü kapsamında olduğu kanaatine varırsa talepte belirlenen yaptırım doğrultusunda hüküm kuracak; aksi takdirde talebi reddedecek ve soruşturmanın genel hükümlere göre sonuçlandırılması amacıyla dosyayı cumhuriyet başsavcılığına gönderecek. Mazeretsiz olarak mahkemeye gelmeyen şüpheli, bu usulden vazgeçmiş sayılacak. Seri muhakeme usulünün herhangi bir sebeple tamamlanamaması veya soruşturmanın genel hükümlere göre sonuçlandırılması amacıyla cumhuriyet başsavcılığına gönderilmesi hallerinde, şüphelinin seri muhakeme usulünü kabul ettiğine ilişkin beyanları ile bu usulün uygulanmasına dair diğer belgeler, takip eden soruşturma ve kovuşturma işlemlerinde delil olarak kullanılamayacak. Suçun iştirak halinde işlenmesi durumunda şüphelilerden birinin bu usulün uygulanmasını kabul etmemesi halinde seri muhakeme usulü uygulanmayacak. Seri muhakeme usulü, yaş küçüklüğü ve akıl hastalığı ile sağır ve dilsizlik hallerinde uygulanmayacak. Resmi mercilere beyan edilmiş olup da soruşturma dosyasında yer alan adreste bulunmama, yurt dışında olma, başka bir nedenle şüpheliye ulaşılamaması halinde seri muhakeme usulü uygulanmayacak. Cumhuriyet savcısının talebi doğrultusunda mahkemece kurulan hükme itiraz edilebilecek. Basit yargılama usulü Kanunla, yargı sistemine dahil edilmesi öngörülen ikinci düzenleme ise "basit yargılama usulü" olacak. Asliye ceza mahkemesince, iddianamenin kabulünden sonra adli para cezasını veya üst sınırı 2 yıl veya daha az süreli hapis cezasını gerektiren suçlarda basit yargılama usulünün uygulanmasına karar verilebilecek. Basit yargılama usulünün uygulanmasına karar verildiği takdirde mahkemece iddianame, sanık, mağdur ve şikayetçiye tebliğ edilerek, beyan ve savunmalarını 15 gün içinde yazılı olarak bildirmeleri istenecek. Tebligatta duruşma yapılmaksızın hüküm verilebileceği hususu da belirtilecek. Ayrıca, toplanması gereken belgeler, ilgili kurum ve kuruluşlardan talep edilecek. Beyan ve savunma için verilen süre dolduktan sonra mahkemece duruşma yapılmaksızın ve cumhuriyet savcısının görüşü alınmaksızın hüküm kurulacak. Mahkumiyet kararı verildiği takdirde sonuç ceza dörtte bir oranında indirilecek. Mahkemece, koşulları bulunması halinde kısa süreli hapis cezası seçenek yaptırımlara çevrilebilecek veya hapis cezası ertelenebilecek ya da uygulanmasına sanık tarafından yazılı olarak karşı çıkılmaması kaydıyla hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilebilecek. Hükümde, itiraz usulü ile itirazın sonuçları belirtilecek. Mahkemece gerekli görülmesi halinde bu madde uyarınca hüküm verilinceye kadar her aşamada duruşma açmak suretiyle genel hükümler uyarınca yargılamaya devam edilebilecek. Basit yargılama usulü, yaş küçüklüğü, akıl hastalığı, sağır ve dilsizlik halleri ile soruşturma veya kovuşturma yapılması izne ya da talebe bağlı olan suçlar hakkında uygulanmayacak. Bu kapsama giren bir suçun, kapsama girmeyen başka bir suçla işlenmiş olması halinde de bu usul uygulanmayacak. Basit yargılama usulünde itiraz Basit yargılama usulünce verilen hükümlere karşı itiraz edilebilecek. Süresi içinde itiraz edilmeyen hükümler kesinleşecek. İtiraz üzerine hükmü veren mahkemece duruşma açılacak ve genel hükümlere göre yargılamaya devam olunacak. Taraflar gelmese bile duruşma yapılacak ve yokluğunda hüküm verilebilecek. Seri muhakeme ve basit yargılama usulleri, 1 Ocak 2020'den itibaren uygulanacak. 1 Ocak 2020 tarihi itibarıyla kovuşturma evresine geçilmiş, hükme bağlanmış veya kesinleşmiş dosyalarda seri muhakeme usulü ile basit yargılama usulü uygulanmayacak. Düzenlemenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla; kovuşturma evresine geçilmiş dosyalarda kamu davasının açılmasının ertelenmesi hükümleri uygulanmayacak. Uzlaştırma kapsamı genişletiliyor "İş ve çalışma hürriyetinin ihlali; güveni kötüye kullanma; suç eşyasının satın alınması veya kabul edilmesi" suçları da uzlaştırma kapsamına alınıyor. Uzlaştırma kapsamına giren bir suçun, bu kapsama girmeyen başka bir suçla "aynı mağdura karşı" işlenmiş olması halinde uzlaştırma hükümleri uygulanmayacak. Bölge adliye mahkemesi ceza dairelerince duruşma açılmaksızın, cezayı kaldıran veya cezada indirim yapılmasını gerektiren şahsi sebeplere ya da şahsi cezasızlık sebeplerine bağlı olarak daha az ceza verilmesini veya cezaya yer olmadığına karar verilmesini gerektiren hallerde, hukuka aykırılığın düzeltilerek istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilebilecek. Kanunla, bölge adliye mahkemesi ceza dairelerinin bozma yetkisine yenileri ekleniyor. Bölge adliye mahkemesi, soruşturma veya kovuşturma şartının gerçekleşmediğinin veya ön ödeme, uzlaştırma usulünün uygulanmadığının anlaşılması ya da davanın ilk derece mahkemesinde görülen bir dava ile birlikte yürütülmesinin zorunlu olması halinde, hükmün bozulmasına ve dosyanın yeniden incelenmek, hükmolunmak üzere hükmü bozulan ilk derece mahkemesine veya kendi yargı çevresinde uygun göreceği diğer bir ilk derece mahkemesine gönderilmesine karar verebilecek. Kanunla, istinaf aşamasında uygulanması kabul edilen istisnai hükümlerin kapsamı genişletiliyor. Buna göre sanık, müdafi, katılan ve vekilinin duruşmaya gelmemesi halinde duruşmaya devam edilerek, sanığın sorgu tutanakları anlatılarak dava yokluklarında bitirilebilecek. Sanık hakkında verilecek ceza, ilk derece mahkemesinin verdiği cezadan daha ağır ise her durumda sanığın dinlenmesi gerekecek. Temyiz genişletiliyor Kanuna göre, bölge adliye mahkemesi ceza dairelerinin temyiz edilebilecek kararlarının kapsamı genişletiliyor. Türk Ceza Kanunu'nda yer alan hakaret, halk arasında korku ve panik yaratmak amacıyla tehdit, suç işlemeye tahrik, suçu ve suçluyu övme, halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama, kanunlara uymamaya tahrik, cumhurbaşkanına hakaret, devletin egemenlik alametlerini, Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni, kurum ve organlarını aşağılama, silahlı örgüt, halkı askerlikten soğutma suçları nedeniyle verilen bölge adliye mahkemesi ceza dairelerinin kararları temyiz edilebilecek. Hükmü veren ilk derece mahkemesi değerlendirecek Ayrıca, Terörle Mücadele Kanunu'nun, terör örgütlerinin; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösteren, öven, bu yöntemlere başvurmayı teşvik eden bildiri veya açıklamalarını basmak, yayınlamak suçları, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'na aykırı toplantı veya gösteri yürüyüşleri düzenlemek, yönetmek ve katılmak suçları, kanuna aykırı propaganda vasıtaları ve suç işlemeye teşvik ile direnme suçları nedeniyle de verilen bölge adliye mahkemesi ceza dairelerinin kararları da temyiz edilebilecek. Hüküm, kanunun yayımlandığı tarihten itibaren 15 gün içinde talep etmek koşuluyla aynı suçlarla ilgili olarak bölge adliye mahkemelerince verilmiş kesin nitelikteki kararlar hakkında da uygulanacak. Cezası infaz edilmekte olan hükümlülerin, tutukluluğunun devam edip etmeyeceği, hükmü veren ilk derece mahkemesince değerlendirilecek. Kanunla, bölge adliye mahkemesi ceza dairelerinin kesin nitelikteki kararlarına karşı yapılan itirazların öncelikle kararı veren ceza dairesi tarafından incelenmesi, dairenin itirazı yerinde görürse kararını düzeltmesi, yerinde görmez ise itirazın ceza daireleri başkanlar kurulu tarafından incelenmesi için bu kurula gönderilmesi sağlanıyor. Kurula gönderilen itiraz dosyası hakkında, kararına itiraz edilen dairenin başkanı veya görevlendireceği üye tarafından kurula sunulmak üzere bir rapor hazırlanacak. Dairenin itirazı yerinde görmemesi üzerine başkanlar kurulunun itiraz hakkında vereceği kararlar ise kesin nitelikte olacak. Dörtten fazla ceza dairesi olan bölge adliye mahkemelerinde Hakimler ve Savcılar Kurulu tarafından daire başkanları arasından belirlenen ve dört üyeden oluşan başkanlar kurulu bu incelemeyi yapacak. Başkanlar kurulunun bu maddeye ilişkin çalışma usul ve esasları Hakimler ve Savcılar Kurulu tarafından belirlenecek. Düzenlemeyle yapılan değişiklikler, kanunun yayımlandığı tarihten önce itiraz yoluna başvurulup reddedilmiş olan itirazlar hakkında uygulanamayacak. İnfazın ertelenmesi ve durdurulması Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunu'nda yapılan değişiklikle infazın ertelenmesine ilişkin nedenler arasına yeni bir neden ekleniyor. Buna göre, bölge adliye mahkemesinde inceleme ve kovuşturmalarda verilen kararların sanık lehine olması halinde, bu hususların istinaf isteminde bulunmamış olan diğer sanıklara da uygulanma imkanı varsa bu sanıkların da istinaf isteminde bulunmuşçasına verilen kararlardan yararlanması ile hükmün bozulmasının diğer sanıklara etkisini düzenleyen maddenin uygulanma imkanı bulunduğu hallerde hükmü veren ilk derece mahkemesinden infazın ertelenmesine veya durdurulmasına ilişkin karar verilmesi istenebilecek. Karar verilmeden önce cumhuriyet savcısı ve hükümlünün görüşlerini yazılı olarak bildirmesi talep edilebilecek. Karar, duruşma açılmaksızın verilecek ve bu karara karşı itiraz yoluna gidilebilecek. Erteleme veya durdurma talebinin kabulü, güvence gösterilmesine veya diğer bir şarta bağlanabilecek. Kamu davasının ertelenmesinde 5 yıl Çocuk Koruma Kanunu'nda yapılan değişiklikle, kamu davasının açılmasının ertelenmesine ilişkin hapis cezalarının üst sınırı 15 yaşını doldurmamış çocuklar bakımından 5 yıl olarak uygulanacak. Kanunla, İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun'da yapılan değişiklikle, bazı suçlarda verilen erişimin engellenmesi kararları, ihlalin gerçekleştiği yayın, kısım, bölüm ile ilgili olarak (URL, vb. şeklinde) içeriğe erişimin engellenmesi yöntemiyle verilecek. Ancak teknik olarak ihlale ilişkin içeriğe erişimin engellenmesi yapılamadığı veya ilgili içeriğe erişimin engellenmesi yoluyla ihlalin önlenemediği durumlarda, internet sitesinin tümüne yönelik olarak erişimin engellenmesi kararı verilebilecek. Teklifin yasalaşmasının ardından TBMM Başkanvekili Celal Adan, birleşimi 22 Ekim Salı günü saat 15.00'te toplanmak üzere kapattı.
  4. AK Partili Ali Özkaya, Yargıtay’ın elindeki bütün dosyaları yerel mahkemelere göndermesi durumunda sistemin kilitleneceğini belirtti. AK Parti, Yargıtay’ın önünde olan dosyalara 1. yargı paketindeki hükümlerin uygulanmaması için geçici madde koymayı planlıyor. AK Parti’de, Adalet Komisyonu’nda görüşmelerine başlanan 1. yargı paketinin yasalaşmasıyla Yargıtay’ın elindeki dosyaları yerel mahkemelere göndermesi durumunda sistemin kilitleneceği endişesi yaşanıyor. TBMM Adalet Komisyonu, 1. yargı paketi üzerindeki görüşmelere önceki gün başladı. AK Parti’nin komisyon ya da genel kurul aşamasında pakette bazı değişiklikler yapmayı planladığı öğrenildi. Bu değişikliklerden birinin de paketin yasalaşmasıyla birlikte Yargıtay’ın elindeki dosyaları yerel mahkemelere göndermesini önlemeye dönük olduğu kaydedildi. Yasa önerisinin imza sahiplerinden AK Partili Ali Özkaya, komisyon görüşmeleri sırasında yaptığı konuşmada, paketle “uzlaştırma”, “ön ödeme”, ‘seri muhakeme’ ve “basit yargılama” gibi usullerin getirildiğine dikkat çekerek “Bu kararımızda eğer Yargıtayımız, elindeki bütün dosyaları kanun çıktı diye yerel mahkemelere gönderirse sistem kilitlenir. Kanaatim o ki, mevcut bütün sistem devam etmeli, bundan sonrakilere gelmeli ve yargılama uzamamalı. 3 yıl, 4 yıl, 5 yıl, 8 yıl devam etmiş, 8 yılın sonunda kanun çıktı diye yüksek Yargıtayımız dosyaları geri göndermemeli. Bununla ilgili bir özel düzenleme konulması gerektiği kanaatindeyim” dedi. AK Parti yönetiminin de pakete “Yargıtay’da bulunan dosyalar için 1. yargı paketi hükümlerinin uygulanmaması”na yönelik bir geçici madde eklemeyi planladığı öğrenildi. ‘Dört dörtlük değil’ Paketle ilgili olarak “dört dörtlük bir iş oldu mu derseniz, bu kısmında bir tereddüdüm var” diyen AK Parti’li Ali Özkaya, paketin bu kısmının yargılama hukuku ve genel müesseseyi bozmayan bir mantıkla çözülmesi gerektiğini, yüksek yargı ve istinafın da görüşlerinin önemli olduğuna dikkat çekti. Özkaya, Avrupa Birliği’yle yaptığı görüşmelerde Türkiye Cumhuriyeti’ne 2 milyon yeşil pasaport için kota konulduğunu belirterek şu anda kotanın 1 milyon 700 bininin dolduğunu, paketle getirilen düzenlemeyle meslekte 15 yıllık kıdemi bulunan 40 bin avukata yeşil pasaport verileceğini söyledi. ‘2. göz sıkıntısı’ Paketle Yargıtay’daki karar süreçlerinin istinaf mahkemeleri için de getirildiğini kaydeden Özkaya, “Yargıtay’da eğer bir ceza dairesi kararını vermişse, onanmışsa onamakla birlikte hüküm kesinleşti ve infaz aşaması başlıyor, fakat başsavcılık itirazıyla dosya tekrar dairesine ve oradan Ceza Genel Kurulu’na gelip karar verilerek hüküm değiştirilebiliyor, reddedilebiliyor ya da aynı hüküm onanıyor. Aynı müesseseyi istinafa da getirdik. Bugün itibarıyla uygulama, istinaf başsavcısı diyelim ki 3. Ceza Dairesi’nin kararına itiraz etti, yine aynı daire karar veriyor. Biz arzu ettik ki bunu bir başka göz daha okusun, ama bu kısımda teknik bir sıkıntımız var. İstinaflar bugün 14 yerde kurulu ve 4 ceza dairesi ile 27 ceza dairesi arasında değişiyor” dedi. Önerilerinin ceza dairesi başkanlarının buna karar vermesi yönünde olduğunu anlatan Özkaya, bunun Meclis’in takdirinde olduğunu, Van’daki istinafın 4, İstanbul’daki istinafın 27 kişiyle karar vereceğini, 27 kişinin karar vermesindeki zorluk dikkate alınarak başkanlar kurulundan 5 kişilik bir heyet oluşturulabileceğini söyledi. Gül: İnfazı Meclis çalışacak Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, adalet sisteminin güçlendirilmesine ilişkin projenin açılış konferansında, yargı reformu belgesinin aynı zamanda AB ile müzakere sürecinin parçası olduğunu, hazırlık aşamasında da Avrupa Birliği kriterlerinin gözetildiğini söyledi. Cumhuriyet savcılarının etkili soruşturma yapmalarını sağlamak için hem mevzuat hem uygulanmaları geliştireceklerini kaydeden Gül, mağdur hakları konusunda da çalışma yapacaklarını belirtti. Yargılamaların makul sürede tamamlanması, cezaların kısa sürede uygulanması konusunda mevzuat ve uygulamaların gözden geçirileceğini bildirdi. Gül, “Düşük miktarlı hapis cezalarının adeta infaza hiç konu olmamasının da bir cezasızlık algısı oluşturduğunun farkındayız. Kamuoyunda ‘yapanın yanında kâr kalıyor’ algısını ortadan kaldıracak çalışmalar da üzerinde durduğumuz konular arasında. Alternatif infaz yöntemleri konusunda da çalışıyoruz” diye konuştu. Gül, ceza infaz sistemi konusunda yapılacak düzenlemelerle ilgili ise “İnfazı Meclis çalışacak” değerlendirmesini yaptı.
  5. FETÖ/PDY davalarından yargılanan yüz binlerce kişinin gözü kulağı Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin vereceği emsal kararlarda. Darbe girişiminin üzerinden geçen üç yıllık süre sonunda çok sayıda kişi hakkında verilen mahkumiyet kararları kesinleşti. Yargıtay, yerel mahkemelerin verdiği kararları incelerken yeni kriterler belirledi. Yargıtay, dosyaları incelerken suç örgütü üyeliği veya yöneticiliğine delil olarak gösterilen pek çok konuda içtihat oluşturan kararlara imza attı. İşte, Yargıtay’ın yeni FETÖ kriterleri... Zaman gazetesine üye olan değil, üye yaptıran… Örgüt üyesi veya yöneticisi olduğu gerekçesiyle yargılanıp mahkum olanlara dair gösterilen deliler arasında, örgütün yayın organı olarak kabul edilen Zaman gazetesine üye olunması yer alıyordu. FETÖ-PDY yargılamalarında sanık olarak yargılananların Zaman gazetesine üye olmaları, “Kanaati kuvvetlendirici delil” kabul ediliyordu. Yargıtay 16. Ceza Dairesi, bu konuda verdiği kararlarda; Zaman gazetesinin yaklaşık 1 milyonu bulan tirajının olması ve bu nedenle gazeteye abone olan herkesin örgüt üyesi olarak kabul edilemeyeceğine dikkat çekti. Yargıtay, bu nedenle sanık olarak yargılanan kişinin Zaman gazetesine üye olması yerine, “Üye yaptırması” delil olarak kabul etti. Bu karara göre, Zaman gazetesine üye yaptırtan kişiler örgüt üyesi veya yöneticisi olmaktan mahkum olacak. Tek başına gazeteye abone olunması, örgüt üyeliği için kanaati güçlendirici delil olarak kabul edilmeyecek. Digitürk iptal ettirenlerin ses kayıtları dikkate alınacak… FETÖ-PDY Terör örgütüne yönelik yürütülen soruşturmalarda önemli delillerden biri de örgütün televizyon kanallarının DİGİTÜRK’den çıkartılmasının ardından aboneliklerin iptal edilmesi yer alıyordu. Yargıtay 16. Ceza Dairesi, bu delile ilişkin olarak da içtihat oluşturacak kararlar verdi. Yargıtay, DİGİTÜRK’ü iptal ettirenlerin ses kayıtlarının getirtilmesi ve dinlenilmesi kriterini belirledi. Buna göre getirtilen ses kayıtlarında örgütsel tavır sergileyerek üyeliğini iptal ettirenler örgüt üyesi kabul edilirken, DİGİTÜRK’den memnun olmadığı için iptal ettirenler örgüt üyesi kabul edilmeyecek. Yargıtay aynı zamanda özgürlükçü düşünceye sahip kişilerin “düşünceye özgürlük” kapsamında DİGİTÜRK’ü iptal ettirdiğini söyleyenleri de örgüt kapsamı dışına aldı. Bank Asya’nın normal mudileri örgüt üyesi sayılmayacak Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin FETÖ-PDY davalarında örgüt üyeliğine dair önemli deliler arasında yer alan “Bank Asya’da hesabın olması” konusunda da kriterler belirledi. Buna göre Daire, FETÖ/PDY silahlı terör örgütü soruşturmalarında tutuklama ve gözaltı gerekçeleri arasında yer alan Asya Katılım Bankası A.Ş. de hesabın bulunmasını, örgüt üyeliği için delil sayılamayacağına karar verdi. Yargıtay 16. Ceza Dairesi, verdiği son kararda şöyle denildi: “BDDK nın 29-05-2015 tarihli kararı ile temettü hariç ortaklık hakları ile yönetim ve denetimi Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredilen ve 22 Temmuz 2016 tarihli kararı ile de 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 107. maddesinin son fıkrası gereğince faaliyet izni kaldırılıncaya kadar yasal bankacılık faaliyetlerine devam eden, FETÖ/PDY silahlı terör örgütü ile iltisaklı Asya Katılım Bankası A.Ş.’de gerçekleştirilen rutin hesap hareketlerinin örgütsel faaliyet ya da örgüte yardım etmek kapsamında değerlendirilemeyeceği gözetilerek, sanık F.Y. nin Bank Asya’daki hesabı üzerinden gerçekleştirdiği mutad bankacılık işlemlerinin örgütsel faaliyet olarak kabul edilmesi kanuna aykırıdır” FETÖ/PDY silahlı örgütüne üye olmak suçlamasıyla haklarında dava açılanlar, eğer örgütün talimatıyla bankada hesap açıp para yatırmamışlarsa, Bylock kullanıcısı bile olsalar daha az ceza alacaklar. Örgüt üyeliğinden mahkumiyet hükmü kurulurken örgütsel faaliyet sayısının azlığı veya fazlalığı verilecek cezanın artmasına veya azalmasına neden oluyor. Buna göre, FETÖ-PDY silahlı terör örgütü üyeleri BANK Asya’da örgütün emir verdiği tarihlerde işlem yapmamışsa daha az ceza alacak. Yargıtay 16. Ceza Dairesi, verdiği kararla örgütün talimatıyla para yatıran kişilerle, örgütten habersiz bankada hesap açıp işlem yapanları birbirinden ayıracaklarını göstermiş oldu. FETÖ’ye himmet… FETÖ-PDY Terör örgütüne himmet veren örgüt üyelerine ilişkin verilen kararlarda da yeni kriterler belirlendi. Bazı sanıkların birden fazla tarikata para yatırdığını ve bunu dini inancı gereği yaptığını ifade etmesi üzerine Yargıtay 16. Ceza Dairesi, bu konuda da yeni kriterler belirledi. Buna göre “himmet” adı altında örgüte mali yardım yaptığı iddiasıyla mahkum olanlar, eğer başka dini tarikatlara da yardım yaptıklarını delilleriyle ispatlıyorlarsa örgüt üyeliğinden beraat edilecekler. FETÖ okullarında çocuk okutmak… Yargıtay 16. Ceza Dairesi, çocuklarını FETÖ okullarında okutup, dershanelerine gönderenlere ilişkin olarak da kriterler belirledi. Yargıtay 16. Ceza Dairesi, bu konuda verdiği kararlarda, “Sanığın çocuğunu örgüte müzahir okula göndermesi örgütsel faaliyet kapmasında kabul edilmez” görüşüne yer verdi.
  6. Ak Parti 1 Ekim'de başlayacak yeni yasama döneminde yasalaşması planlanan yargı paketi taslak metnini MHP'ye sundu. Ak Parti, MHP'den sonra yargı paketini, CHP ve İYİ Parti'ye götürecek. Ak Parti uzun zamandır gündemde olan yargı reformu paketi taslak metnini MHP'ye sundu. Ak Parti, MHP'den sonra yargı paketini, CHP ve İYİ Parti'ye götürecek. AK Parti Grup Başkanvekilleri Mehmet Muş ve Cahit Özkan yargı paketini görüşmek üzere MHP grubunu ziyaret etti. AK Parti, yargı paketi taslak metnini istişare için MHP'ye sundu. Açıklama yapan Mehmet Muş, "HDP dışında diğer partilerle de görüşeceğiz" dedi. Bostancı eylül ayı içinde bitirmek istiyoruz demişti AK Parti Grup Başkanı Naci Bostancı 17 Eylül'de yaptığı açıklamada, "Meclis'in ilk gündem maddesi yargı paketi olacak. Yargı paketine ilişkin muhalefetle iyi bir çalışma yürütmek istiyoruz, ortak konsensusla paketin geçmesinden yanayız" ifadelerini kullanmış, Yargı paketi çalışmasını eylül ayı içinde bitirmek istediklerini ifade etmişti. Bostancı ayrıca, "1 Ekim'e kadar bu süreci tamamlamak ve teklifi Meclis Başkanlığı'na sunmak istiyoruz" açıklaması yapmıştı. Pakette ceza indirimi yok 38 maddeden oluşan taslak metinde ceza infaz indirimi bu pakette yer almıyor. O ayrı bir paket olarak gelecek. 15 yılını dolduran avukata yeşil pasaport 5 kanunda değişiklik öngörülüyor. Taslak metine göre 15 yılını doldurmuş avukatlara yeşil pasaport verilecek. Avukatlık sınavı geliyor ve arabuluculuk genişletiliyor. 15 Temmuz sonrası berat etmiş ama pasaportlarına el konulanlarla ilgili düzenleme yapılıyor. Seri yargılama getirilecek ve yargılama süresi kısaltılacak.
  7. OHAL Komisyonu, 200'e yakın polis memuru için iade kararı almasına rağmen, Emniyet Genel Müdürlüğü, bu personeli göreve başlatmadı. OHAL Komisyonu, ihraç edilen personelin başvurularını değerlendirmeye devam ediyor. Ancak diğer kamu kurumları, iade kararları sonrasında, personeli hemen göreve başlatırken, Emniyet Genel Müdürlüğü, kanunun öngördüğü teşkilatı oluşturmadığı için hala iade kararı almış olan polisleri göreve başlatmadı. Bilindiği üzere 7075 sayılı Kanunun 10/A maddesi gereğince, OHAL Komisyonunca göreve iadesine karar verilen ancak eski kadro, rütbe veya unvanına atanması ilgili bakan onayı ile uygun görülmeyenler ilgisine göre Milli Savunma Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı bünyelerinde kurulan araştırma merkezlerinde istihdam edilecektir. Mezkur Kanun hükmü gereğince Emniyetin, ilgili araştırma merkezini hala kurmadığı, bu nedenle 200'e yakın iade kararı almış olan polis memurunun beklediği ifade edilmektedir.
  8. OHAL kapsamında çıkarılan KHK’larla mesleklerinden edilenler, 5-6 Ekim’de “Büyük KHK Buluşması” sloganıyla Ankara’da bir araya geliyor. KHKlı Platformu tarafından düzenlenecek olan etkinlik, 5-6 Ekim tarihlerinde “Büyük KHK Buluşması” sloganıyla gerçekleşecek. Dayanışma kapsamında yapılacak buluşmada, sergiler, kermesler düzenlenerek, KHK’lara karşı nasıl mücadele yürütülmesi gerektiği konusunda tartışmalar yürütülecek. “KHK’lılar suskunluklarını bozuyor” Bu buluşmaya dair konuşan HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu, binlerce insanın ihraç edildiği bir dönemin yaşandığını hatırlattı ve KHK’lilerin sadece işlerinden edilmekle kalmadığını birçok haklarının ellerinden alındığını da söyledi. Gergerlioğlu, “Anayasa’nın vatandaşa sunduğu tüm vatandaşlık haklarından mahrum edildiler. Sivil bir ölüm yaşatıldı KHK’lıların ve imha edilmeye çalışıldılar. Psikolojik olarak bir dışlama yaşadılar” dedi. KHK’lıların suskunluğunu artık bozmak istediklerini belirten Gergerlioğlu şöyle devam etti: “Suskunlukla kazanılacak bir şeyin olmadığını görüyorlar ve haklarını arıyorlar. Bunu da ortak bir payda da yapmak istiyorlar. Her kesimden KHK’lı ortak bir paydada buluşarak mağduriyetlere karşı kimlikler üstü bir reddiye geliştiriyorlar. Birçok şehirde KHK platformları oluşturdular, sosyal medya kampanyaları yapılıyor. Çünkü çok canı yanmış bir topluluk. Söyleyecekleri çok şeyleri var.”
  9. KHK’yle mesleğinden ihraç edilen ve Bakırköy Meydanı’nda direnen Nursel Tanrıverdi (42) ile ilgili, meydana 200 metre yaklaşmama kararının ardından, bu kez de 2.5 yıldır yaptığı eylemin saat ve gününe, adli kontrol şartı konuldu. Bakırköy 3. Sulh Ceza Hâkimliği’nin kararınca Tanrıverdi, pazartesi saat 12.00 ile 14.00 arası ikamet ettiği adrese bağlı polis merkezine imza verecek. Nursel Tanrıverdi (42), 17 yıllık öğretmenken 2017’de KHK ile ihraç edildi. İşten atıldıktan sonra Bakırköy Meydanı’nda direnişe başlayan Tanrıverdi’ye 40’ın üzerinde dava açıldı, 18’inden beraat etti. Diğer mahkemeleri ise hâlâ devam ediyor. ‘ŞİKAYET EDECEĞİM' Bakırköy Özgürlük Meydanı’nda geçen günlerde eylem yaptığı sırada “kanuna aykırı toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme” suçunu işlediği iddiasıyla gözaltına alınıp Bakırköy 3. Sulh Ceza Hâkimliği’ne çıkarılan Tanrıverdi’ye eylem yaptığı güne ve saate adli konrol şart konuldu. Karara itiraz eden Tanrıverdi, “Bu karar açıktan eylemi yaptırmamak için verildi. Bunu hâkime de söyledim, sesi çıkmadı. Direnişimiz sırasında polis, savcı, hâkim işbirliğini hep söylemiştik. Bu karar da bunun çok açık göstergesidir. Tabii bu da bir ilk. İki saatliğine imza görülmemiş bir şey. Direnişimizin ilkleri hanesine bunu da eklemiş olacağız. İtiraz ettik ama sonuç aleyhimize olur diye düşünüyoruz. Daha önce bizi tutuklamaya sevk eden savcı ve hâkimler için HSK’ye şikâyette bulunmuştuk. Şimdi adli kontrol verenler hakkında da bulunacağız” diye konuştu. FELÇ RİSKİ VAR Son 1 aydır alana tek başına çıktığını dile getiren Tanrıverdi, şöyle devam etti: “Birlikte eylem yaptığım Selvi (Polat) Hoca rahatsız. Rahatsızlığının nedeni polisin işkencesi. Polis gözaltı yaparken belini arabaya şiddetle çarptı ve belinde bir eğilme oluştu. En ufak bir darpta felç kalma riski çok yüksek. O yüzden alana gelemiyor. Bu, gerçekten çok ciddi bir durum. 65 yaşındaki bir kadını neredeyse sakat bırakacaklar. Sebep oturma eylemi yapmak. Böyle bir hukuksuzluk yok. İşkenceyi raporlandırıp suç duyurusunda bulunacağız. Bunun takipçisi olacağız.”
  10. Dr. Ufuk YEŞİL - Hukuki Haber - Bu yazıda; alt ve üst sınırlar arasında temel ceza belirlenirken, teşdit (artırım) ve takdiri indirim nedenleri uygulanırken esas alınması gereken ilkelere ve silahlı örgüt suçlarında bu ilkelerle ilgili sıkça yapılan hatalara yer verilmiş olup, konunun daha iyi anlaşılması adına da, Yargıtay 16 Ceza Dairesi’nin ilk derece mahkemesi sıfatıyla verip,[1] Ceza Genel Kurulu’nun onadığı karar[2] örnek olarak incelenmiştir. İncelenen kararın önemi şuradan gelmektedir; bu karar ile yürütme organı tarafından “FETÖ/PDY” olarak adlandırılan yapı/oluşum/cemaat “silahlı terör örgütü” olarak kabul edilmiş ve “FETÖ/PDY” ile ilgili tüm soruşturma ve kovuşturmalar bu karar esas alınarak yürütülmüştür ve yürütülmektedir. I. GENEL OLARAK Modern ceza hukukunda “yaptırım” kavramı değişikliğe uğramıştır. Artık, suçluya ıstırap vermek amacı taşıyan yaptırımların toplumsal çıkarla bağdaşamadığı anlaşılmış, suçlunun ıslahı ile birlikte toplumsal yararı gözeten yaptırımlar kabul edilmiş[3] ve sanık haklarının genişlemesi, sanığın obje olmaktan çıkarılarak bir süje haline gelmesiyle fail odaklı yaptırım teorileri ortaya çıkmıştır. Türk ceza hukukunda da her somut olaya göre uyarlanabilecek ve dolayısıyla her suça ve suçluya farklı ceza verilebilmesini mümkün kılacak bir yaptırım teorisi esas alınmıştır. Zira suçların gerçekleştirilme şekilleri birbirinden farklı olduğu gibi, faillerin kişisel özellikleri, sosyal ve psikolojik halleri de farklıdır.[4] Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 45. maddesi suç karşılığında uygulanabilecek cezaları, hapis ve adlî para cezası olarak belirlemiştir. Cezayı belirleyecek olan, sanığı bizzat gören ve yargılamayı yapan hâkimdir. Denetimi ise kanun yolu incelemesinde istinaf ve Yargıtay, adil yargılanma hakkı kapsamında da Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yapacaktır. Dosyadaki “fail” ve “fiil” esas alınarak; her bir sanığa (fail) ve suça (fiil) uygun bir yaptırım belirlenmesi cezanın kişiselleştirilmesi (bireyselleştirme/şahsileştirme) olarak tanımlanır. Ceza hukukunun temel ilkelerinden olan kişiselleştirmenin amacı; ceza ve sanık arasında uygun dengeyi sağlamaktır.[5] Yasalarımız, cezanın kişiselleştirilmesi açısından değişik kurumlar kabul etmiştir. Bunlar; seçimlik cezalarda hapis veya para cezasından birini seçme, alt ve üst sınır arasında temel cezayı belirleme, takdiri indirim, hapis cezasını para cezasına veya diğer seçenek yaptırımlara çevirme ya da erteleme ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasıdır. Yine TCK’nın 220. maddesinin 6. ve 7.fıkralarında düzenlenen indirim de örgütsel suçlar bakımından kabul edilen kişiselleştirme müessesesidir. Hâkim, öncelikle alt ve üst sınır arasında bir temel ceza belirleyecek, daha sonra artırım ve indirimleri uygulayacak ve takdiri indirim hakkını da değerlendirerek bir sonuç cezaya varıp, paraya çevirme veya erteleme hususlarını tartışacaktır. II. CEZANIN BELİRLENMESİ VE BİREYSELLEŞTİRİLMESİ Cezanın belirlenmesi başlıklı TCK’nın 61/1. maddesine göre yasada cezanın alt ve üst sınırlarının gösterildiği durumlarda iki sınır arasındaki temel cezayı belirleme görevi hâkime aittir. Yine takdiri indirim başlıklı TCK’nın 62. maddesi gereğince hâkime sonuç cezayı açıklamadan önce indirim yapabilme imkanı verilmiştir. Ancak, hâkim bu maddeleri uygularken sınırsız bir yetki ve takdir hakkına sahip değildir. Zira TCK’nın 61/1. ve 62. maddelerinde ceza tayin edilirken hangi kriterlerin esas alınacağı belirlenmiş olup, hâkimin bu kriterlerin dışına çıkması mümkün değildir. Bunlar suçun işleniş biçimi, failin geçmişi gibi fail ve fiile ilişkin kriterlerdir. Ayrıca bu kriterler de evrensel bazı ilkelere göre değerlendirilmek zorundadır. 1. Adalet, Eşitlik ve Orantılılık İlkeleri Bu ilkeler, TCK’nın 3. maddesinde düzenlenen ve hâkimlerce dikkate alınması zorunlu olan ilkelerdir. Eşitlik ilkesi ayrıca Anayasanın 10.maddesi ile de güvence altına alınmıştır. Başlığı “ADALET ve kanun önünde EŞİTLİK ilkesi” olan TCK’nın 3. maddesine göre; fiilin ağırlığıyla ORANTILI CEZAYA hükmolunur ve kişiler arasında ayrım yapılamaz. Çünkü ancak haklı ve suçun ağırlığıyla ORANTILI bir yaptırım ile suç işleyen kişinin bu fiilinden pişmanlık duyması ve yeniden topluma kazandırılması sağlanabilir. Yine, bireylerin hukuka olan güvenlerinin artması ve cezanın caydırıcılık etki­sinin doğru biçimde gösterilebilmesi için de oranlılık ilkesine uyulmalıdır. Madde ile bu hususa ceza ka­nunda açıkça yer verilerek, ceza kanununun ADALETÇİ bir karaktere sahip olduğu vurgulanmak istenmiştir.[6] 2. Hakkaniyet İlkeleri ve Nesafet Kuralları Hakkaniyet ve nasafet aslında adalet ilkesinin bir gereğidir. Hakkaniyet, haktan ayrılmamak; Nasafet (nısfet-insaf), merhametli olmak demektir. Yani ceza haklı ve hak ettiği miktarda olmalı ve toplumun merhamet hissi ile vicdanını zedelememelidir. Örneğin, gözlük kıran faile, göz çıkaran birinden daha fazla ceza vermek toplumda insafsızlık olarak kabul edilir ve adalet duygusunu zedeler. TCK’nın 3. maddesinin gerekçesinde de cezanın HAKLI VE ÖLÇÜLÜ olması gerektiği vurgulanmıştır. Ancak, hakkaniyet ve nesafet sübjektif ve kişilere göre değişiklik gösterebilen kavramlar olduklarından, adaletsiz uygulamalara sebebiyet verebilirler ve bu nedenle yasalarca kabul edilen objektif kriterlerlerle birlikte değerlendirilmelidirler.[7] Cezanın hakkaniyet ve nesafetle tayin edilmesi gerektiğine pek çok Yargıtay kararında da yer verilmiştir.[8] 3. Mükerrer Değerlendirme Yasağı Bu ilke, TCK’nın 61/3. maddesinde düzenlenen bir ilkedir ve aynı gerekçenin birden fazla yerde kullanılmasını yasaklar. Buna göre, maddenin 1. fıkrasında sayılan hususlar suçun unsurları veya artırım ya da indirim nedeni olarak belirlenmişse temel cezanın tayininde ya da temel cezanın tayininde sayılan hususlar da takdiri indirim nedeni olarak başka bir bireyselleştirmede tekrar dikkate alınamaz. İlkenin sanık aleyhine kullanılabilmesi mümkün değildir. Örneğin, temel cezanın belirlenmesine esas alınan kusurun ağırlığına dayanılarak TCK’nın 62. maddesinin (takdiri indirim) uygulanmaması[9] veya TCK’nın 109/2. maddesinde suçun unsuru olarak yer alan cebir, şiddetle işlenme gerekçesiyle asgari hadden uzaklaşılması bu ilkeye aykırılık oluşturur.[10] 4. Gerekçe Zorunluluğu Anayasa’nın 141/3. ila CMK’nın 34. ve 230. maddeleri gereğince, hâkim cezayı belirlerken ve bireyselleştirme yaparken mutlaka gerekçe göstermelidir. Hâkimin takdir hakkı sınırsız ve denetimsiz değildir ve bu denetim gerekçeyle yapılır. Yani gerekçe keyfiliği kaldırır. Zira hâkimin cezayı kişiselleştirirken yasal kriterlere ne kadar bağlı kaldığı ve bu kriterlerin suça ve faile uygunluğu gerekçeyle denetlenir. Gerekçenin; yasal ve yeterli, dosyaya uygun ve somut olması, olaya ve sanığın fiiline dayanması ve gerekçe olarak gösterilen hususların birbiriyle çelişmemesi gerekir. Yargıtay da, gerekçenin somut dosyaya uygunluğunu aramakta ve kanundaki ifadelerin tekrarını gerekçe olarak kabul etmemektedir.[11] III. SİLAHLI ÖRGÜT ÜYELİĞİ SUÇUNDA TEMEL CEZA TAYİNİ TCK’nın 314/2. maddesi gereğince, silahlı örgüt üyeliği suçunun cezası 5 ila 10 yıl arası hapistir ve hâkim yukarıda belirtilen ilkeler ışığında temel cezayı belirleyecektir. Ancak, özellikle FETÖ/PDY yargılamalarında belirtilen ilkelere uyulmadan ve genellikle teşdiden (artırılarak) ceza verildiği, alt sınırdan ayrılma gerekçelerinin yasal ve yeterli olmadığı, kanundaki ifadelerin tekrarıyla yetinildiği, hiçbir artı suçu olmayan kişilerle ilgili eşitlik ve orantılılık ilkeleri ile adalet, hak ve nesafet kurallarına aykırı davranıldığı ve sosyal konum, meslek gibi yasal olmayan kriterlerin teşdite gerekçe yapıldığı görülmektedir. Silahlı örgüt suçunda, özellikle eşitlik ve orantılılık ilkeleri ile hak ve nesafet kurallarına uyulması gerektiği pek çok Yargıtay kararında vurgulanmıştır. Örneğin, sanığın akrabası ve komşusu olan MK'nın talimatıyla, bu kişinin evine yerleşen silahlı terör örgütü mensuplarına sadece yiyecek vermekten ve zaman zaman ihtiyaçlarını gidermeleri için kilitli olan kapıyı açmaktan ibaret eyleminde, sanık hakkında tayin olunan cezadan TCK'nın 220/7-2. maddesi gereğince makul ve hakkaniyete uygun bir oranda indirim yapılması gerektiği,[12] başka bir kararda da, eşi tarafından müşterek evlerine getirilen örgüt mensubunun yakalanmasını önlemek amacıyla, eve gelen güvenlik güçlerinin içeri girmesini engellemeye çalışan sanık hakkında alt sınırdan uzaklaşmayı gerektirir bir durum bulunmadığı ve tayin olunan cezadan TCK'nın 220/7-2. maddesi uyarınca makul oranda indirim yapılması gerektiği belirtilmiştir.[13] Ayrıca, silahlı örgüt üyeliği suçunun niteliğini bilmemekten kaynaklanan bazı yanlış teşdit uygulamaları da “mükerrer değerlendirme yasağına” aykırı şekilde sıkça yapılmaktadır. Şöyle ki; 1- Silahlı örgüt üyeliği suçunun unsuru olan faaliyetler ayrıca teşdit gerekçesi olarak değerlendirilmektedir. Silahlı örgüt üyeliğinde “süreklilik, çeşitlilik, yoğunluk” suçun oluşması için aranan unsurlardır. Sanığa, faaliyetleri çeşitli, sürekli ve yoğun denilerek ayrıca teştiden ceza verilemez. Kişi zaten bu faaliyetleri nedeniyle örgüt üyesi olarak kabul edilmiştir ve faaliyeti bu boyuta ulaşmamış ise ya sempatizan ya da yardım eden olarak kabul edilecektir. Oysaki belirli bir bankaya para yatırma, belirli bir okula çocuğunu gönderme, belirli bir gazeteye abone olma gibi aslında silahlı örgüt faaliyeti dahi olmayan bazı kişisel faaliyetler nedeniyle insanlar silahlı örgüt üyesi kabul edilmekte ve üstelik faaliyetleri çeşitli, sürekli, yoğun denilerek teştiden de ceza verilmektedir. Bu şekilde, suçun unsuru olan bir husus teşdit gerekçesi yapılarak mükerrer değerlendirme yasağına aykırı davranılmaktadır. 2- Silahlı örgüt mensubiyetine ilişkin suçlar (yardım, üyelik, yöneticilik) geçitli suçlardır. Geçitli suç, birbirine dönüşebilen veya biri işlenmeden diğerine geçilemeyen suçlardır (yaralama ve öldürme gibi). Geçitli suçlarda, suçu diğer basamağa taşıyan husus ayrıca teşdit gerekçesi yapılamaz. Çünkü aynı husus iki kere değerlendirmeye alınmış olur. Örneğin, üyelikten açılan davada, örgütü sevk ve idare ettiği kabul edilerek yöneticilikten ceza verilen sanığa; sevk ve idareye mahsus faaliyetleri ve konumu ayrıca teşdit gerekçesi yapılamaz. Çünkü fail zaten bu faaliyet ve konumu nedeniyle yönetici kabul edilmiştir. 3- Silahlı örgüt mensubu olma suçu, temadi eden (mütemadi) bir suçtur. Aslında failin örgüt içinde kaldığı süre boyunca devam eden tek bir üyelik suçu vardır ve kişi örgütten ayrılana kadar bu suçu işlemeye devam eder. Temadi bu suçun unsuru olduğu için ayrıca teşdit gerekçesi yapılamaz ve aksi durumun kabulü mükerrer değerlendirme yasağına aykırılık oluşturur. 4- Bir diğer husus artı suçtur. Örgüt üyeleri; suç oluşturan eylemlere de iştirak etmişlerse, TCK’nın 220/4. maddesi gereğince bu suçlardan da ayrıca cezalandırılırlar. Bu suçlara kısaca “artı suç” denir. Artı suçlar ayrıca cezalandırıldığı için bunlar da üyelik suçu için teşdit gerekçesi yapılamaz. Yine, artı suç için kullanılan teşdit gerekçesi üyelik suçu için tekrar kullanılamaz. Bu hususlar, TCK’nın 61/3.maddesi ile güvence altına alınan mükerrer değerlendirme yasağına aykırılık oluştururlar ve kesin bozma nedenleridir. IV. ÖRNEK KARAR İNCELEMESİ Bu başlık altında; Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin ilk derece yargılaması yaparak iki hâkim hakkında silahlı terör örgütü üyesi olmak suçundan verdiği ve tüm “FETÖ/PDY” yargılamalarında esas ve emsal alınan kararı incelenecektir.[14] Kararın önemi, bu kararda temel cezanın belirlenmesinde yapılan hataların, yüzbinlerce dosyada da tekrar edilmiş ve edilmekte olmasıdır. Burada, FETÖ/PDY adlı yapılanma bir silahlı terör örgütü müdür, Bylock dâhil dosyadaki deliller hukuka uygun mudur ve silahlı örgüt üyeliği suçunun unsurları oluşmuş mudur? gibi hususlara değinilmeden; sadece “cezanın belirlenmesi ve bireyselleştirilmesine” dair ilkelerin ve bu bağlamda da “temel cezanın tayini (teşdit gerekçeleri) ve takdiri indirim” müesseselerinin karara ne kadar yansıtıldığı incelenecektir. İnceleme sırasında da, hükme esas alınan kriterlerin yasal olup olmadığı, gerekçelerinin gösterilip gösterilmediği ve gösterilen gerekçenin somut olaya uygun olup olmadığı hususları üzerinde durulacaktır. 1. Faile (Sanığa) ve Fiile (Suça) Göre Kişiselleştirme Yapılmaması Kararda iki fail (sanık) için ortak hüküm kurulmuş; kısa kararda ve gerekçede temel cezanın tayini ve takdiri indirim gerekçeleri de ortak yazılmıştır, yani sanıklar birbirinden ayrılmamıştır. Ayrıca, dosyada silahlı örgüt üyeliği suçu yanında görevi kötüye kullanma suçundan da hüküm kurulmuş ve kararın gerekçe kısmındaki bireyselleştirmeye dair değerlendirme bu iki suç açısından ortak yazılmıştır. Yani ne sanıklar ne de suçlar ayrı ayrı değerlendirilmemiştir. Aslında bu uygulama bile tek başına bozma nedenidir. Çünkü her “fail” ve “fiili” ayrı ayrı değerlendirilmelidir ve aksi uygulama kişiselleştirme müessesenin işletilmediğini gösterir. Faillerin kişisel özellikleri, sosyal ve psikolojik halleri birbirinden farklıdır ve bu nedenle gerekçeler de ayrı değerlendirilmelidir.[15] İştirak halinde işlenen suçlarda dahi, her bir faile göre ayrı değerlendirme yapmak zorunludur. Zira aynı fiilde ortak olan sanıklara farklı ceza verilebilir.[16] Fiilleri aynı olan müşterek failler için bile temel cezanın farklı şekilde belirlenmesi mümkünken, bağımsız suç ve failler bakımından değerlendirmenin ayrı yapılmasının zorunlu olduğu izahtan varestedir. Sonuç ceza olarak aynı cezanın verilmesinde bir beis yoktur, ancak ortak değerlendirme yapmak yasaya aykırıdır. Son yıllarda “torba yasa” denilerek ilgili ilgisiz pek çok kanun ortak bir torbaya sokulduğu gibi, 16. Ceza Dairesi de “torba gerekçe” denilebilecek şekilde farklı failler ve birbirinden bağımsız suçlar için ortak bir torba gerekçe oluşturmuştur. 2. Temel Cezanın Tayini ve Teşdit Gerekçeleri Kararda alt sınırdan uzaklaşılmış, yani teşdiden ceza verilmiştir. Kısa kararda teşdit nedenleri olarak “suçun işlenmesindeki özellikler, suç sebep ve saikleri, kastın yoğunluğu, meydana gelen tehlikenin ağırlığı…” gösterilmiştir. Ancak, teşdit gerekçesi olarak gösterilen hususların tamamı TCK’nın 61/1. maddesindeki kriterlerin tekrarından ibarettir ve yasal gerekçe olarak kabul edilebilmeleri mümkün değildir. Temel cezanın alt sınırdan tayin edildiği durumlarda sanık lehine düşünülerek (aleyhe temyiz yoksa), yasa metnindeki ifadelerin tekrarı Yargıtay’ca bozma nedeni yapılmaz. Ancak teşdiden uygulama yapılacaksa mutlaka gerekçesi gösterilmelidir. Kısa kararda yasa metnindeki ifadelerin tekrarı yeterli olmadığı için gerekçeli karara bakılmalıdır. Kararın gerekçe kısmında teşdit nedenleri hem silahlı örgüt üyeliği hem de görevi kötüye kullanma suçu için ortak yazılmış ve “sanıklar hakkında temel cezanın belirlenmesinde, Türk Ceza Kanununun 61 ve 3/1 maddeleri gözetilerek mensubu oldukları FETÖ/PDY silahlı terör örgütünün ülke ve dünya çapında gerçekleştirdiği örgütlenme itibariyle ortaya koyduğu tehlikenin ağırlığı, hakimlik mesleğiyle kabili tevfik olmayan örgüt üyeliğini kullanan sanıkların kamu otoritesinin ve hukuk düzeninin çaresizliğini sözde örgütsel güç gösterisi ile ortaya koyarak toplumda oluşturdukları infial, bu örgütteki konumları, tahliyelerini temin etmeye çalıştıkları aynı örgüte mensubiyetleri nedeniyle ceza soruşturmasına muhatap olan şüphelilerin sayısı ve soruşturma konusu suçların niteliği nazara alınarak takdiren asgari hadden uzaklaşılmıştır” denilmiştir. Ancak “tahliye edilmeye çalışılan kişi sayısı ve bunlara ilişkin soruşturma konusu suç” kısa kararda sadece görevi kötüye kullanma suçu için yazılmış olduğundan, bu teşdit nedeninin sadece görevi kötüye kullanma suçuna esas alındığının kabulü gerekir. Zira artı suça mahsus olan bu gerekçenin üyelik suçu için kullanılamayacağı yukarıda belirtilmiştir. Hâkim, temel cezayı yukarıda bahsedilen ilkeler ışığında ve TCK’nın 61. maddesinin 1. fıkrasında sayılan kriterlere göre belirler ve bu kriterlere bağlı kalarak alt sınırın üstünde bir cezada verebilir. Yani bu maddedeki kriterler aynı zamanda “teşdit” gerekçelerini de oluşturur. TCK’nın 61/1.maddesinde; “Hakim, somut olayda; a) Suçun işleniş biçimini, b) Suçun işlenmesinde kullanılan araçları, c) Suçun işlendiği zaman ve yeri, d) Suçun konusunun önem ve değerini, e) Meydana gelen zarar veya tehlikenin ağırlığını, f) Failin kast veya taksire dayalı kusurunun ağırlığını, g) Failin güttüğü amaç ve saiki, Göz önünde bulundurarak, işlenen suçun kanuni tanımında öngörülen cezanın alt ve üst sınırı arasında temel cezayı belirler” denilmiştir. TCK’nın 61/1.maddesindeki kriterler tahdidi olarak sayılmıştır, yani sınırlıdır. Bu kriterlerin ilk 5 tanesi fiile, 2 tanesi faile ilişkindir. Hakim bu yedi “yasal kriter” ile bağlıdır. Bu kriterler, benzer kriterlerle çoğaltılamaz, genişletilemez ve kıyas yapılamaz. Bu nedenle maddede gösterilen ölçütlerin dışında bir başka gerekçe ile alt sınırdan uzaklaşılması mümkün değildir. Örneğin, TCK’NIN 61/1. MADDESİNDE YER ALMAYAN SANIĞIN GEÇMİŞTEKİ HALİ, SUÇ İŞLEME HUSUSUNDAKİ EĞİLİMİ, ŞAHSİ VE SOSYAL DURUMU, BAŞKALARINA ÖRNEK OLUNMASI VE BU SURETLE SUÇ İŞLENMESİNİN ÖNLENMESİ GİBİ GEREKÇELERLE ALT SINIRDAN UZAKLAŞILMASI YASAYA AYKIRIDIR.[17] Bu kriterlere göre kararın gerekçe kısmındaki teşdit sebeplerini değerlendirmek gerekirse; a- Teşdid nedeni olarak “mensubu oldukları FETÖ/PDY silahlı terör örgütünün ülke ve dünya çapında gerçekleştirdiği örgütlenme itibariyle ortaya koyduğu tehlikenin ağırlığı” Öncelikle, bu teşdit sebebi yasal bir gerekçe değildir. Hukuken TCK’nın 61/1. maddesi her bir kriter için; “Hakim, somut olayda; … meydana gelen zarar veya tehlikenin ağırlığını, … Göz önünde bulundurarak, ... temel cezayı belirler” şeklinde okunur ve değerlendirilir. Yani tehlikenin ağırlığı, o dosyaya mahsus olayı ve o sanığın eylemi sonucu meydana gelen tehlikeyi ifade eder ve bu nedenle sanıkların üyesi olduğu kabul edilen örgütün veya bu örgütün diğer mensuplarının yarattığı tehlike 61/1.(e) maddesine göre yasal bir kriter kabul edilemez. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’da verdiği bir kararında, uyuşturucu madde ticareti suçunda, ‘bu tür suçların önemi ve bu tip suçlara taviz verilmemesi’ şeklindeki genel teşdit gerekçesinin yasal olmadığını belirtmiştir.[18] Uyuşturucu suçunun toplum için yarattığı tehlikenin ağırlığı herkesçe malumdur. Ancak, tüm uyuşturucu satıcılarının yarattığı tehlike tek bir sanığa yüklenemez. Zira sanık sadece kendi eyleminden kaynaklanan tehlikenin ağırlığından sorumludur ve TCK’nın 61/1. maddesi bu açıdan çok nettir. Silahlı örgüt suçu tehlike suçudur ve bir yapılanma, yarattığı tehlike toplum için “ağır“ ve “yakın“ olduğu için silahlı örgüt olarak kabul edilir. Siyaseten mümkün ise de, hukuken silahlı örgütler arasında küçük/büyük/az tehlikeli/çok tehlikeli şeklinde bir ayrım yapılamayacağı gibi, sağ görüşlü örgütler, sol görüşlülere göre daha tehlikelidir şeklinde bir ayrım da yapılamaz. Yani tüm silahlı örgütler ağır tehlikelidir, ancak örgütün oluşturduğu bu genel tehlike TCK’nın 61/1. maddesindeki sınırlı sayıda olan kriterlerin hiçbirine girmediğinden teşdit gerekçesi yapılamaz. b- Bir diğer teşdit nedeni olarak “hakimlik mesleğiyle kabili tevfik olmayan” ifadesi. Bu ifadeyle sanıkların hâkim olması teşdit gerekçesi yapılmıştır. Öncelikle failin mesleği, yasal bir teşdit kriteri değildir. Zira TCK’nın 61/1.maddesinde sanığa ilişkin sadece iki kritere yer verilmiştir; “kusurunun ağırlığı“ ve “amaç ve saik“. Yani sanığın sosyal, toplumsal konumunu veya mesleğini esas alan bir kriter maddede yoktur. Bu nedenle temel ceza belirlenirken kişinin sosyal konumu göz önünde bulundurulmaz. Failin eğitim düzeyi (cahil veya üniversite mezunu olması), mesleği (çiftçi veya doktor olması, profesör olması), zengin ve itibar sahibi veya fakir olması gibi özellikleri temel cezanın belirlenmesine esas alınamaz. Yargının en üst kurumunda yapılan bu hatanın nedeni, bu karara imza atan Yargıtay üyelerinin 765 sayılı eski ceza yasası zamanından kalma alışkanlıklarını terk edememeleridir. Çünkü 765 sayılı eski TCK döneminde failin “sosyal durumu” 29. maddede sayılan kriterler arasındaydı ve bu kriterler genişletilebildiği için kişinin “mesleği” temel cezanın belirlenmesine ve teşdide esas alınabilmekteydi. Ancak, 5237 sayılı TCK’da bu kritere “failin sosyal ilişkileri” şeklinde takdiri indirimi düzenleyen 62. maddede yer verilmiştir ve bu nedenle failin “sosyal konumu” ve dolayısıyla “mesleği” 5237 sayılı TCK’nın 61. maddesi için değil, 62.maddesi için yasal bir gerekçe olabilir. Yine sanıkların mesleği bu dosyada artı suçun unsurudur ve yasal bir kriter olsaydı dahi tekrar teşdite gerekçe yapılması, mükerrer değerlendirme yasağına aykırılık teşkil ederdi. c- Bir diğer teşdit nedeni olarak şüphelilerin “örgütteki konumları” 16. Ceza Dairesi “örgütteki konum” ifadesini iki yerde kullanmıştır. Birinci kullanım yerinde; “kişinin örgüt hiyerarşisi içerisindeki KONUMUNU (ÖRGÜT YÖNETİCİSİ/ÖRGÜT ÜYESİ) tespit etmeye yarayacak bilgilerdir.”, ve “Örgütün faaliyetleri çerçevesinde suç işlenmesi halinde, fail, ÖRGÜTTEKİ KONUMUNA GÖRE ÜYE VE YÖNETİCİ SIFATIYLA cezalandırılmasının yanında, ayrıca işlenen suçtan da cezalandırılacaktır” denilmiştir. Buna göre örgütsel konum, failin üye veya yönetici olmasını, yani suç vasfını belirtir. Somut dosyadaki sanıkların örgütteki konumları da yönetici veya örgüt adına suç işleyen olarak değil, örgüt üyesi olarak belirlenmiş ve üye olarak cezalandırılmışlardır. Suçun niteliğini ve vasfını belirleyen bu unsurun ayrıca teşdit gerekçesi yapılması TCK’nın 61/3. maddesindeki mükerrer değerlendirme yasağına aykırıdır. Örgütsel konumun ikinci kullanım yeri “örgüt pramidi içindeki konumları itibariyle -mahrem alan- kapsamında yer almaları” şeklindedir. Eğer teşdit gerekçesi olarak kullanılan “örgütteki konumları” ifadesi ile bu cümle kastedilmişse bu hususu da kısaca açıklamak gerekir. Gerekçedeki ilgili bölüm şöyledir; “örgüt pramidi içindeki konumları itibariyle "mahrem alan" kapsamında yer almaları ve meslekleri gözetildiğinde, örgütün nihai amacını, silahlı kuvvetlerdeki yapılanmasını ve burada devletin her türden silahını elinde bulunduran örgüt mensuplarının gerektiğinde bu gücü örgütün amacı doğrultusunda kullanacaklarını bilmeleri beklenen sanıkların, FETÖ/PDY silahlı terör örgütü üyesi olduklarında şüphe bulunmadığından, inkara dayanan savunmalara itibar edilmemiştir.” Görüldüğü gibi, burada yer verilen “örgütsel konum”, sanıkların “örgütün nihai amacını bilmelerine” gerekçe yapılmıştır. Yani örgüt piramidindeki konumlarına göre sanıkların nihai amacı bildikleri kabul edilmiştir. Örgütün nihai amacını bilmek, üyelik suçunun manevi unsurudur. Suçun unsurunun oluşmasında kullanılan bir hususun ikinci kez teşdit gerekçesi yapılması TCK’nın 61/3. maddesindeki mükerrer değerlendirme yasağına aykırıdır. Kısaca, 16. Ceza Dairesinin teşdit gerekçesi olarak kullandığı “örgütteki konumları” ifadesi hangi anlamda kullanılırsa kullanılsın mükerrer değerlendirme yasağına aykırıdır. d- Bir diğer teşdit nedeni olarak, “sanıkların kamu otoritesinin ve hukuk düzeninin çaresizliğini sözde örgütsel güç gösterisi ile ortaya koyarak toplumda oluşturdukları infial” Bu teşdit nedenini birkaç açıdan değerlendirmekte fayda vardır: Birincisi, bu teşdit nedeni değerlendirilirken 16. Ceza Dairesi kendisi ile çelişmiştir. Şöyle ki; bu dosyada sanıklar hakkında TCK’nın 314. ve 312. maddelerinde düzenlenen ve birbirleriyle geçitli olan suçlardan iki ayrı dava açılmış (ki hukuken bu mümkün değildir), ancak 312. maddeden açılan davadan beraat kararı verilmiştir. Beraat gerekçesinde ise “meydana gelen ZARAR VE TEHLİKENİN AĞIRLIĞI VE YOĞUNLUĞU, TOPLUM ÜZERINDEKİ ETKİSİ gibi kıstaslar nazara alındığında amaç suçun gerçekleşmesi için aranan elverişlilik/VAHAMET ÖZELLİĞİNİ TAŞIMADIĞI da değerlendirildiğinden...” denilerek sanıkların eylemlerinin TOPLUM ÜZERİNDEKİ ETKİSİ’nin vahamet özelliği taşımadığı kabul edilmiştir. Vahamet özelliği taşıyan eylemlerin ise “TOPLUMDA MEYDANA GETİRDİĞİ ETKİ, ortaya çıkan zarar ve TEHLIKENIN AĞIRLIĞI … gibi ölçütler değerlendirilerek” takdir edileceğini ve “TOPLUMDA KAOS VE TEDİRGİNLİK OLUŞTURACAK” eylemlerin vahim eylem olacağı kabul edilmiştir. Daire, 312. maddeden açılan davadan beraat kararı verirken sanıkların eylemlerinin toplum üzerinde vahim bir etki yaratmadığını, toplumda “kaos ve tedirginlik” oluşturmadığını kabul ederken, 314. maddeden verdiği mahkumiyette aynı eylemin toplumda “infial” oluşturduğunu kabul etmekle öncelikle kendi kabulü ve gerekçeleriyle çelişmiştir. İkincisi, “toplumda oluşan infial” yasal bir kriter değildir. TCK’nın 61/1. maddesindeki kriterlerden 5 tanesi fiile ilişkindir ve bunlar arasında “infiali” esas alan bir kriter yoktur. En yakın kriter “e” bendidir. Ancak, örgüt üyeliği suçu tehlike suçu olup, meydana gelen bir zarar bulunmadığından, 61/1.maddenin (e) bendindeki “zararın ağırlığı” kriterinin de bu suçta uygulanabilmesi mümkün değildir. Yine “infial” kavramının tehlikenin ağırlığı kriteri içinde değerlendirilmesi de mümkün değildir. Zira “infial” her zaman “ağır tehlike” demek değildir. Örneğin bazı bölgelerde söz ile sarkıntılık bile “infial” oluşturabilir ama bu fiil neticesinde mağdurun hayati tehlike geçirmesi gibi “ağır bir tehlike” söz konusu olmaz. 1412 sayılı CMUK’un 104. maddesindeki tutuklama gerekçelerinden biri “suçun toplumda infial uyandırması” idi ve burada da tehlike değil infial esas alınmıştı. Aslında ilk teşdit gerekçesinde açıklandığı üzere, 16. Ceza Dairesi, faillerin fiilini değil, mensubu oldukları kabul edilen örgütün neden olduğu tehlikeyi “ağır” olarak kabul etmiştir. Ancak, “toplumda oluşan infial” TCK’nın 61/1. maddesi kapsamında yasal bir kriter değildir. Ayrıca, infial yasal bir kriter olsaydı dahi, sanıkların eylemi sonucu “toplumda oluşan infial”in dosyaya uygun olarak somutlaştırılması gerekirdi. Toplumsal infial, halkın değişik yerlerde toplanması, eylem veya gösteri yapması ya da taşkınlık çıkarması şeklinde tanımlanabilir. Basit bir müdahale ile önlenmesi mümkün olan olaylar, sert tartışma ve açıklamalar toplumsal infial olarak kabul edilemez. Somut olayda sanıklara yüklenen suç tarihi Nisan 2015 olup, bu tarihte nasıl bir infial meydana geldiği gerekçede gösterilmemiştir. 16. Ceza Dairesi’nin kararı incelendiğinde, toplumda infial oluşturan olaylar olarak 15 Temmuz 2016 olaylarına vurgu yapıldığı görülmektedir. Eğer infial için 15 Temmuz olayları esas alınıyorsa, bu olayların infial oluşturduğu şüphe götürmez bir gerçek ise de; somut dosyaya gerekçe olabilmeleri mümkün değildir. Zira sanıklar o tarihte tutukludurlar ve bu olaylar sanıkların eylemi sonucu gerçekleşmemiştir. Bu nedenlerle, bu teşdit sebebi de TCK’nın 61/1. maddesinde sayılmadığından hem yasal hem de somut dosyayla uyumlu değildir. Ancak, teşdit gerekçelerinin yasal olması kadar dosya içeriğiyle uyumlu da olması gerekir. Yargıtay, uyuşturucu ticareti suçunda uyuşturucu satıcılarının okul önlerini mesken tuttuklarına ilişkin gerekçeyi, somut olaydaki satışın okul önünde gerçekleşmemesi ve dolayısıyla dosya içeriğiyle bağdaşmaması nedeniyle yasal kabul etmemiştir.[19] Kısaca, 16. Ceza Dairesi’nin alt sınırdan ayrılma gerekçesi olarak gösterdiği teşdit nedenlerinin hiçbiri TCK’nın 61/1. maddesinde sayılan yasal kriterlerden değildir. Ayrıca, teşdit uygulaması yapılıyorsa teşdidin derecesinin de TCK’nın 61/1.maddesindeki kriterler bağlamında gerekçelendirilmesi gerekir. Yani 5 ila 10 yıl hapis cezası arasından neden 5,5 yıl; neden 6 yıl; neden 7,5 yıl; neden 8 yıl tercih edilmiştir. Kararda teşdidin derecesine dair bir gerekçeye de yer verilmemiştir. Ayrıca alt sınırdan ayrılmayı gerektiren sebepler var ise uygulanacak teşdit miktarında da orantılılık ilkesine riayet edilmelidir. Zira teşdidin derecesinde aşırıya kaçmak da bozma nedenidir.[20] Sadece Bylock iletişim sistemini kullandıkları için terör örgütü üyesi kabul edilen ve hiç bir örgütsel faaliyeti tespit edilemeyen iki hâkim hakkında teşdit uygulanması ve teşdidin derecesi, ne orantılılık ilkesine ne de hak ve nasafet kurallarına uygun değildir. Gerekçede, TCK’nın 61. ve 3/1. maddelerinin gözetildiği belirtilse de, TCK’nın 3/2. maddesindeki eşitlik ilkesi ile adalet, hak ve nasafet kurallarından hiç bahsedilmemiştir. 3. Takdiri İndirim Kararda TCK’nın 62. maddesindeki takdiri indirim müessesesi uygulanmamış, yani sanıkların cezasından indirim yapılmamıştır. Buna gerekçe olarak ta “sanıkların yargılama sürecindeki olumsuz davranışları” gösterilmiştir. Terör suçlarında özellikle PKK, DHKP-C, Hizbullah gibi örgütlerde “yargılamadaki olumsuz davranışlar” olarak karşılaşılan hususlar; duruşmada örgüt lehine slogan atma, mütalaa okunurken veya hüküm açıklanırken masaya vurma/ayakları vurma/alkışlama, hâkim veya savcıya ya da Devlet, millet, Anayasa gibi değerlere hakaret türü sözler söyleme, duruşmada soyunma gibi hareketlerdir. Ancak, bu hareketler bile bu güne kadarki uygulamalarda cezanın tayininde esas alınmamış ve bunlarla ilgili suç ihbarında bulunulmakla yetinilmiştir. Somut dosyadan, sanıkların yargılama süresince duruşma tutanaklarına yansıyan benzer olumsuz davranışlarının bulunmadığı ve aksine saygılı davrandıkları anlaşılmaktadır. Sanıkların yargılamadaki olumsuz davranışlarının ne olduğu ise kararın gerekçesinde şöyle belirtilmiştir: “Ayrıntıları ByLock raporunda çözülen mesaj içeriklerinde gösterildiği üzere; yapılacak bir darbeye kadar mensubu oldukları yapının terör örgütü olduğunun mahkeme kararı ile tespitinin önüne geçilmesini teminen belirlenen örgüt strarejisi doğrultusunda, işbu yargılamayı, benzer diğer davalarda olduğu gibi muhakeme hukukunun tanıdığı tüm hakları istismar ederek uzatmaya ve tıkamaya matuf örgütsel tavır sergileyen sanıklar hakkında Türk Ceza Kanununun 62.maddesi tatbik edilmemiştir.” Gerekçeden de anlaşılacağı üzere, 62. maddenin uygulanmama sebebi olan olumsuz davranışlar, “muhakeme hukukunun tanıdığı hakları kullanarak yargılamayı uzatmaktır”. Öncelikle; ceza yargılamasında savunma, kutsal bir haktır ve sınırlanamaz. Geçmiş uygulamalarda savunma hakkı kapsamında sanığın veya müdafisinin yüzlerce sayfalık savunma dilekçesini duruşmada uzun süre okuması “yargılamayı uzatmaya matuf olumsuz davranış” olarak değerlendirilmemiştir, değerlendirilemez de. Yine hakimin reddi, tanık dinletme, tanık ile yüzleşme ve soru sorma gibi hakların kullanılması da savunma hakkı kapsamındadır ve uzatmaya yönelik denilerek kısıtlanamaz. Ancak, somut olayda sanıkların muhakeme hukukunun tanıdığı haklarını kullanmaları “olumsuz davranış” olarak kabul edilmiştir. Takdiri indirim müessesesi TCK’nın 62. maddesinde düzenlenmiştir. Bu maddeye göre hakim, failin geçmişi, sosyal ilişkileri, fiilden sonraki ve yargılama sürecindeki davranışları, cezanın failin geleceği üzerindeki olası etkileri “GİBİ” hususları göz önünde bulundurarak cezada indirim yapabilir. Maddedeki ilk üç kriter 765 sayılı eski Ceza Yasasında temel cezanın belirlenmesine ilişkin kriterler iken, 5237 sayılı Ceza Yasasında takdiri indirim nedeni olarak kabul edilmiştir. Bu kriterler “benzerleriyle” genişletilebilir. Ancak bu “benzer” kriterlerin yasanın düzenlenmesine uygun olarak “faile yönelik” olması gerekir. Zira 62. maddedeki kriterlerin hepsi faile ilişkindir ve bu nedenle, fiile veya başka kişilere (mağdur, katılan, müdafi) ilişkin kriterler 62. madde için gerekçe olamaz. Yani sadece sanığın “sosyal ilişkileri” veya “yargılama sürecindeki davranışları” gerekçe olabilir. Sanığın eşinin veya mağdurun sosyal ilişkileri takdiri indirime gerekçe yapılamayacağı gibi sanığın avukatının davranışları da gerekçe yapılamaz. Ancak, 16. Ceza Dairesi takdiri indirimde bu büyük hatayı yapmıştır. Şöyle ki; gerekçeye göre takdiri indirim, bazı Bylock mesajları esas alınarak uygulanmamıştır. Oysaki gerekçede belirtildiği üzere, sanıkların sadece Bylock sistemini kullandıkları tespit edilmiş, mesaj ve görüşme içeriklerine ulaşılamamıştır. Yani somut dosyada bu sanıkların davayı uzatmak gibi bir strateji izlediklerine dair mesajları bulunmamaktadır. Aslında 16. Ceza Dairesi başka kişilere (avukatlarına) ait Bylock mesaj içeriklerini esas almıştır ve bu durum da yasaya aykırıdır. Zira bireyselleştirme faile göre yapılır ve faile ait olmayan mesajlar takdiri indirimde kullanılamaz. Bu mesajlar sanıkların avukatlarına ait veya somut dosyaya ilişkin olsa bile kişiselleştirmede kullanılamaz. Aksi durumun kabulü, başkalarının veya avukatının eyleminden sanığı sorumlu tutmak olur ki, bu yasaya aykırıdır ve bozma nedenidir. Ayrıca, daha önce belirtildiği üzere, kişiselleştirmeye ilişkin gerekçelerinin dosya içeriğiyle uyumlu olması da gerekir. Somut dosyada ise sanıkların yargılamayı uzatmaya yönelik ortak hareket edeceklerini gösteren hiçbir mesaj tespit edilemediği gibi, böyle bir saptama da yoktur. Bu konudaki diğer bir husus, gerekçenin kendi içinde çelişmesidir. Zira Daire, sanıkların “yapılacak bir darbeye kadar” yargılamayı uzatma niyetiyle hareket ettiklerini kabul etmiştir. Ancak, darbe teşebbüsü 15 Temmuz 2016’da yapıldığından, bu tarihten sonra sanıkların yargılamayı uzatma gerekçeleri de ortadan kalkmıştır. Ayrıca, suç tarihi Nisan 2015 olan ve 18.11.2015 tarihinde başlayan bir yargılamada, Nisan 2017’de hüküm verilmiştir. Yani 1,5 yıl bile sürmeyen bir yargılama sonucunda, suç tarihinden itibaren 2 yıl içinde karar verilmiştir. Özellikle bir cemaatin silahlı terör örgütü olduğuna dair “örgüt kabulü” de yapılan ve Bylock gibi bir delil değerlendirmesine girilen dosya, istatistiklere göre sürüncemede kalmamış, aksine hızlı bitirilmiştir. Ayrıca, aynı suçtan 2 yıl geçmesine rağmen haklarında iddianame bile düzenlenmeyenler olduğu düşünüldüğünde, sadece bu tarih ve süreler bile “yargılamayı uzatmak” gibi bir gerekçenin somut dosyayla uyumlu olmadığını göstermeye yeterlidir. Bu konudaki bir diğer yasaya aykırılık; “muhakeme hukukunun tanıdığı hakları istismar” ettikleri kabul edilen sanıkların, hangi hakları, ne suretle istismar ettiklerinin somutlaştırılmaması ve açıklanmaması, yani gerekçelendirilmemesidir. İşin ilginç tarafı, bu eksikliği Ceza Genel Kurulu’nun tamamlamak ve “istismar” olarak kabul edilen taleplerinin şunlar olduğunu belirtmek zorunda kalmasıdır: Doğal hakimlik ilkesine aykırı davranıldığı için yapılan reddi hakim talepleri, kamu tanıklarının mahkemede dinlenilmesine dair talepler, tanıklara soru sorma talepleri, savunma tanıkları dinletmeye ilişkin talepler, bekletici mesele yapılmasına ve birleştirmeye ilişkin talepler ve bilirkişi incelemesi yapılmasına dair talepler. Ancak, bu taleplerin hepsi “muhakeme hukukunun sanığa tanıdığı haklar”dır ve sanığın yasal haklarını kullanmak istemesi “istismar” olarak kabul edilemez. Kısaca, takdiri indirim nedeni olarak gösterilen gerekçe de hem yasal hem de dosyayla uyumlu değildir. BİTİRİRKEN 16. Ceza Dairesi, gerekçedeki cezanın kişiselleştirilmesine ilişkin bölümü “heyetimizin vicdani kanaati de bu yönde oluşarak aşağıdaki hüküm kurulmuştur” ifadesiyle bitirmiştir. Vicdani kanaat ceza yasalarımızda tek bir yerde ve CMK’nın 217. maddesinde delilleri takdir yetkisi başlığı altında kullanılmıştır. Yani hakim sadece delilleri takdir ederken vicdani kanaatini kullanabilir. Cezanın belirlenmesi, vicdani kanaate göre değil, yasalardaki ilke ve kriterlere göre yapılır. 16. Ceza Dairesi tarafından ilk derece yargılaması yapılarak verilen bu kararın temyiz incelemesi Ceza Genel Kurulu tarafından yapılmış, ancak şahsileştirmeye ilişkin yukarıda açıklanan kanuna aykırılıklar görmezlikten gelinmiş ve hiç biri bozma sebebi yapılmamıştır. Yargıtay, bu kararında ceza ve usul yasalarındaki açık hükümleri ve yerleşik Yargıtay içtihatlarını göz ardı etmiştir. Hiçbir mevzuatta ve yargısal içtihatta bulunmayan yeni kavramlar üretmiş ve üretilen bu kavramlara bilinenin dışında yeni anlamlar yüklemiştir. Bu kararın önemi, yüzbinlerce kişinin yargılandığı davalara ve devam eden soruşturmalara hukuki dayanak olarak alınması ve bu nedenle yüzbinlerce kişiyi bizzat ilgilendirmesidir. Temel cezanın belirlenmesi bakımından gerekçe olarak ileri sürülen nedenler, kabuller ve olaylar bir ceza yargılamasında, hele hele Yargıtay Ceza Dairesinin ve Ceza Genel Kurulunun kararında olmaması gereken hatalardır. Verilen karar aslında şu fıkrayı akla getirmektedir. Temel, cuma günü bakmış herkes camiye gidiyor, o da kalabalığa karışarak içeri girip namazını kılmış. Namaz çıkışında birisi nezaketle yanına yaklaşıp, galiba abdest almayı unuttunuz, malum abdestsiz namaz olmaz deyince, Temel; kim demiş abdestsiz namaz olmaz, ben kıldım oldu işte! demiş. BU KARARDA ABDESTSİZ NAMAZ GİBİ. AMA YÜKSEK YARGI YAPTI DİYE KİMSE OLDU SANMASIN. Gerek Yargıtay 16. Ceza Dairesi ve gerekse Ceza Genel Kurulu bir karar vermiştir. Ancak, bu kararda usule ve esasa ilişkin çok ciddi hatalar vardır. Temennimiz ve beklentimiz, Yargıtay’ın, yapılan bu hataları bundan sonra tekrar etmemesi, yerleşik içtihatlara, yürürlükteki ceza mevzuatına ve iç hukukun bir parçası olup uyulması zorunlu olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarına uygun kararlar vermesidir. (Bu makale, sayın Dr. Ufuk YEŞİL tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.) ---------------------------- [1] Yargıtay 16. Ceza Dairesinin 24.04.2017 T., 2015/3 E. ve 2017/3 K. sayılı kararı. [2] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 26/09/2017 T., 2017/16. MD-956 E., 2017/370 karar sayılı kararı. [3] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 17.02.2004 T., 2004/4-23 E., 2004/38 K. sayılı kararı. [4] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 29.11.2005 T., 2005/8-141 E., 2005/149 K. sayılı ve 14.12.2010 T., 2010/11-205 E., 2010/258 K. sayılı kararları. [5] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 19.4.1982 T. ve 4/72-152 K. sayılı kararı. [6] http://www.ceza-bb.adalet.gov.tr/mevzuat/maddegerekce.doc [7] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 24.05.2011 T., 2011/9-92 E., 2011/105 K.; 12.06.2012 T., 2012/9-91 E., 2012/233 K.; 09.04.2013 T., 2012/12-1511 E., 2013/133 K.; 10.12.2013 T., 2013/1-697 E., 2013/602 K. ve 10.12.2013 T., 2013/12-370 E., 2013/607 K. sayılı kararları. [8] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 19.04.1982 T., 4/72-152 K. sayılı kararı; Yargıtay 7. Ceza Dairesinin 07.04.2003 T., 2002/19930 E., 2003/903 K. sayılı kararı. [9] Yargıtay 1. Ceza Dairesinin 17.11.2009 T., 2009/8898 E., 2009/7018 K. sayılı kararı. [10] Yargıtay 1. Ceza Dairesinin 17.09.2009 T., 2009/9333 E., 2009/10426 K. sayılı kararı. [11] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 23.02.1999 T., 1999/8-20 E., 1999/29 K. ve 17.02.2004 T., 2004/4-23 E., 2004/38 K. sayılı kararı. [12] Yargıtay 16. Ceza Dairesinin 12.05.2015 T., 2015/1426 E., 2015/1292 K. sayılı kararı. [13] Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 24.03.2014 T., 2013/15837 E., 2014/3254 K. sayılı kararı. [14] Yargıtay 16. Ceza Dairesinin 24.04.2017 T., 2015/3 E., 2017/3 K. sayılı kararı. [15] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 29.11.2005 T., 2005/8-141 E., 2005/149 K. ve 14.12.2010 T., 2010/11-205 E., 2010/258 K. sayılı kararı. [16] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 16.09.2014 T., 2013/14-577 E., 2014/381 K. sayılı kararı. [17] Yargıtay 11. Ceza Dairesinin 05.12.2006 T., 2005/5933 E., 2006/9890 K.; 4.Ceza Dairesinin 29.06.2009 T., 2009/12946 E., 2009/12912 K. sayılı kararı. [18] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 19.06.2007 T., 2007/10-108 E., 2007/152 K. sayılı kararı. [19] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 19.06.2007 T., 2007/10-108 E., 2007/152 K. sayılı kararı. [20] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 25.12.2012 T., 2012/15-1280 E., 2012/1864 K. sayılı; Yargıtay 4. Ceza Dairesinin 25.11.2009 T., 2008/7051 E., 2009/19636 K. ve 22.06.2009 T., 2009/1112 E., 2009/12437 K. sayılı kararları.
  11. Cumhurbaşkanlığı Kongre ve Kültür Merkezi'nde gerçekleştirilen Adli Yıl Açılış Töreni'ne katılarak Yargı Reformu Strateji Belgesi hakkında önemli açıklamalarda bulunan Türkiye Barolar Birliği Başkanı Prof. Metin Feyzioğlu, meslektaşlarından yoğun eleştiri aldı. Eleştirilerin temel noktasında ise yargının sorunlarının çözümünde Cumhurbaşkanı ile birlikte uyumlu çalışması yeralıyor. Türkiye Barolar Birliği'nde Sabah gazetesinden İsa Tatlıcan'a konuşan Feyzioğlu sadece Yargı Reformu'nu değil kendisine yönelik itibarsızlaştırma kampanyasına cevap verdi. SİYASET ASLA DÜŞÜNMÜYORUM -Metin Bey genlerinde siyaset olan bir aileden geliyorsunuz. Son soruyu başta sorayım. Siyaset düşünüyor musunuz? Benim büyük amcam Behçet Feyzioğlu, Mustafa Kemal ile Bandırma Vapuru'nda yeraldı. Milli Mücadeleyi başlatan kişilerden biri. Büyük dedem Sait Azmi Feyzioğlu, Anadolu ve Müdaha-i Hukuk Cemiyeti'nin kurucusu. İstiklal Madalyası olan heyetin içerisinde. 3 dönem milletvekilliği yapmış. 1950 seçimlerinin demokratik yapılmasını sağlayan yasanın da yazarı. Onun oğlu Turhan Feyzioğlu da beni yetiştirdiği için ona baba derdim. Turhan Feyzioğlu, CHP sosyalizme kaydığı dönemde ayrıldı. Bazıları da ona bu yüzden saldırır. Ama ben siyaset düşünmüyorum. Adımın hiçbir siyasi parti ile anılmasından da hoşlanmadım. ATATÜRK'ÜN TANIMLADIĞI TÜRK MİLLİYETÇİSİYİM -Siz kendinizi ne olarak tanımlarsınız? Ben Atatürk'ün tanımladığı şekilde bir Türk Milliyetçisiyim. Her zaman bunu söyledim. Çünkü benim ailem ortada. Ben merkezde bir insanım.Hiçbir ayrım yapılmaksızın insana insan olduğu için değer veririm. Hangi siyasi görüşe sahip olursanız olun önce milli olunmalı derim. Alman Solu, Fransız Solu, İsveç Solu millidir. Hepsinin evinde İsveç bayrağı asılıdır. Bize "milli olma" diyen devletlerin tamamı millidir. ELEŞTİRİLERDEN GENÇ MESLEKTAŞLARIM RAHATSIZ -Metin Bey eleştirilerden rahatsız mısınız? Ben değilim meslektaşlarım rahatsız. Atanan avukat rahatsız. Bakın staj yapan meslektaşlarım besin zincirinin son halkası muamelesi gördü. Kölelik şartlarında çalıştırıldı. En kötü şartlara razı hale getirildiler. Bunu düzeltecek sihirli değneğimiz yok. 4-5 yıl içinde ideal oluşacak bir adımı attık. BAZI BAROLAR ÇÖZÜMSÜZLÜKTEN BESLENİYOR -Bazı baroların Kurultay talebi hakkında ne düşünüyorsunuz? Onların geleneğinde sürekli kurultay var sanırım. Türkiye Barolar Birliği'ni kongreye götürme girişiminin çok verimle olmadığını düşünüyorum. Kamuoyu keşke bizim bu önerilerimizi tartışsaydı çok doğru bir iş yapmış olurdu. Ben çözüm istemediklerini düşünüyorum. Çünkü çözümsüzlükten besleniyorlar. -Metin Feyzioğlu'nun ekseni kaydı diyenler de var. Bana eksenin kaydı diyenler bir taraflarına bir siyasi partinin genel başkan yardımcısını, öbür tarafına başka bir genel başkan yardımcısını aldılar. Ben siyasi parti ziyaret ediyorsam hepsini ziyaret ederim. BANA SALDIRILAR TEFERRUATTIR -"Söz konusu vatansa gerisi teferruattır" sözünüz de çok eleştirildi. Ne demek istediniz? Ben "ben vatan sözkonusuysa hukuk teferruattır" dedim mi? Tam aksine bütün konuşmam hukuk devleti üzerine. Ne demek istediğimi söyleyeyim. Vatan sözkonusuysa benim canımı da alsanız teferruattır. Söz konusu vatansa bana saldırılar teferruattır. Ben bilmiyor muydum Millet Kongre Sarayı'na gittiğimde bir grubun seçim harekatı başlatacağını bilmiyor muydum. Ben meslektaşlarım için oraya gittim. Bunu anlamayanlara ne söyleyebilirim ki. YARGI REFORMU SİZİN EVİNİZDE Mİ AÇIKLANACAK? -Külliye'deki toplantıya gelmeyen Barolar hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu tamamen kurumsal ya da kişisel bir tercihtir saygı duyarım. Niye gittin diyerek acımasız eleştiri yapanlara ise içerliyorum. İstanbul, Ankara gibi bazı barolar "Yargı reformu Külliye'de mi açıklanır" demiş. Ben de dedim ki "Sizin evinizde mi açıklayacak, benim ofisimde mi açıklayacak". Devlet kurumlarının uyumlu çalışmasından anayasa gereği sorumlu olan Cumhurbaşkanı millete bir söz veriyor. Cumhurbaşkanı açıklamasın demek büyük bir çelişki. Yani devlet buradan yönetilmesin diyorlar. Devletin nerden yönetileceğine millet karar verecek. Anayasaya göre devletin nerede yönetileceği açıklanmış. PKK AĞZI İLE KONUŞUYORLAR -Barolar da bazen eleştirinin dozunu kaçırmıyor mu? Bir mektup var. Sayın Baro Başkanı'nın Yargıtay Başkanı'na yazdığı bir mektup. O mektup bizi çok düşündürmeli. Orada "tutsak gazeteciler, tutsak avukatların olduğu bir ülkede Külliye'ye gidemezsiniz." diyor. Benim ömrüm PKK ile entelektüel düzeyde mücadele ile geçti. PKK ağzını iyi bilirim. Çok talihsiz bir yazıdır bu. Diliyorum ki kasıt içinde yazılmış olmasın. "Tutsak" kelimesi savaşan tarafların esirleri için kullanılır. Türkiye devleti ve PKK ya da DHKP-C savaşan taraflar değildir. PKK, DHKP-C ve FETÖ terör örgütüdür. Bu terör örgütlerinden tutuklu bulunanlara tutsak derseniz örgüt tezlerini benimsemiş olursunuz. GENÇ AVUKATLAR İÇİN UYKULARINIZIN KAÇMASI GEREKİR -Devlet ve vakıf üniversitelerindeki hukuk fakülteleri her yıl binlerce mezun veriyor. Bunlara iş imkanı bulabiliyor muyuz? Bunların büyük çoğunluğu işsiz. Eğer siz Barolar Birliği'ni yönetiyorsanız bu işsizlik problemine karşı uykularınızın kaçması gerekiyor. Çünkü bu sizin sorununuz. Ben buradan tüm avukat meslektaşlarımızı ve tüm baroları davet ediyordum. Yargı reformu strateji belgesi bu sorunları çözmek içindir. Tam paketin ilk bölümü çıkmak üzereyken seçim ve kurultay odaklı anlamsız bir tartışma başlattılar. AVUKATLARA 250 BİN İŞ İMKANI -250 bin avukatlık işinden bahsettiniz. Bunu biraz açar mısınız? Kendini, solcu ve sosyalist olarak tanımlayan arkadaşlarıma diyorum ki slogan atmayı bırakın. Burada bir şey yapmaya çalışıyoruz. İşçinin yanına avukat vermeye çalışıyoruz. Bugün işçi kardeşim tek başına arabulucunun ve işverenin yanına gidip pazarlık ediyor. Ona hakkının dörtte birini veriyorlar. Çünkü hakkını savunacak yanında bir avukat yok. Bir yıldır buna bastırıyorum. Ben bu konuyu Külliye'de kürsüden dile getirdim. Sayın Cumhurbaşkanı ilgilendi, Yargıtay Başkanı da destekledi. Şimdi benim Adli Yıl Açılış Toplantısı'na gitmemi yerden yere vuranlar gitsin bunu işçiye anlatsınlar. Yılda 250 bin müzakere oluyor. Burada işçiyi benim genç avukat arkadaşlarım temsil edecek. YARGI REFORMU 82 MİLYONU İLGİLENDİRİYOR -Sizin de destek verdiğiniz Yargı Reformu Strateji Belgesi hayatımızda ne değiştirecek? Bir ülkenin hukuk sağlam temellere oturmuşsa o ülkede refah artar. Bu kadar önemli bir coğrafyada bulunan ülkemizin hakettiği yatırımlara ulaşmasının yolu mahkemelerin güvenilir, hukukun bağımsız olmasından geçer. Yargı reformu 125 bin avukat içindir. Mahkemelerde adalet bekleyen 82 milyon vatandaş içindir. Toplumun sorunlarından avukatlar da zarar görüyor. 47 bin meslektaşımız meslekte 5 yılın altında. Bu arkadaşlarımız kendi yazıhanelerini açsalar masraflarını karşılayamaz. Başka bir avukatın yanında çalışması gerekiyor. Boğaz tokluğuna çalışırım diyen meslektaşlarım var. SİYASETE DAYATMA YAPAN HAKİMLER GÖRDÜK -Son yıllarda yargı kararları üzerinden ülkenin kutuplaştırılmaya çalışıldığını görüyoruz. Bundan artık kurtulacak mıyız? Bakın elin devlet başkanı "papazı bırak" diyor. Elin Şansölyesi "gazeteciyi bırak" diyor. Biz niye bunlara pirim verelim? Toplumu ilgilendiren her dava bizi neden kutuplaştırsın. Ben o konuşmada önerilerimi sundum. Biz sorunlara ortak akılla çözüm bulmak zorundayız. Bu strateji belgesi yaşayan bir belge. Her sorun dile getirilmeli ve sakin sakin anlatılmalı. Türkiye 2010 kendi öncesinde kendi ideolojisini siyasete dayatan hakimler gördü. Çok iyi hakimler de gördü. Seçilmedikleri halde kürsüden seçilmişlere talimat veren hakim ve savcılar gördük. Ben hayata hiç ideolojik gözlüklerle bakmadım. FETÖ İLE MÜCADELE ETTİM -2010 yılına vurgu yaptınız. O dönemde FETÖ çok mu belirleyiciydi yargıda? FETÖ tek belirleyiciydi. Yargıda tek belirleyici bu örgüt oldu. FETÖ'nün hazırladığı HSK listesi birebir geçti. HSK neredeyse eksizsiz FETÖ'ye teslim oldu. Yargı yoluyla gazetecilere, avukatlara, siyasilere kumpas yapıldı. Bugün yargıyı eleştirenler o dönemde Zekeriya Öz denilen militanın iddianamelerini ellerinde sallıyordu. -Yargıda FETÖ tehlikesi bitti mi? Bitmese bile büyük ölçüde azaldı. -Sosyal medyada FETÖ'nün siz de hedefindesiniz. Bunun sebebi nedir? Onbinlerce robot FETÖ hesabı bana saldırıyor. Çünkü ben FETÖ düşmanıyım. Türkiye Cumhuriyeti'ne düşman olan her yapının karşısındayım. HSK'NIN YAPISINDA LİYAKAT ESAS OLMALI -HSK seçimi hakkında bir talebiniz oldu mu? Çok somut bir öneri getirdik. Yargı FETÖ'den çok önemli şekilde temizlendi. Hiç denenmemiş bir yöntemle HSK'nın yapısını oluşturalım. Yüksek nitelikli bir çoğunlukla HSK'nın yarısı meclis tarafından seçilsin. Kalan yarısını da Yargıtay ve Danıştay üyeleri arasından seçilsin. Türkiye Barolar Birliği de 1 yada 2 temsilci liyakat temelli olarak seçim yapsın. Ben bunu adli yıl açılış konuşmasında dile getirdim ve bu konuşulmaya başlandı. -Özgürlükler konusunda Baroların sicili nasıl sizce. Mesela diplomalara başörtüsüz fotoğraf zorunluluğu getiren barolar hatırlıyorum. Burada bir bilgi eksikliği var sanıyorum. Başörtüsü konusundaki düzenleme ile birlikte biz Ankara Barosu olarak biz imzalamaya başlamıştık. Biz hukuk insanlarıyız. Hukuka bağlı kalmak zorundayız. Mevzuatın Danıştay tarafından iptal edilmesi ile birlikte biz kararı uyguladık. HAKİM VE SAVCI YARDIMCILIĞI GELİYOR -Yargının en önemli sorunu nedir sizce? Bakın 2,5 yıl kıdemli hakimlerle yargılama yapıyoruz. Hayatında çek karnesi, kira kontratı görmemiş hakimler var. Biz polis tutanağını okuyacak tecrübesi yok. Ama kürsüden insanların geleceği hakkında karar veriyor. Peki bunu nasıl çözeceğiz. Ben bunu bir günde çözemem. Yargı reformu belgesinde o adım var. Hakim ve Savcı yardımcılığı uygulaması geliyor. ABD'DE DAVALARIN YÜZDE 98'İ JÜRİ ÖNÜNE GELMİYOR -Yargı reformunda mahkemelerin dava yükü azalacak mı? Ceza davalarının yükünü azaltacak çok önemli adımla atılıyor yeni belgede. ABD'deki davaların yüzde 98'i hiç jüriye gitmeden çözülüyor. Mahkemeye giden dava sayısı yüzde 1 daha artsa orda da sistem çöküyor. Biz de pazarlık usülü getirmeye çalışıyoruz. Bunu yaparken de yanına zorunlu avukat veriyoruz. Bu da binlerce avukata yeni iş demek. AF YASASI DOĞRU HAZIRLANMALI -Af yeniden ülke gündeminde. Destekliyor musunuz? İçeriği doğru olursa affa karşı değilim. Kadına ve çocuğa karşı şiddet, cinsel istismar ve uyuşturucu suçları kesinlikle kapsam dışında tutulmalı. Gerekçeleri düzgün konulursa AYM'de kapsam genişlemez. Kamuoyunda bir beklenti oluştu. O ANNELERİN DERDİ BİZİMDİR -HDP Diyarbakır İl Başkanlığı önünde yapılan bir eylem ve bu eyleme karşı STK'ların ve siyasi partilerin sessizliği var. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Anneler çocukları dağdan gelsin diye bekliyor. PKK dünyanın en faşist ve en kanlı terör örgütüdür. PKK'yı kutsamak faşizmi kutsamaktır. Şu cümleye ifrit olurum: Terör nereden gelirse gelsin. Amasız, fakatsız karşı çıkacaksın. PKK'ya, DHKP-C'ye, FETÖ'ye DEAŞ'a faşist ve kanlı bir örgüt demezseniz hiç konuşmayacaksınız. O annelerin derdi bizim derdimizdir. Bir cümle de PKK'ya bir cümle etsinler. İzmir'de Çanakkale'de orman yaktılar. Neden suspus oldunuz?
  12. Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, gündeme dair değerlendirmelerde bulundu. Bakan Gül, ''Tutuklamayı adeta bir infaz olarak gören uygulamalar bizlerin kabul edeceği bir uygulama değil.'' dedi. Bakan Gül'ün açıklamaları şöyle: ''Özellikle Emine Bulut'u ve hayatını kaybeden diğer kadınlarımızı rahmetle anıyoruz. Kadına ve çocuğa yönelik şiddeti büyük bir tepkiyle, şiddetle kınıyoruz, reddediyoruz. Dünyanın esasen ortak sorunu kadına yönelik şiddettir. Bu tür olaylara sıfır toleransla yaklaşıyoruz. Çok önemli düzenlemeler yapıldı. Bu konuda her konuda koordinasyon da yapılmaktadır. Savcılarımız, mülki amirimiz her türlü başvuruyu değerlendirmekte. Bu konuda 2019'da verilen toplam tedbir kararı 375 bin 425. Yıl sonuna kadar bu rakamlar daha değişebilir. Ve tüm dünyada bu mücadelede gerçekten bakıldığında bir ortak sorun olduğunu görüyoruz. Biz istiyoruz ki bu tür hadiseleri görmeyelim. Yargı reformunun da tek tek uygulamaya başladığı bir yıl olmasını diliyoruz. Bu belge bir paketle başlayıp bitecek bir paket değildir. Bir beş yıllık dönemi kapsayan reform dönemidir. Büyük bir kısmı kanun, bir kısmı kararname gerektiren, uygulama gerektiren düzenlemelerdir. Elbette Meclis'in iradesini gerektiren konular parlamentoda şekillenebilir. Ama tüm paydaşlarla, söz söylemek isteyen herkesi masamıza çağırdık. Bu belge yargı reformu belgesi, bir AK Parti'nin reform belgesi değildir. Bu yargı reformu belgesi, 82 milyonun bütün milletimizin bir yargı reform belgesidir. Yargı eskiden, FETÖ zamanında yargı birilerinin bir arka bahçesi olarak düşünülmeye çalışılan, yargı ele geçirilmek istenen bir merkez olarak görüldü. Yargı hiçbir görüşün, cemaatin yargısı olamaz. Yargı reform paketi 5 yıllık süreci kapsıyor. Yargı reformu belgesi tüm milletimizin yargı reform belgesidir. Yargı hiçbir yapıya teslim edilemez. Bu belgeler daha iyisini bulmak adına revize edilmesi gereken belgelerdir. Eleştiriler de oldu, bizim için çok değerlidir. Bu belge güven veren ve erişilebilir adalet yaklaşımıyla hazırlandı. Yeni bir insan hakları eylem planı hazırlamak için çalışmayı başlattık. 9 milyon hakim ve savcılarımızın önünden geçen dosyadır. Bu adli yılın daha verimli geçeceğine inanıyoruz. HUKUK MESLEĞİNE GİRİŞ SINAVI GELİYOR Hukuk mesleğine giriş sınavı getiriyoruz. Bir meslek sınavına girilecek ondan sonra mesleğe kabul işlerinde süreç başlayacak. Nitelikli hukukçu yetişmesine katkı sağlayacak. Hakim ve savcı yardımcılığı konusunu önemsiyoruz. Hem teori hem pratiği artıracak. Hakim yardımcılığından sonra hakim olmak için sınava girecek. Tüm bu süreçlerden sonra hakim ve savcı cübbesini giyip mesleğini ifa edebilecek. YENİ İHTİSAS MAHKEMELERİ Adli kollukta hukuk fakültesi mezunlarının istihdamı konusunda çalışma olacak. Fezleke aşamasında bu konudaki özen çok daha farklı noktaya götürür. Yeni ihtisas mahkemeleri kuracağız. Hukuk hakimi, hukuk hakimi olarak devam edecek. TUTUKLAMADA AZAMİ SÜRE İÇİN YASAL ÇALIŞMA Tutuklamayı adeta bir infaz olarak gören uygulamalar bizlerin kabul edeceği bir uygulama değil. Bu çerçevede tutuklamayı soruşturma aşamasında azami süre olmadığı için, infaz-mahkumiyet gibi sonuçları önlemek adına yasal düzenleme çalışıyoruz. Bunun da kanunlaşmasını planlıyoruz. AİLE ARABULUCULUĞUNU HAYATA GEÇİRMEK İSTİYORUZ Arabuluculukla ilgili rakam vermek isterim. Yüzde 67 oranında uzlaşmaya varılmış. Bu yıl ocak ayında ticari davalarda da hayata geçirdik. Arabuluculuk sisteminin kanunlaşarak aile arabulucuğunun da hayata geçmesini istiyoruz. 1 Ocak 2017'den itibaren 582 bin dosya uzlaşmayla sonuçlandı. Bu da 722 asliye ceza mahkemesinin bir bakacağı iş anlamına gelmektedir. Nöbetçi noterlik de önemli bir gelişmeydi. Başarılı bir şekilde uygulama sağlandı. 6 Nisan'dan bugüne 204 bin 554 adet işlem yapıldı. Elektronik tebligat çerçevesinde çon önemli başarılı uygulamalar oldu. cep telefonuna bir bilgi geliyor ve 5 günde tebligat yapılmış sayılıyor.”
  13. Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Haşim Kılıç, "Bence şu anda Türkiye’de yaşanan krizin adını doğru koymak gerekir. Yaşanan “adalet” ve “özgürlük” krizidir. Türkiye bir adalet ve özgürlük krizi yaşıyorsa bunun doğal sonucu ekonomik krizdir." dedi. Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Haşim Kılıç, Milli Gazete’den Hayrettin Dincelir’in sorularını cevapladı. Kuvvetler ayrılığı ilkesinden Anayasa Mahkemesi’nin önemine, parlamenter sistemden başkanlık sisteminin açmazlarına, KHK’lardan hukuk fakültelerinin işlevselliğine, ekonomik krizden vesayet tartışmalarına kadar çok geniş bir yelpazede fikirlerini beyan eden Kılıç, çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. Özgeçmişinizi kısaca anlatacak olursanız neler söylemek istersiniz? 1974 yılında Sayıştay’da, Sayıştay denetçisi olarak göreve başladım. On yedi yıl görev yaptıktan sonra Sayıştay genel kuruluna yapılan üye seçimlerinde 1985 yılında üye seçildim. Beş yıl daha Sayıştay üyesi olarak görev yaptıktan sonra 1990 yılında Anayasa Mahkemesi’ne seçilen üç kişi arasından, yani Sayıştay genel kurulunun seçtiği üç kişi arasından, rahmetli Turgut Özal beni Anayasa Mahkemesi’ne atadı.1990’dan 2015 Şubatına kadar da yirmi beş yıl Anayasa Mahkemesi’nde görev yaptık. Anayasa Mahkemesi’nde 2 dönem 4’er yıl başkan vekilliği, 2 dönem de başkanlık yaptım ve başkanlık yaptıktan sonra emekli oldum. Kuvvetler ayrılığı noktasından bakacak olursanız, Anayasa Mahkemesi’nin önemi hakkında neler söylemek istersiniz? Kuvvetler ayrılığı dendiği zaman yasaları meclis yapar, yürütme organı bunu uygular, yargı organı olarak Anayasa Mahkemesi de bunu denetler. Yani güçler ayrılığının temel esprisi yasayı yapan, yasayı uygulayan ve yasayı denetleyenlerin ayrı kişiler olmasıdır. Dolayısıyla güçler ayrılığı ilkesini oluşturamazsanız hukuk devleti anlayışına ulaşmanız oldukça zor olur. Anayasa Mahkemesi’nin önemi, yasaların, anayasaya uygunluk denetimini yapmak suretiyle bu gücü elinde bulunduranları denetlemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Sizin de yakından şahit olduğunuz 367 krizi akabinde gerçekleşen e-muhtıra olayı ve yine sürecin devamı niteliğindeki iktidar partisine yönelik kapatma davası sürecinde, bu yapılanları sivil, askeri veya bürokratik herhangi bir vesayet odağının girişimleri olarak algılayabilir miyiz? Gelişmeler demokratik hayatın tabii akışına terk edilmiş olsaydı, dediğiniz şeyler asla vuku bulmayacaktı. Ancak Türkiye’de, siyasi hayatı dizayn etmek isteyenlerin, cumhurbaşkanının kimin olması gerektiği konusunda kafalarına uymayan birinin cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesi ciddi anlamda sıkıntı oluşturdu. Tabii burada e-muhtıradan ziyade yargının tutumu çok önemliydi. Anayasa Mahkemesi bu konuda iyi bir sınav vermiş sayılmaz. Meclis’in toplantı nisabının ne olacağı konusunda Anayasa’da ve Meclis iç tüzüğünde çok açık hükümler olmasına rağmen, zorlayarak, dürüst yorum ilkesinden ayrılarak, Meclis’in toplantı nisabının 367 olması gerektiği konusunda bir yorum geliştirildi. Bu yorumun arkasına hem askerler düştü hem de yargı düştü. Meclis’te böyle bir toplantı nisabının olması için gerek Anayasada gerekse Meclis iç tüzüğünde özel bir hüküm olması gerekirdi. Genel kuralda da Meclis’in kaçla toplanacağı çok açık bir şekilde belirtiliyordu. Yani kavga çıkartmanın yollarından bir tanesiydi ve kavga çıkarttılar. Sonuçta hak ekseninden ayrıldığınız zaman halk bunu kendi oylarıyla düzeltiyor ve sonuçta düzeltti de. Zannediyorum o günkü iktidarın oyları 10-12 puan artarak, gereken cevap verildi. Dolayısıyla bu konu hukuk tarihinde yapılmış en fahiş hatalardan bir tanesidir. Keşke hiç olmasaydı, yaşanmasaydı ama maalesef böyle bir durumla karşı karşıya kaldık. Buna sebep olanlar, bu yorumu yapanlar, bu yoruma uygun karar verenler, tarihte yerlerini aldılar ve asla unutulmayacaklar, hayırla yâd edilmeyecekler. HARAM LOKMANIN GİRDİĞİ HER YER BOZULUR Geçen aylarda Rekabet Derneğinde düzenlenen ödül töreninde; ‘’Ne yazık ki ahlak ve maneviyat diye başlayan arkadaşlar şu an ne ahlak bıraktılar ne maneviyat’’ şeklinde bir açıklamanız olmuştu. Bu açıklamalarınızı daha geniş kapsamda değerlendirebilir misiniz? O gün Rekabet Derneğinin bir ödül töreniydi. Doğrusu orada geniş bir açıklama yapmış değilim, ödül verilirken yapmış olduğum kısa bir konuşmanın sonucudur bu. İhale kanununa bağlı olarak rekabetin nasıl gelişeceğine ilişkin bir arkadaşımızın yaptığı çalışma nedeniyle kendilerine ödülünü ben verdim. Yüzün üzerinde değişikliğe tabi tutulan bir ihale kanununun rekabeti sağlamasının mümkün olmayacağını bu kadar değiştirilmesinin bir tek sebebi olabileceğini, o da daha rahat hareket edebilmek, daha rahat birilerine öncelik vermek, birilerine ayrıcalık tanıma amacıyla bu değişikliklerin yapıldığını ifade ettim. Böylece insanları, toplumu, kurumları, denetlenecek ahlaki kuralların ve pozitif hukuk kuralların ortadan kaldırıldığı bir yerde kontrolü sağlayacak hiç bir şey olmadığından bahsettim. Ahlaki değerlerin bu dönemde erozyona uğraması, hemde insanların doğru, dürüst, kamu yararına uygun şekilde hareket etmesini sağlayacak pozitif kuralların ortadan kaldırılması, hepimizin kulağına gelen yolsuzluk olaylarının vahim boyutlara ulaşmasına neden olmuştur. Bu minvalde bakacak olursak hukuk düzeninde ki bu aksaklıkların sosyolojik, aile ve toplum yapısının bozulmasına yönelik etkilerini de görebiliyor muyuz? Haram lokmanın girdiği her yer bozulur. İşin özeti bu. Yine o süreçte yaşananlar perspektifinde, şahsınızın ya da başkanlığını yürütmüş olduğunuz Anayasa Mahkemesi’nin karşılaşmış olduğu bir baskı veya yönlendirmeye şahit oldunuz mu? Benim için böyle bir şey asla söz konusu olmadı. Ama başka arkadaşlar için olduysa, o arkadaşların millete bu konuda gerekli açıklamaları yapmaları konusunda vicdan borçları vardır. Ancak ben onunla ilgili yazdığım muhalefet şerhinin başındaki tarihe not düşmek bölümünde neler olup bittiğini açıkladım, o açıklamanın ötesinde açıklama yapmakta bu işin muhatabı olan arkadaşlara düşer. Onların açıklaması lazım. ELE GEÇİRME PSİKOLOJİSİNİN MUTLAKA ORTADAN KALDIRILMASI GEREKİYOR Bildiğiniz üzere 16 Nisan 2017’de bir referandum yapıldı. Bu referandumla parlamenter sistemden Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçiş oldu. Siz bu değişimi adalet mekanizması ve yargı bağımsızlığı açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Cumhuriyetin kurulduğu günden beri Türkiye’de maalesef yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığı konusunda ciddi sorunlar yaşandı ve halen de yaşanmaya devam ediyor, bunun altını çizmek lazım. Yargının tarafsız ve bağımsızlığından rahatsız olanlar dün başkalarıydı bugün başkaları oldu, yani neticede renk değiştirdi. Dediğim gibi bu konudaki sorunlarımız daha da ağırlaşarak devam etmekte. Getirilen cumhurbaşkanlığı sistemiyle ilgili birkaç örnek vererek ağırlaşan bu soruna açıklık getirmek isterim. Birincisi, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun yapısı ve onun seçim sistemi. İkincisi, Anayasa Mahkemesinin yapısı ve seçim sistemi. Bu iki kurum yargının en önemli ve en vazgeçilmez kurumlarındandır. Söz konusu kurumlarda ki atama sistemini güçler ayrılığı ilkesine dikkat etmeden yaparsanız yargının bağımsızlık sorununu çözemezsiniz. Anayasa Mahkemesine baktığınız zaman an itibariyle 15 üyesi var. Bu 15 üyenin 12 tanesini Sayın Cumhurbaşkanı seçiyor, diğer kalan 3 tanesi de meclisten seçiliyor. Mecliste de hepinizin bildiği üzere çoğunluğu olan parti bu üyeleri seçecektir. Meclisteki çoğunluğun cumhurbaşkanının partisinin olma ihtimali oldukça yüksek tabi ki. Böyle olunca da Anayasa Mahkemesindeki yargıçlarımızı atayacak olan irade tek bir irade haline geliyor. Bu da bağımsızlık ve tarafsızlık sorununu da beraberinde getiriyor. Ben orada ki arkadaşlara bunlar bağımsız tarafsız değil anlamında bir ithamda bulunmuyorum. Teorik olarak baktığınız zaman sistemin ne getirip ne götüreceğiyle ilgili bir tespit. Dolayısıyla gerek Anayasa Mahkemesi’nin gerekse HSK’ da çoğulculuğu sağlayacak bir sistemin öngörülmesi lazım. Çoğulculuğun sağlanması lazım. İki kuruma da aynı görüşten, aynı düşünceden, aynı inançtan insanları oraya atayacak olursanız bir müddet sonra tarafsızlık ve bağımsızlık konusunda sorunlar kaçınılmaz olacaktır. Farklı düşünceden farklı inançlardan seçim yapabilirseniz kendi aralarında denge ve denetim sistemi oluşacağı için daha sağlıklı daha adil kararların çıkmasına zemin hazırlamış olursunuz. Ancak, Türkiye’de çok yakıcı bir kimlik siyaseti yürütüldüğü için yargıyı da etkileyen manyetik bir alan oluşuyor. Kimlik siyasetiyle beraber devletin elindeki güçleri ele geçirme düşüncesi doğuyor. Örneğin yargı, polis, asker, maliye gibi kurumların ele geçirilmesi ve bunlar aracılığıyla kendi politikalarını ve ideolojisini topluma hâkim kılmayı dışarıdan söylemeseler bile iç dünyalarında amaçladıkları görülüyor. Bu anlayış yargıyı da etkiliyor. Yargıyı rahat bırakabilmemiz için bu ele geçirme psikolojisinin mutlaka ortadan kaldırılması gerekiyor. Ve siyasi aktörlerin kimlik siyasetinden uzaklaşarak daha evrensel değerler üzerinden yürüyen bir siyasi platforma geçmesi lazım. MECLİS’İN DENETİM ENSTRÜMANLARI ORTADAN KALKTI, SIKINTILAR DA BAŞLADI Parlamenter sistemle karşılaştırdığımızda yeni sistemde meclisin ve milletvekillerinin ağırlıklarının ve etkilerinin azaldığını görüyoruz. Siz bu durumu nasıl değerlendirirsiniz? Şüphesiz meclisin parlamenter sistemde sahip olduğu birtakım yetkileri ve kontrol sistemleri yok edildi. Meclisin, yürütme organını kontrol edecek, denetleyecek enstrümanları ortadan kalktı ve sıkıntılar da başladı. Eğer denge ve denetleme sistemi tam anlamıyla kurulmuş olsaydı bence sistemin isminin bir önemi yoktu. Parlamenter sistem de olabilir, başkanlık sistemi de olabilir. Şuan Türkiye’de getirilen sistem dünyada uygulaması olmayan bir sistem. Böyle bir şeyi ilk defa Türkiye’de yaşıyoruz. Dolayısıyla güçler ayrılığı dediğimiz denge ve denetleme sistemini öngörmeyen bir sistemle karşı karşıya kaldık. Böyle olunca da problemler çıkıyor ve nitekim yavaş yavaş sistemde arızalar baş göstermeye başladı. Bununla ilgili yeniden bir değişiklik ve sorunları çözmek üzere yeni projeler üretilmeye başladı. Hep beraber göreceğiz. ADALET KRİZİNİN DOĞAL SONUCU, EKONOMİK KRİZDİR Ülkemizde şuan da ekonomik darboğaz ve yargıya olan bir güven problemi var. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın açıkladığı anket sonucuna göre yargıya olan güven yüzde 38 oranında. Bunları birbirleriyle ilişkili olarak değerlendirdiğimizde ekonomik darboğaz ve yargıya olan güven arasındaki ilişki hakkında neler söyleyebilirsiniz? Bence şu anda Türkiye’de yaşanan krizin adını doğru koymak gerekir. Yaşanan “adalet” ve “özgürlük” krizidir. Türkiye bir adalet ve özgürlük krizi yaşıyorsa bunun doğal sonucu ekonomik krizdir. Ekonomik kriz bunlardan bağımsız olarak ortaya çıkmış bir nitelik arz etmiyor. Belirttiğim krizlerin sonucunda ortaya çıkan bir ekonomik kriz var. Türkiye hem adalet yönünden yaşamış olduğumuz krizleri, hem de özellikle ifade özgürlüğü konusunda yaşadığımız krizleri aşabilirsek ekonominin düzelmemesi için bir sebep görmüyorum. Çünkü bunlar aşıldığı takdirde hukuk güvenliğinin olduğu ülkeyle karşı karşıya kalacaksınız. Hukuk güvenliğinin olduğu yere para da gelir yatırımda gelir. Dolayısıyla para güvensiz alana asla gitmez. Türkiye’nin yaşadığı durum bu. Dolayısıyla bu krizleri aşmadan döviz, faiz v.s para politikalarıyla krizleri çözmenin mümkün olmayacağını hep beraber göreceğiz. Bahsettiğiniz çözüm önerileri birçok siyasi tarafından da toplum nezdinde de dile getiriliyor. Sizce neden bu önerilerine kulak tıkanıyor? Türkiye’de kimlik politikalarının bir sonucu olarak inanılmaz bir kutuplaşma ve gerilim yaşanıyor Bu gerilim ve kutuplaşmadan siyasi rant elde edenler var. Bunu bırakmak istemiyorlar işin özeti bu. Bu gerilim ve kutuplaşmaya ivme kazandıranlar bundan siyasi sonuç elde ediyor, seçim kazanıyor. Yürütülen siyasi çizgi yukarıda belirttiğim sorunları da beraberinde getiriyor. OLAĞANÜSTÜ HAL KHK’LERİN DENETLENMESİ… “DURUMUN GEREKLİ KILDIĞI ÖLÇÜ”YÜ KİM NASIL BELİRLİYOR? Genel olarak Kanun Hükmünde Kararnameleri ve Olağanüstü Hal dönemi uygulamalarını nasıl değerlendirirsiniz? Kanun Hükmünde Kararnameler, daha doğrusu “olağanüstü hal” anayasal bir kurumdur. Dolayısıyla siyasi irade eğer olağanüstü bir halin gerekliliğine inanmış ve ilan etmiş ise yadırganacak çok fazla bir durum yok. Ancak buna yönelik eleştiriler yok mu var. Mesela, olağanüstü hal döneminde çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin denetlenemiyor olması, bence en büyük sorun. Bunun denetime tabi tutulması lazım. Nitekim geçmişte Anayasa Mahkemesi verdiği bir kararda bunu denetleyebilir hale getirmişti. Ancak son olağanüstü halden sonra Anayasa Mahkemesi’ne yapılan başvurularda olağanüstü hal kararnamelerinin denetlenemeyeceği noktasında bir karar ortaya çıktı. Bu nedenle işlemler denetim dışı kaldı. Gerçi sonradan KHK bağlı işlemleri denetlenebilir hale getirmek için biliyorsunuz araştırma Komisyonu kuruldu. Komisyona başvurmak suretiyle o komisyondan alınan karara karşı yargı yoluna başvurma yolunu açtılar. Böyle bir çözüm getirdiler. Ancak şunu da ifade edeyim: olağanüstü hali düzenleyen anayasanın 15.maddesinde:’’durumun gerekli kıldığı ölçüde.’’ diye bir ifade var. Durumun gerekli kıldığı ölçü nedir, bunu kim tayin edecek, kim belirleyecek ve bunun yeterli ya da yetersiz olduğunu kim tespit edecek? Sorun burada. Anayasa Mahkemesi eğer bunu denetlemiş olsaydı olağanüstü halin gerekli kıldığı bir durum var mıdır yok mudur? Bunu denetleme imkânına sahip olacaktı. Örnek veriyorum; mesela olağanüstü dönemde gözaltı süreleri 30 gündü yani 30 gün gözaltında tutulabiliniyordu. Bunu 60 gün de yapabilirlerdi Hatta 6 ay da yapabilirlerdi bunu denetleyen bir kurum yok. Dolayısıyla burada bu tür aşırılıkları denetleyebilecek bir denetim sisteminin de olması lazım. Anayasa Mahkemesi bunu aşabilirdi ama aşamadı. Belki anayasal bir değişiklikle öyle bir yolun açılmış olması gelecekte yaşanacak sıkıntıların da önünü kapatmış olur. Sıkıntı bu konuda bir denetimin olmayışından kaynaklanıyor. Yoksa olağanüstü hal anayasal bir kurum yani hukuk dışı bir uygulama değil. KİM İKTİDARI ELE GEÇİRİRSE “BİZİM MAHALLENİN ÇOCUKLARI GELSİN” DİYOR.. Gerek kamu gerekse de özel sektör alanında iyice belirgin hale gelen; nepotizm, adam kayırmaca, torpil gibi kamu vicdanın yaralayıcı çarpıklıkların nedenlerine ve çözümüne ilişkin görüşlerinizi alabilir miyiz? Dikkat ederseniz, konu hep başta ifade ettiğimiz kimlik siyasetine dayanıyor. Bunlar kimlik siyasetinin getirdiği sonuçlardır. Kim iktidarı ele geçirirse: “bizim mahallenin çocukları” gelsin diyor. Bizim mahallenin çocukları; yeterli ya da yetersiz veya liyakatli ya da liyakatsiz önemli değil. Yeter ki bizim mahallenin çocuğu olsun. Bu anlayış durumu maalesef bu hale getirdi. Oysa devlet yönetiminde iki unsur aranır; birisi liyakatli olmak diğeri de dürüst ve ahlaklı bir yapıya sahip olmaktır. Eğer bu ikisi varsa, hangi düşünceye, hangi inanca hangi mezhebe hangi ırka mensup olduğu hiç önemli olmaz, olmamalı. Söylediğiniz anlamda bu ayrışmanın temel sebeplerinden birisi devlete kamu görevlisi alınırken yapılan sözlü sınavlardır. Bu sözlü sınavlar bu ülkede kanayan bir yaradır. Bu mülakat sistemi söylediğimiz:’’ bizim mahallenin çocukları olmalı.’’ anlayışı için çok uygun bir alan. Dolayısıyla da sözlü sınav ve mülakatların kaldırılması lazım. Polisine, yargısına, askerine kim alınacaksa bunların iyi yapılmış bir yazılı sınavdan sonra alınması lazım. Staj döneminde belirli sürelerde zaten bunları yetiştireceksiniz. Yetişme aşamasında o insanların, hukuk dışı bir durumları ortaya çıkarsa bu evrede sorunu çözebilirsiniz. Ama İşin başında daha bizim mahallenin çocuklarını oraya sokma adına, oraya doldurma adına bu elemeyi yaptığınız zaman; liyakatli, gerçekten deneyimli, birikimli o kadar çok insan dışarıda kalıyor ki; bunu hiçbir vicdan kabul etmez etmemeli.
  14. Yeni bir Adli Yıl açılışı daha gerçekleşti. Şüphesiz gerilimli. Bizde hukuk alanında gerilim bitmiyor. Bu yılki gerilim, Türkiye Barolar Birliği’nin zıddına baroların Beştepe’deki törene katılmaması ile ilgili gibi görünse de, aslında sorun, çok daha geniş bir yargısal sancının uzantısı durumunda. Bir süredir yargıda etik değerler, yargı reformu stratejisi gibi çok temel konular tartışılıyor. Benim gördüğüm Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, yargıdaki sancıyı gücü yettiğince gidermeye çabalıyor. Ama gücü yettiğince… Bir kere Türkiye’deki yargıyı en çok “olağanüstülük iklimleri” yaralıyor. Ülkede olağanüstülük iklimi oluştuğunda işin ucu varıp yargının kılıcına dayanıyor. Herkes hesabı yargı ile görüyor ve bu da bir çok hukukun çiğnenmesi sonucunu doğuruyor. Bunu en iyi Ak Parti kadroları bilir. İktidara gelişleri “müesses nizam” için olağanüstü bir durumdu, yargıdaki “müesses nizam”ı harekete geçirdiler, 2008’de kapatma davası devreye sokuldu, ipten döndüler. Ergenekon davaları “darbe girişimi” iddialarıyla bağlantılı bir olağanüstü iklim getirdi ve ülkeye onun sakatlıklarını yaşattı. Ve sonra FETÖ ile gelen iklim. Paralel Devlet Yapılanması, Legal Görünümlü İllegal Yapı, ve 15 Temmuz darbe girişimi ile sonuçlanan süreçte silahlı terör örgütü tanımlamaları… Tabii ki olağanüstü bir iklim… 250 şehit ve binlerce yaralı var. Olağan şüpheli “Cemaat” diye bilinen bir yapı. Cemaat’in çok geniş bir insan topluluğu ile ilişki kurmuş olması tabii bir durum. Darbe girişiminden kim sorumlu tutulacak? Cemaatin ilişki alanına giren herkes bir şekilde darbe ile bağlantılanıp cezalandırılacak mı? İltisak, irtibat, terör örgütü üyesi olmadığı halde örgüte yardım etme… Terörle mücadele yasasında yer alan bu maddeler artık “silahlı terör örgütü” diye nitelenen “Cemaat” özelinde nasıl uygulanacak? Mesela, olağanüstü hal ilan edilir edilmez 50 bini aşkın insanın devletteki görevine son verildi. Bu bir “infaz”dı. Ama yargı süreci arkadan gelecek bir infazdı. Bu tarz infazlarla yüz bini aşkın insana dokunuldu. Sonra insanlara “kendilerini aklama” yolu açıldı. Bunun için oluşturulan OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu’na 126 bin 200 başvuru olmuş. Yani normalde suçsuzluk ana ilke iken, kişiler suçsuzluğunu ispat zorunda bırakıldı. Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, “Lekelenmeme hakkı” diye bir hukuk ilkesinin altını kalın çizgilerle çizmeye çalışırken, insanlar “Devlet kararı ile lekelendi” ve kendilerini bu lekeden kurtarmaya mecbur bırakıldı. Yakında yapılan bir açıklamaya göre OHAL komisyonu iki yıl içinde 126 bin 200 başvurudan 84 bin 300’ünü sonuca bağlamış. Bunlardan 6 bin 700 başvurunun itirazı kabul edilmiş. Bu ne anlama geliyor? Demek ki KHK’larla 6 bin 700 kişi hakkında mağduriyet oluşturulmuş. Bu da, OHAL Komisyonu’nun “FETÖ ile iltisak kriterleri”ni doğru bulduğunuz takdirde böyledir. “İltisak, irtibat…” gibi kavramlar ise, “terör örgütü” ile bağlantılanmak noktasında son derece kaygan bir zemine işaret ediyor. Bu noktada hukukçular ısrarla “bilmek ve kasıt” değerlendirmelerinin altını çiziyorlar. Yani iltisakını – irtibatını iddia ettiğiniz kişinin söz konusu yapının terör örgütü olduğunu biliyor ve onun terör faaliyetine katılma niyeti taşıyor olmasının ispat edilmesi lazım. İklim işte burada devreye giriyor. İklim oluştuğunda, hele müesses nizamın yargıçların her eylemini gözaltında tuttuğu kanaati yaygınlaştığında Yargı’nın durumdan vazife çıkarması bir Türkiye sancısıdır. Şunu biliyorum ki, OHAL Komisyonunca FETÖ ile irtibatlı olmadığı kesinleşenler, hatta yargıda aklananlar bile görevlerine dönemiyorlar. Dönemiyorlar çünkü hala “Şüpheli muamelesi” görüyorlar. Bir milletvekili bana “Acaba gerçekten suçsuz oldukları için mi beraat ettiler yoksa yeterli delil bulunmadığı için mi?” diye konuşmuştu bir ortamda. Yani yargı kararından sonra birilerinin daha içlerinin tatmin olması gerekiyor kişinin suçsuzluğunu ispat için. Bana göre Türkiye’de yargı süreci henüz normalleşmedi. Siyasi davalarda AYM bile rahat değil, Yargıtay 16. ve 9’uncu daireleri olağanüstü ortamı aşan kararlar verdiğinde “kahramanca” iş yapmış oluyorlar. Kaldı ki, üst mahkemelerin verdiği kararları “takmayan” ve bu tavırları ile iktidar ve kimi medya tarafından ödüllendireceğini düşünen alt mahkeme kadroları bile var. Dileyelim bu olağanüstülük sona ersin, adalet adaletin gerektirdiği serinkanlı iklimi bulsun, toplumda adalete güven de yerlerde sürünmekten kurtulsun. Adalet mülkün temelidir, diyor, zaman zaman Hazreti Ömer’i de hatırlıyoruz ya.
  15. TBMM’de temsil edilen bütün siyasal partileri ve Adalet Bakanlığı’nı da çalışmaya davet ettiklerini, ilk toplantıya 5 parti temsilcisinin katıldığını söyleyen grubun koordinatörlüğünü yapan CHP’li İbrahim Kaboğlu, “Dileğimiz, ilerleyen toplantılarda bu sayının artması” dedi. İktidarın yaptığı “Yargı Reformu” çalışmasını yetersiz bulan ve daha geniş kapsamlı bir reform çalışması gerçekleştiren CHP İstanbul Milletvekili, Anayasa Hukukçusu Prof. İbrahim Kaboğlu ve beraberindeki diğer parti temsilcileri, 18 Ağustos’ta ilk toplantılarını yaptı. İkinci toplantıyı bugün yapacak olan grubun koordinatörlüğünü yapan Kaboğlu, çalışmalarının ne aşamada olduğunu ve yargı sistemindeki hangi sorunlara değindiklerini gazetemize anlattı. Kaboğlu, “Anayasa ve özgürlükler konusunda genellikle üç katmanlı bilgi kirliliği, adeta devlet eliyle yaratılır oldu. Saray’da açıklanan Yargı Reformu Strateji Belgesi (YRSB), yaygın ve sistematik adil yargılanma hakkı ihlallerini gölgeleyici bir özelliğe de sahip. Çalışmalarımızda, asgari standartlar olarak, adil yargılanma hakkının 7 temel ilkesini ölçüt almakla işe koyulduk” diye konuştu. Kaboğlu sorularımızı şöyle yanıtladı: - Şu an çalışmalarınız ne aşamada? Öncelikle sadece muhalefet partilerini değil, TBMM’de temsil edilen bütün siyasal partileri davet ettik; Adalet Bakanlığı’nı da. İlk toplantıya toplam beş parti temsilcisi katıldı. Dileğimiz, ilerleyen toplantılarda bu sayının artması. 18 Ağustos günü yaptığımız ilk toplantıda çalışma usul ve yöntemine öncelik verdik. Başlıca 6 çalışma grubu oluşturduk. Böylece, çalışmalarımızı iki kanatlı yürütebileceğiz. Çalışma grupları somut öneriler sunacaklar, bunlar genel kurul olarak yapılacak toplantılarda tartışılacak ve ortak ilkeler çıkarılacak. Hedef, gerekçeleri ile birlikte somut bir yasa öneri metnini ortaya çıkarmak ve bunu 1 Ekim’de TBMM Başkanlığı’na sunmak. Bu bakımdan yazım işini eylül ayı içinde tamamlamayı tasarlıyoruz. Toplantılara, demokratik meşruluk açısından, siyasal partilerin dışında, başta barolar gelmek üzere kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, sendikaların, ilgili vakıf ve derneklerin katılım pek değerli ve bunu elden geldiğince geniş tutmaya özen gösterdik. - Çalışmanızda yargı sistemindeki hangi sorunlara değindiniz? Çözüm olarak ne öneri getirildi? ‘Kırmızı çizgilerimiz...’ Çalışmalarımızda, asgari standartlar olarak, adil yargılanma hakkının 7 temel ilkesini ölçüt almakla işe koyulduk: Mahkemeye ulaşma hakkı, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme hakkı, açık usul ve çabukluk ilkesi, suçsuzluk karinesi, savunma hakları, silahların eşitliği ilkesi, yargı kararlarına uyma yükümlülüğü. Bu asgari gerekliliklere aykırı yasal düzenlemeleri ayıklama, sorunlu maddelerde değişiklik yapma ve yeni madde yazımı biçiminde bir yol haritası benimsedik. Birincisi yasal düzlem; düşünce ve ifade özgürlüğünün suçlandırılmaması, OHAL’de yapılan anayasa ve hukuk dışı, hatta akla aykırı düzenlemelere dokunulmadan adil yargılanma hakkının güvence altına alınamayacağı, seçilmişlerin anayasal güvencelerinin ihlal edilmemesi, kişi özgürlüğü ve güvenliğinin temel alınması gereği vb. hususlar, çalışmanın kırmızı çizgileri olarak kaydedilebilir. İkincisi anayasal düzlem; ikili bir bakış açısı: Yürürlükteki anayasal hükümlere saygı gerekliliği: örnek madde 138 (mahkemelerin bağımsızlığı), md.19 (kişi özgürlüğü ve güvenliği), md. 13 (hak ve özgürlük güvenceleri) vb. Örneğin, görevden alınan Diyarbakır, Mardin ve Van BB başkanları için yürütülen “yargısız infaz” kampanyası. Anayasaya aykırı biçimde uzaklaştırma bir yana; yargı kararını bekleme söylemi eşliğinde devlet eliyle ve medya yoluyla yürütülen linç kampanyası karşısında, adı geçen “üç ildeki yargıçlar kararlarını bağımsız olarak nasıl verecekler” sorusunu sorma gereği var... Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CBHS) adı verilen anayasal düzenlemenin sürdürülemez özelliğini hiçbir zaman gözardı etmeksizin, adil yargılanma hakkının asgari güvenceleri olarak öncelikli anayasal değişiklikler... Bunların başında da, Hâkimler ve Savcılar Kurulu (HSK) geliyor. Sınırlı anayasa değişikliği önerisinin başında HSK düzenlemesi yer alacak. ‘SARAY ATANMIŞLARI TARAFINDAN BASTIRILDI’ - Mevcut anayasayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Anayasa ve özgürlükler konusunda genellikle üç katmanlı bilgi kirliliği, adeta devlet eliyle yaratılır oldu: var olan anayasal durum üzerine, izlenmesi gereken yol ve yöntem üzerine ve anayasal hedef üzerine. Bu üç katmanlı kirlilik, 15 Temmuz darbe girişimi öncesi pek yaygındı; OHAL ortam ve koşullarında dayatılan anayasa değişiklik sürecinde bir yöntem olarak kullanıldı; bugün de bu üçlü bilgi kirliliği geçerli: Birincisi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin (CBHS) ne olduğu ve olmadığı konusunda: CBHS’nin sürdürülemez özelliği, bir yıllık uygulama ile gün ışığına çıktı; seçilmişlerin başladığı tartışma, Saray atanmışları tarafından bastırıldı. İkincisi Saray’da açıklanan Yargı Reformu Strateji Belgesi, yaygın ve sistematik adil yargılanma hakkı ihlallerini gölgeleyici bir özelliğe de sahip. Üçüncüsü anayasal hedef konusunda: İnsan haklarına dayanan demokratik ve laik hukuk devleti, anayasal denge ve denetim düzenekleri eşliğinde, hesap verebilir bir hükümet öngören parlamenter rejime dönüş hedef olmalı. Buna karşın, Saray atanmışlarının, “gerekirse Meclis’in güçlenmesini de biz sağlarız; bin yıl sonra da CBHS geçerli olacak…” vb. açıklamaları, anayasal hedef kirliliğini devlet organları eliyle sürdürme iradesinin dışa vurumu.
  16. “Yerleşme ve seyahat hürriyeti” başlıklı Anayasa m.23’e göre; “Herkes, yerleşme ve seyahat hürriyetine sahiptir. Yerleşme hürriyeti, suç işlenmesini önlemek, sosyal ve ekonomik gelişmeyi sağlamak, sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek ve kamu mallarını korumak; Seyahat hürriyeti, suç soruşturma ve kovuşturması sebebiyle ve suç işlenmesini önlemek; Amaçlarıyla kanunla sınırlanabilir”. İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Ek 4 Numaralı Protokol’ün “Serbest ulaşım özgürlüğü” başlıklı m.2’ye göre; “1. Bir devletin ülkesi içinde usulüne uygun olarak bulunan herkes, orada serbestçe dolaşma ve ikametgahını seçebilme hakkına sahiptir. 2. Herkes, kendi ülkesi de dahil, herhangi bir ülkeyi terk etmekte serbesttir. 3. Bu haklar, ancak ulusal güvenlik, kamu emniyeti, kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, sağlık ve ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için, demokratik bir toplumda zorunlu tedbirler olarak ve yasayla öngörülmüş sınırlamalara tabi tutulabilir. 4. Bu maddenin 1. fıkrasında sayılan haklar, belli yerlerde, yasayla konmuş ve demokratik bir toplumda kamu yararının gerektirdiği sınırlamalara tabi tutulabilir”. Pasaport Kanunu’nun 2. maddesinin 1. fıkrasına göre; Türk vatandaşları ile yabancıların Türkiye Cumhuriyeti’ne girebilmek ve Türkiye Cumhuriyeti’nden çıkabilmek için yolcu giriş ve çıkış kapılarında bulunan polis makamlarına ibraz etmeleri gereken belgeye pasaport denir. Yurtdışına seyahat etmek isteyen her Türk vatandaşı pasaport adlı belgeye sahip olmalıdır. Bazı yabancı ülke vatandaşları yurda giriş veya yurttan çıkış yaparken kimlikleri ile seyahat edebilirler. Türkiye Cumhuriyeti yasal gerekçeleri oluştuğu takdirde; bir Türk vatandaşının veya yabancının seyahat etmek için kullandığı belgeye elkoyabilir, onun ülkeye girmesine veya ülkeden çıkışına izin vermeyebilir. Bu engel, Pasaport Kanunu’ndan veya 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’ndan kaynaklanabilir. Çünkü Anayasa m.13’e göre, yasal ve haklı dayanak olmadan kimsenin seyahat hürriyeti engellenemez. Ancak uygulamada; 20 Temmuz 2016 tarihinde olağanüstü halin ilan edilmesiyle başlayan süreçte pasaport iptallerinin yoğunlaştığı, gerek 667 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ve gerekse de bu dönemde çıkarılan KHK’larla ihraç edilenlerin pasaportlarının iptal edilerek, seyahat özgürlüklerinin engellendiği görülmektedir. 1- Bireyin seyahat hürriyeti; bir suçun iddiası ile başlatılan soruşturma kapsamında sulh ceza hakimliği veya kovuşturmada mahkeme tarafından, CMK m.109’da öngörülen şartların gerçekleşmesi kaydıyla kısıtlanabilir ki, bu tedbirin adına “adli kontrol” denir. Adli kontrol tedbirinin amacı, şüphelinin veya sanığın adaletten kaçmasını veya delil karartmasının önüne geçmektir. Burada bireyin pasaportunun elinden alınması veya iptali olmayıp, yalnızca bir suça bağlı soruşturma veya kovuşturma nedeniyle yurtdışına çıkışı engellenmektedir. 2- Pasaport Kanunu’nun “Pasaport veya vesika verilmesi yasak olan haller” başlıklı 22. maddesinin birinci ve son fıkralarına göre; “Yurt dışına çıkmaları; mahkemelerce yasaklananlara, memleketten ayrılmalarında genel güvenlik bakımından mahzur bulunduğu İçişleri Bakanlığınca tespit edilenlere ve terör örgütlerine aidiyeti, iltisakı veya irtibatı belirlenen yurtdışındaki her türlü eğitim, öğretim ve sağlık kuruluşları ile vakıf, dernek veya şirketlerin kurucu ve yöneticisi olduğu veya bu yerlerde çalıştığı İçişleri Bakanlığınca tespit edilenlere pasaport veya seyahat vesikası verilmez. Ancak, yabancı memleketlere gitmeleri mahkemelerce yasaklananlar dışında kalanlara, zaruri hallerde Cumhurbaşkanının onayı ile pasaport veya pasaport yerine geçen seyahat vesikası verilebilir. (…) Pasaport veya pasaport yerine geçen vesikaları kaybedenlerden, bunu haklı bir sebebe dayandıramayanlarla bulundukları ülkelerden sınır dışı edilmiş olanlara, bu ülkelerden çıkarılış sebepleri gözönünde tutularak pasaport veya vesika verilmeyebilir”. Pasaport Kanunu’ndan kaynaklanan iptalin sebebi, 22. maddenin birinci fıkrası ile son fıkrasında gösterilmiş olup, ancak bu şartların gerçekleşmesi halinde bireye pasaport veya seyahat vesikası verilmez. Bu tedbire karşı idari yargı yoluna başvurulabilir. 3- Asıl sorun şu an yürürlükte olmayan 667 sayılı KHK’nın 5. maddesinden kaynaklanmaktadır. Uygulama; bu KHK’nın 6749 sayılı Kanunla değiştirilerek kabul edilip onaylandığı, bu nedenle de 6749 sayılı Kanunun 5. maddesi uyarınca pasaport iptallerinin mümkün olabileceği, yalnızca 667 sayılı KHK m.5/1’de yer alan “iptal edilir”yerine, “iptal edilebilir” ibaresinin kullanıldığı, bu yolla pasaport iptalinin zorunluluğunun kaldırıldığı ve kamu otoritesine takdir yetkisi tanındığı görüşünü benimsemektedir. Bu düşünceye katılmamaktayız; çünkü 667 sayılı KHK, olağanüstü halin kaldırıldığı 18.07.2018 tarihi itibariyle yürürlükten kalkmıştır. BU KHK’nın siyasi denetimini yapıp değiştirerek kabul eden Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çıkardığı 6749 sayılı Kanun, şu an yürürlükte olan bir kanun olarak tatbik edilemez. 6749 sayılı Kanun; yalnızca 667 sayılı KHK’nın Meclis denetimini yapmış, yoksa şekil veya esas yönünden bir kanun olarak düzenlenmeyen 667 sayılı KHK’yı “kanun” haline getirmemiştir. Uygulamada, bizce hatalı şekilde 667 sayılı KHK’nın, 6749 sayılı Kanunla kanunlaştığından bahisle tatbikine devam edildiğini görmekteyiz. Gerek 667 sayılı KHK’nın “Amaç ve kapsam” başlıklı 1. maddesi ve gerekse 6749 sayılı Kanunun “Amaç ve kapsam” başlıklı 1. maddesi dikkate alındığında, görüşümüzün doğru olduğu anlaşılmaktadır. Bu maddelere göre; “Bu Kanunun amacı, 20/7/2016 tarihli ve 2016/9064 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla ülke genelinde ilan edilen olağanüstü hal kapsamında, darbe teşebbüsü ve terörle mücadele çerçevesinde alınması zaruri olan tedbirler ile bunlara ilişkin usul ve esasları belirlemektir”. Savunduğumuz görüşün uygulamada benimsenmediği, fakat mevcut durumda da bu 5. maddenin lafzına uygun tatbik edilmediği görülmektedir. Milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen yapılara veya terör örgütlerine üyeliği veya iltisakı veya bunlarla irtibatı sebebiyle haklarında idari işlem tesis edilenler ile aynı gerekçe ile suç soruşturması veya kovuşturması yürütülenlerin pasaportları iptal edilebilmektedir. Pasaportu iptal edildiği sırada yurtiçinde bulunan kişinin pasaport iptali ilgili emniyet birimine davetle, yurda giriş veya yurttan çıkış yapmak isteyenin pasaportu ise pasaport kontrol noktasında elinden alınır, bu husus tutanağa bağlanır ve gerekçesi ilgiliye bildirilir. Pasaportu iptal edildiği sırada yurtdışında olup da elçiliğe veya konsolosluğa gittiği veya bulunduğu sırada pasaportu elinde alınan kişi yurda dönmek istediği takdirde, kendisine geçici nitelik taşıyan ve pasaport yerine geçen seyahat belgesi verilir. Tüm bu işlemlere karşı 60 günlük sürede idari yargı yoluna başvurulabilir. “İdari işlem” kavramından kasıt, kamu görevinden ihraçlardır. Olağanüstü hal döneminde bu ihraçlar idari soruşturmalar ve KHK’lar kapsamında olmuştur, şu anda da 7145 sayılı Kanunun 26. maddesi ile 375 sayılı KHK’ya eklenen Geçici Madde 35 gereğince, üç yıl süre ile devam etmektedir. Milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı veya terör örgütü ile üyeliği veya iltisakı veya bunlarla irtibatı nedeniyle önce ihraç edilip, sonra göreve iade edilenlerin pasaport iptalleri kalkar. Kamu görevinden ihraçları KHK nedeniyle olduğunda veya bir idari soruşturma kapsamında olup da görevlerine iade edilmeyen kişi, hakkında yürütülen soruşturma veya kovuşturmada aklandığında ne yönde hareket edilmelidir? Bu kişi, aklandığından bahisle görevine derhal dönemez. İhraç edilen kişi hakkında, ya OHAL İnceleme Komisyonu veya kanun veya Cumhurbaşkanlığı kararnamesi veya yargı kararı ile göreve iade kararı verilmelidir. Bu durumda kişi, pasaport alıp kullanma hakkını yeniden elde edecektir. Belirtmeliyiz ki; 6749 sayılı Kanunun 5. maddesi kapsamında yalnızca kamu görevlilerinin değil, kamu görevlisi olmayanların da suç soruşturması veya kovuşturması sebebiyle pasaportlarının iptal edilebildiği anlaşılmaktadır. Suç soruşturması veya kovuşturması lehine biten kişinin pasaport iptalinin kalkacağı ve tekrar pasaport alıp kullanma hakkını elde edeceği tartışmasızdır. Pasaportu iptal edilen ve görevine iade edilemeyen kişinin pasaport durumu ne olacaktır? Bir görüşe göre; 6749 sayılı Kanunun 5. maddesi ile 375 sayılı KHK’ya eklenen Geçici Madde 35’den kaynaklanan iptaller geri alınmadıkça, pasaportu iptal edilen kişiye hususi veya umumi pasaport verilemez. Bu görüşe katılmadığımızı ifade etmek isteriz. Kamu görevi nedeniyle hususi pasaportu iptal edilen kişinin umumi/genel pasaport alabilmesi mümkündür. Bir an için 6749 sayılı Kanunun 5. maddesinin birinci fıkrasında yer alan “aynı gerekçeyle haklarında suç soruşturması veya kovuşturması yürütülenler” ibaresinden hareketle, kamu otoritesinin genel pasaportu da iptal edebileceği ileri sürülebilir. 5. maddenin yürürlükte olmadığını, bu maddeye dayanarak pasaport iptal edilemeyeceğini, pasaport iptalinin ancak Pasaport Kanunu m.22 veya 375 KHK’ya eklenen Geçici Madde 35 uyarınca yapılabileceğini belirtmekle birlikte, uygulamada 6749 sayılı Kanunun 5. maddesinden hareketle hala pasaport iptallerinin yapıldığı ve maddede gösterilen olumsuz şartlar ortadan kalkmadıkça da ilgiliye pasaport verilmediği görülmektedir. Bu uygulamanın doğru olmadığını söylemeliyiz, ancak 6749 sayılı Kanunun yalnızca 667 sayılı KHK’nın Meclis denetiminden geçtiğine dair bir düzenlemenin ötesinde tatbik edilebilir hükümler içerdiği kabul eden görüşün benimsendiği durumda da, pasaport iptallerinin zorunlu olmadığını 5. maddede “iptal edilebilir” ibaresine yer verildiğini, burada gösterilen şartlar son bulduğunda da ilgiliye pasaport verilmesi gerektiğini ifade etmek isteriz. Son Olarak; Yerleşme ve seyahat hürriyetini güvence altına alan Anayasa m.23’ün ikinci ve üçüncü fıkralarında; seyahat hürriyetinin suç soruşturması ve kovuşturması sebebiyle ve suçun işlenmesini öncelemek amaçlarıyla kanunla sınırlanabileceği, vatandaşın yurtdışına çıkma hürriyetinin ise suç soruşturması ve kovuşturması sebebiyle hakim kararına bağlı olarak kısıtlanabileceği belirtildiğinden, olağanüstü halin bitip, olağan hukuk düzenine geçildiği durumda “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” başlıklı m.13’ün dikkate alınması gerekeceği, bu kapsamda seyahat hürriyetinin suç soruşturması veya kovuşturması veya suç işlenmesinin önlenmesi için kanunla sınırlanabileceği, Türk vatandaşlarının yurtdışına çıkma hürriyetinin ise, ancak suç soruşturması veya kovuşturmasından dolayı hakim kararına bağlı olarak kısıtlanabileceği, Anayasanın bu hükmünün, yani m.23/4’ün adli kontrol tedbirine işaret ettiği, m.23/3’ün ise “suçun işlenmesini önlemek” ibaresi çerçevesinde kanunda gösterilmesi şartıyla idari tedbire konu edilebileceği, bunun dışında ortada suç soruşturması veya kovuşturması olmadıkça vatandaşların seyahat hürriyeti ve pasaport alma hakkında engel koyulamayacağı, aksi düzenleme ve uygulamaların Anayasaya aykırı olacağı, Anayasa m.11 gereğince Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü tartışmasızdır.
  17. Son mahallî idare seçimlerine kadar, 15 Temmuz darbe girişimini izleyen olağanüstü hal döneminde kanun hükmünde kararnâmeyle (KHK) görevlerine son verilen kamu görevlilerinin dramı hakkında toplumun genelinde yeterince farkındalık oluşmuş değildi. Söz konusu kişilerin bazılarının bu seçimlerde muhtelif belediye başkanlıklarını kazandıkları halde görevi üstlenmelerine izin verilmemesi daha fazla kişinin bu meselenin ciddiyetini kavramasına yol açmış olmalıdır. Yüksek Seçim Kurulu’nun 10 Nisan’da konu hakkında verdiği karara bakılırsa, bu şekilde olağanüstü hâl KHK’sıyla görevine son verilen kamu çalışanları bir daha herhangi bir kamusal kurumda görev alamazlar. Dolayısıyla, seçimi kazanmış olsalar bile bu durumdaki kişiler belediye başkanı da olamazlar. Daha önce de, ‘’KHK’lı’’ diye anılan bu kişilerin kamusal görev alamayacaklarına dair kimi yargısal kararlar verilmişti. İlk olarak şunu tespit edelim: Kişilerin hem bir kanun hükmünde kararnâmeyle (KHK) kamu görevinden temelli olarak çıkarılması, hem de olağanüstü KHK’yla yapılan bir düzenlemenin olağanüstü hâl kalktıktan sonra da halâ etkisini sürdürmesi açıkça hukuka aykırıdır. Bunun birçok nedeni var. İlk olarak, bir hukuk devletinde hiç kimse bir mahkeme kararı olmadan haklarından yoksun kılınamaz. Sadece keyfî bir idarî kararla değil, bir düzenleyici işlemle, hatta bir kanunla bile kişilerin anayasal hakları ellerinden alınamaz. İkinci olarak, olağanüstü hâl dönemlerinde alınan hak durdurucu veya kısıtlayıcı tedbirler münhasıran o dönemin istisnaî şartlarının ürünüdürler, dolayısıyla etkileri geçici olmak durumundadır. Yani, bu gibi kısıtlayıcı tedbirler kalıcı hale getirilemezler, bunların etkisi olağan döneme geçilince sona ermek gerekir. Üçüncü olarak, KHK’yla görevine son verilen bir kamu çalışanının bilâhare seçimle gelinen bir kamusal görev için girdiği yarışı kazandığı halde bu görevi üstlenmesine izin verilmemesi ‘’hukukî güvenlik ve öngörülebilirlik’’ olarak bilinen temel hukuk ilkesinin açık bir ihlâlidir. Hukuk devleti kişilerin kamusal görevlere seçilebilmek için taşımaları gereken şartların önceden kanunlarla belli edilmiş olmasını ve bu şartları taşımayan kişilerin adaylık başvurusunun daha baştan reddedilmesini gerektirir. Böyle yapılmayıp da adaylık başvurusu kabul edilen kişi seçimi kazandığında gerekli şartları taşımadığı bahanesiyle bu görevi üstlenmesine izin vermemek bir hukuk devletinde kabul edilemez. Burada ironik olan, hukukun bu evrensel ilkesini ihlâl eden merciin, teknik anlamda bir ‘’mahkeme’’ olmasa da yüksek yargıçlardan oluşan bir kurul, yani Yüksek Seçim Kurulu, olmasıdır. Öte yandan, Yüksek Seçim Kurulunun bir olağanüstü hal KHK’sıyla kamu görevinden çıkarılan kişilerin bir daha kamu görevine giremeyecekleri gerekçesiyle bazı seçilmiş belediye başkanları veya belediye meclisi üyelerinin mazbatalarını vermekten imtina etmesi sadece hukuk devletine değil demokrasiye de aykırıdır. Demokratik rejimlerde seçimle gelinen kamusal makamlara kimlerin uygun olduğuna sadece seçmenler karar verebilir ve prensip olarak seçmenlerin bu kararını hiçbir makam, merci veya kişi geçersiz kılamaz. İlgili kamu (yerine göre, ‘’yurttaşlar’’ veya ‘’hemşeriler’’) tarafından bir kamusal görevi üstlenmesi uygun görülen bir yurttaşın o makama getirilmemesi, ancak onun seçilme ehliyetine sahip olmaması veya bir mahkeme kararıyla kamusal haklarından yoksun kılınmış olması halinde mümkündür. Ama bu durumda da zaten -yukarıda belirtildiği gibi- o kişinin adaylık başvurusunun en başta reddedilmesi gerekirdi. Tartışma konusu örneklerde ise seçilmeye ehil olmama veya kamusal haklardan yoksunluk durumları söz konusu olmadığına göre (veya olmadığı sürece), seçilmiş kişilerin aday oldukları kamusal görevi üstlenmelerine engel olunması demokrasi ilkesini de ‘’darbe’’lemek anlamına gelir. Sorunu ilkeler düzeyinde gözden geçirdikten sonra, şimdi de bu ‘’KHK’lılar sorunu’’nun nereden kaynaklandığını ve bu hukuksuzluğun üstesinden nasıl gelinebileceğini ele alalım. Hatırlanacağı üzere, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin bastırılmasını takiben 20 Temmuz’da o zamanki anayasal hükümlere göre cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kurulu bütün ülkede ‘’olağanüstü hâl’’ ilân etmiş ve ardından anayasal temel hakların neredeyse tümüyle ilgası sonucunu doğuran tedbirleri uygulamaya koymuştu. Bu arada, önce 22 Temmuz’da çıkarılan 667 sayılı olağanüstü hâl KHKsı, “terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum ve gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı” olduğu varsayılan kamu görevlilerinin idarî kararlarla kamu görevinden çıkarılmalarına dayanak oluşturmuştur. Bu konuda daha sonra çıkarılan KHK’lar ise yine aynı gerekçeyle fakat ayrıca bireysel idarî kararlar alınmasına gerek olmadan ekli listelerinde isimleri belirtilen kişilerin doğrudan doğruya kamu görevinden çıkarılmalarını öngörmüşlerdir. Böylece, olağanüstü hâl süresince çok sayıda kamu görevlisi doğrudan doğruya KHK’yla veya bir KHK’ya dayanan idarî kararlarla kamu görevinden temelli olarak çıkarılmıştır. Emekliliği hak edenleri bile bu haktan yararlandırılmadıkları ve sivil alanda çalışmaları da çoğu zaman engellendiği için, aralarında akademisyenler ile hâkim ve savcıların da bulunduğu bu kişiler şimdiye kadar inanılmaz mağduriyetler yaşadılar ve yaşamaya da devam ediyorlar. Bunların yargı mercileri önündeki hak arayışları da maalesef genellikle sonuçsuz kalmıştır. Danıştay ve idare mahkemeleri olağanüstü KHK’lara dayanılarak yapılan işlemleri denetlemeye yetkili olmadıkları yolunda kararlar verirken, Anayasa Mahkemesi de 669 sayılı KHK’ya karşı açılan bir davada, yerleşik eski içtihadından ayırılarak bu KHK’ları denetlemeye kalkışmasının Anayasanın 148. maddesine aykırı olacağına hükmetmiştir (Bkz., AYM 12.10.2016 gün ve E. 2016/166, K. 2016/159 sayılı kararı, RG, 04.11.2016). Peki, hak arama çabaları bu şekilde akamete uğrayan ve bu arada seçildikleri yerel yönetim görevlerine başlatılmayan KHK mağdurlarının yapabileceği başka bir şey yok mudur?… Bence vardır. Eğer Anayasa Mahkemesi YSK’yı ‘’mahkeme’’ olarak kabul ediyor olsaydı, ilk akla gelen çözüm, TBMM tarafından onaylanarak kanunlaştırılmış olan KHK’lar bakımından bu sorunun def’i yoluyla Anayasa Mahkemesinin önüne getirilmesi olurdu. Bu yolla, Anayasa Mahkemesinin, olağanüstü dönemde çıkarılmış olan KHK’ların etkisinin olağan dönemde devam etmesini öngören düzenlemenin Anayasaya ve anayasal düzenin temelini oluşturan ‘’hukuk devleti’’ ilkesine aykırı olduğuna karar vermesi sağlanabilirdi. Burada daha somut olarak yüksek mahkemeden beklenen, onay kanununu iptal etmesi veya en azından kamu görevinden temelli çıkarmaya ilişkin hükümlerin artık geçerliliğini yitirdiğini tespit etmesi olurdu. Belirtmek gerekir ki, böyle bir başvuru ihtimalinde Anayasa Mahkemesinin en azından def’i yolu bakımından seçimlerle ilgili ‘’şikâyet ve itirazları kesin olarak karara bağlama’’ (Any. m. 79/2) yetkisine sahip olan Yüksek Seçim Kurulunu “mahkeme” olarak kabul etmesi gayet makul olurdu. İkinci yol, bireysel başvuru yoludur. Anayasa Mahkemesi her ne kadar 2016 yılında olağanüstü hâl KHK’larını denetlemeye anayasal olarak yetkili olmadığına karar vermiş ise de, seçildikleri halde görevlerine başlatılmayan KHK mağduru belediye başkanları ve belediye meclisi üyelerinin bu konuyu bireysel başvuru yoluyla Anayasa Mahkemesi’nin önüne götürmelerine bir engel yoktur. Diğer KHK mağdurları da, gerekirse yeniden göreve başlatılmak için eski kurumlarına başvuru yaptıktan sonra, bu yola başvurabilirler. Bu başvurular üzerine Anayasa Mahkemesi söz konusu seçilmiş kişilerin göreve başlatılmamasına ilişkin YSK kararının AİHS’nin Ek 1 No.lu Protokolünde ve Anayasamızın 67. maddesinde tanınan “serbest seçim hakkı”nı ihlâl ettiğine karar verebilir. Hatta Mahkeme daha da ileri bir adımla, bir bakıma ‘’devrimci’’ bir yorum yaparak, ‘’davaya bakan mahkeme’’ sıfatıyla defi yolunu işletip söz konusu KHK hükümlerini Anayasaya aykırılık gerekçesiyle iptal de edebilir. Bugünün şartlarında bu hayalci bir beklenti olarak görünebilir, ama eğer Türkiye normalleşecekse Anayasa Mahkemesi eninde sonunda içtihadını özgürlük ve haklar yönünde değiştirmek zorundadır. Sonuç olarak, başta avukatlar olmak üzere uygulamacı hukukçularımızı, bu yazıda ana hatlarını ortaya koyduğum KHK’lılar sorununun muhtemel çözüm yollarıyla ilgili teknik ayrıntılar üstünde daha ayrıntılı olarak düşünmeye davet ediyorum. Yasama organının özgürlükçü bir yola girerek söz konusu KHKları kaldırması şimdilik uzak bir ihtimal olduğuna göre, öyle görünüyor ki, ‘’KHK’lılar’’ın dramına bir son vermeyi ve bu arada yerel yönetim seçimlerini yeniden anlamlı kılmayı sahiden istiyorsak, Anayasa Mahkemesini ‘’hak-eksenli’’ düşünmeye ikna etmekten başka bir çaremiz yoktur.
  18. 15 Temmuz sürecinden bu yana cezalandırma kriteri olarak bir çok delil kullanıldı. Yaklaşık 3. Yılına varmak üzere olan yargılamalarda elde kalan en büyük delillerden biri “ Bank Asya” oldu. Bank Asya’nın delil olarak niteliği ile ilgili söylenebilecek bir çok şey var fakat bu yazımda sizlere somut olarak yardımcı olabilmek adına devam eden yargılamalardaki gelişen kriterlerden bahsetmeye çalişacağım. Öncelikle yargı makamları; 01/12/2013-30/06/2014 tarihleri arasındaki dönemde Bank Asya nezdinde 334.123 adet hesabın açıldığı, hesap açılışlarının 06/01/2014 tarihinden itibaren artış gösterdiği, en fazla hesap açılışının 30/01/2014 tarihinde 6.069 adet olarak gerçekleştiği, açılan hesap sayısındaki artışın bir yönlendirmenin neticesi olabileceğini değerlendirmektedir. Bir kişi, bu örgütsel çağrı üzerine bankaya el konulmamasını sağlamaya yönelik bankada hesap açtırmış ve subjektif olarak maddi gelir durumuna göre önemli kabul edilebilecek bir miktarı yatırmış veya daha önce var olan hesabına bu tarihten sonra sadece bu amaçla para yatırmış ve belirli bir süre bu parayı çekmemiş ise, bu eylem örgüt üyeliğinin kabulü için gerekli olan çeşitlilik, yoğunluk, süreklilik kriterlerine uyan bir eylem olarak kabul edilecek ve buna uyan diğer eylemleri de var ise üyeliğin unsurları gerçekleşmiş olacak, başkaca eylemi yoksa bu haliyle örgüte yardım veya terörizmin finansmanı niteliğinde olup olmadığı, sanığın bu örgütün terör örgütü olduğunu ve örgüt liderinin talimatını bilerek bu parayı yatırıp yatırmadığını değerlendirmektedir. Hesabın açılma tarihi, para yatırılma tarihi, yatırılan miktar, paranın hesapta tutulma süresi, paranın hesaptan çıkış nedeni bu kriter kapsamında değerlendirilerek, paranın bankacılık faaliyeti kapsamında mı yoksa örgüte yardım amacıyla mı yatırıldığı, sanığın kastının ne olduğu belirlenecektir. Ayrıca kastın belirlenmesinde sanığın FETÖ/PDY liderinin talimatını bilebilecek kadar örgütle iltisakının bulunduğuna yönelik delillerin olması da değerlendirilecektir. Talimat öncesi dönem olan 01/01/2013-25/12/2013 tarihleri arasında kişinin bu bankayı aktif olarak kullanıp kullanmadığı, tasarruf amacıyla para yatırmasının olup olmadığı, 2014 yılı başından itibaren yatırılan para ile çıkan paranın orantılı olup olmadığı, bankacılık faaliyeti kapsamında hesabına otomatik ödeme, kredi kartı ödemesi, okul taksidi gibi rutin harcamalarını aşan miktarda para yatırıp yatırmadığı, 2015 yılı Mayıs Ayında TMSF tarafından bu bankaya el konulması sonrasında bu bankada tasarruflarının devam edip etmediği kişi bazında ayrı ayrı değerlendirilecektir. Haklarında örgüt üyeliği, örgüt üyesi olmamakla beraber örgüte yardım eden veya terörizmin finansmanı suçundan dava açılan sanıklar yönünden; bu örgütün terör örgütü olduğunu bildikleri, bankaya para yatırılması yönünde yapılan örgütsel çağrıyı duydukları, bu örgütsel çağrı üzerine terör örgütünün finans kaynağı olan bankayı el konulacak noktaya düşürmemek amacıyla örgütsel refleks ile para yatırdıkları kanaati oluşması gerekmektedir. Tüm bu kriterler dikkate alındığında savunmalarınızda; Hesaba para yatırıldıktan kısa süre sonra çekilmiş olması, Kişinin sosyal ve kişisel durumu dikkate alındığında talimatı bilebilecek konumda olmaması, Rutin bankacılık işlemlerinden ziyade bir durumun söz konusu olmadığı, 2014 yılı başından itibaren yatırılan para ile çıkan paranın orantılı olup olmadığı, Bankacılık faaliyeti kapsamında hesabına otomatik ödeme, kredi kartı ödemesi, okul taksidi gibi rutin harcamalarını aşan miktarda para yatırılmadığı, 2015 yılı Mayıs Ayında TMSF tarafından bu bankaya el konulması sonrasında bu bankada tasarruflarının devam etmediği hususlarının üzerinde özellikle durulmalıdır.
  19. Yargıtay Birinci Başkan Vekili ve Yargıtay Ceza Genel Kurulu Başkanı Abdulhalik Yıldız, Şubat ayı sonunda gerçekleşen Yargıtay faaliyetlerine ilişkin 2018 yılı değerlendirme ve 2019 yılı hedeflerinin paylaşıldığı toplantıda, ByLock’a ilişkin sorular yöneltilmesi üzerine, Genel Kurul önüne gelen bir dosyada karar verildiğini; özetle Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin 2017/3 Karar sayılı ilk derece mahkemesi sıfatıyla verdiği kararı onadıkları 26.09.2017 tarihli Ceza Genel Kurulu kararından üç ay sonra ortaya çıkan Morbeyin ayıklaması durumu da gözetilerek, artık ByLock kullanımının tespit edilmesine dair operatör(BTK-CGNAT) kayıtlarının yeterli görülmediğini, sanığın ByLock ağına dahil olduğunu gösteren Kullanıcı Kimlik Numarası(User-ID), kullanıcı adı ve şifrenin belirlenmesinin zorunlu olduğuna karar verdiklerini belirtmişti. Ayrıca kararın Yargıtay Dergisi’nde yayınlanacağı açıklanmıştı. Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin bozma kararlarından birkaçına Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın itiraz ettiği zaten Daire tarafından yayınlanan kararlardan biliniyordu. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesi’nin bir dosyasının Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan iade edilmesi üzerine, bozulmasına karar verilen ve onanması yönündeki itiraza konu kararın anılan istinaf mahkemesinin 2017/904 Esas, 2017/1386 Karar sayılı 17/07/2017 tarihli kararı olduğu anlaşıldı. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun beklenen kararı sosyal medyada yayınlandı. Kararda, ilgili dosyada hükme esas alınan ve Yargıtay aşamasında dosyaya gelen deliller -ByLock başta olmak üzere- bir bütün halinde değerlendirilerek, özel daire bozma kararının kaldırılmasına ve istinaf başvurusunun esastan reddi kararının, dolayısıyla sanık hakkında TCK 314/2. Madde uyarınca verilen 6 yıl 3 ay netice cezanın onanmasına karar verildi. Her ne kadar Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararları bilinenin/yorumlananın aksine olaya/dosyaya özgü bağlayıcı olup, içtihat bağlayıcılığı olmasa da özel dairelerce ve adliye mahkemelerince uygulamada birleştirici olması yönünden genel olarak benimsendiği bilinmektedir. Kararın FETÖ/PDY davaları açısından yeni bir referans olup olamayacağını ve Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin bozma hükmünü kaldırması karşısında içeriği itibariyle yapılan yargılamalara, istinaf ve temyiz incelemelerinde uygulamada bir yenilik getirip getirmeyeceğini inceleyeceğiz. Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin itiraza konu 20.02.2018 tarihli 2017/3550 Esas, 2018/564 Karar sayılı kararı incelendiğinde özetle; sanığın bylock kullanıcısı olup olmadığının suçun sübutu açısından belirleyici olması karşısında Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı’nın düzenlediği yetersiz sorgu tutanaklarına dayanıldığı, temyiz aşamasında dosyaya gelen, sanığın bylock kullanıcısı olduğunu bildiren “Tespit ve Değerlendirme Tutanağı”nın CMK’nın 217. maddesi uyarınca duruşmada sanık ve müdafiine okunarak diyecekleri sorulması ile tüm dosya kapsamının bir bütün halinde değerlendirilmesi suretiyle sanığın hukuki durumunun takdir ve tayininin gerektiği belirtilerek bozmaya hükmedildiği, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nca, ilk derece mahkemesi ve istinaf mahkemesinin hükme esas aldığı tanık beyanları kapsamında ByLock Tespit ve Değerlendirme Tutanağı’nın sonuca etkili olmayacağı düşüncesiyle onama kararı verilmesi gerektiği yönünde karara itiraz edildiği, anlaşılmaktadır. Öncelikle kararına itiraz edilen Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin itirazın incelenmesi ve reddine dair 2018/2097 E. , 2018/1582 K. sayılı ilamındaki gerekçesi incelendiğinde özetle; Aşamalardaki beyanları getirtilmeyen ve mahkemece de dinlenmeyen itirafçı ...’ın beyanının, sanığın, örgütün nihai amacının kamuoyunca da bilinebilir hale geldiği dönemden sonraki faaliyetlerine dair bilgi içermemesi, dosyadaki bylock sorgu tutanaklarının bir kısmının ID yoktur bilgisi içermesi karşısında çelişkili oluşması ve nihayet istinaf aşamasından sonra dosyaya gelen ByLock Tespit ve Değerlendirme Tutanağı’nın CMK 217. Madde kapsamında sanığa ve müdafiine okunarak huzurda tartışılması gerektiği belirtilerek itiraz reddedilmiş olup, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na gönderilmiştir. Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararında ise özetle; “Mevcut delillere göre sanığın FETÖ/PDY terör örgütü mensuplarının kullanımına sunulan ByLock iletişim sistemine dahil olduğunun anlaşılmasının yanı sıra, 03.08.2016 tarihli hesap hareketleri inceleme tutanağına göre, FETÖ/PDY silahlı terör örgütü lideri Fetullah Gülen'in Bank Asya'ya para aktarımı yönündeki talimatıyla uyumlu tarih ve biçimlerde sanığın bu bankadaki hesabını kapatmayarak işlem yapmaya devam etmesi, 16.01.2014 tarihinden başlamak üzere, sanığın Polis Akademisinde öğrenciliğinin sona erdiği 2014 yılının Temmuz ayı sonrasındaki dönemi de kapsayacak şekilde 17.11.2014 tarihine kadar her ay düzenli olarak sanığın bilgisi dahilinde hesabına 150 TL yatırılması suretiyle örgüt liderinin emri doğrultusunda hareket etmesi ve aynı örgüte mensup olduğu iddiasıyla hakkında ayrı soruşturma yürütülen ve silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkeleriyle CMK'nın 209, 210 ve 217. Maddeleriyle uygun olarak sanık hakkındaki duruşmada dinlenmesi ya da aşamalardaki tüm savunmalarının getirtilmesi zorunluluğu bulunmayan Muhammet Kürşat Ural'ın, soruşturma aşamasında müdafisi huzurunda alınan ve bir örneği dosyaya konulan ifadelerinde; sanığın sürekli ve periyodik olarak örgüt evine giderek örgütsel toplantılara katıldığını ve "Mehmet" kod adlı örgüt üyesinin 2014 yılında Polis Akademisinden mezun olduktan sonra, kendisine sanıkla aynı ili seçmesi gerektiğini telkin ettiğine ilişkin sanığın görevleri ve yaşam olgularıyla uygunluk arz eden beyanları birlikte değerlendirildiğinde, doğrudan doğruyalık, yüz yüzelik ve sözlülük ilkelerine uygun olarak ve delillere doğrudan temas ederek maddi olguyu denetleyen Yerel Mahkemenin, sanığın FETÖ/PDY silahlı terör örgütüyle organik bağ kurmak suretiyle silahlı terör örgütünün üyesi olduğuna ilişkin mahkûmiyet gerekçesinin; akla, mantığa, bilime ve ulaşılan tecrübelere uygun ve dosya kapsamıyla uyumlu, böylece yasal ve yeterli olduğu,” Bu nedenlerle, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesince, sanığın silahlı terör örgütüne üye olma suçundan mahkûmiyetine ilişkin ilk derece mahkemesince kurulan hükmün usul ve yasaya uygun görülerek verilen istinaf başvurusunun esastan reddine ilişkin hükümde isabetsizlik bulunmadığı, Bu itibarla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının itirazının kabulüne, Özel Dairenin bozma kararının kaldırılmasına, Bölge Adliye Mahkemesinin hükmünün onanmasına karar verilmiştir. Değerlendirmemiz Özel Daire ile Ceza Genel Kurulu’nun görüş ayrılığı, yerel mahkemece hükme esas alınan ve duruşmada tartışılan delillerin suçun sübutuna yeterli olup olmadığıdır. Yargıtay 16. Ceza Dairesi bozma kararına itiraz edilmesi üzerine yaptığı incelemede, kararın onanması gerektiği şeklindeki itiraza konu itirafçı tanık beyanının örgütün nihai amacının kamuoyunca da bilinebilir hale geldiği dönemden sonraki faaliyetlerine dair bilgi içermemesini gerekçe göstererek itiraz nedenleri ile sınırlı olmak üzere yaptığı incelemede tanık beyanlarını suçun sübutuna yeterli görmemiş, bu kapsamda ByLock tespitinin sanığın üzerine atılı suçun sübutu yönünden belirleyici olduğuna hükmederek itirazı reddetmiştir. Sonuç olarak 16. Ceza Dairesi’ne göre mevcut delil durumuna göre dosya sanığının ByLock kullandığı somut olarak ispatlanmadığı sürece sanığın üzerine atılı suç oluşmayacaktır. Öte yandan temyiz incelemesi sırasında dosyaya gelen tutanaklar da ByLock kullanımına ilişkin olduğundan bu belgelerin de CMK’nın 217. Maddesi gereği sanık ve müdafiine okunarak huzurda tartışılması gerektiği belirlenmiştir. Yargıtay Ceza Genel Kurulu ise itiraza konu olmayan Bank Asya kayıtları, temyiz aşamasında dosyaya gelen ve aşamalarda tartışılmayan -dolayısıyla sanığa ve müdafiine savunma hakkı verilmeyen- bir diğer itirafçının beyanlarını, temyiz aşamasında dosyaya gelen ByLock tespit ve değerlendirme tutanağını, ByLock uygulamasının teknik özellikleri ve yapılan tespitlere dair ilgili kurumlardan elde edilen bilgileri bir bütün halinde değerlendirmeye almıştır. Somut anlatımla, Ceza Genel Kurulu, itiraza konu olmayan, özel dairece tartışılmayan hususları da irdelemiştir. ByLock kullanımının somut delillerle kanıtlanmasına dair ByLock USER ID(kullanıcı numarası)’nın tespit edilmesi gerektiği görüşüyle Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin istikrarlı kararları paraleldir. Özel Daire ve Ceza Genel Kurulu bu tespiti zorunlu kılmaktadır. Ancak Yargıtay 16. Ceza Dairesi, yerleşik kararlarında önemli bir ayırıma gitmektedir; 1-Tanığın statüsü.(itirafçı sanık olup olmadığı) 2-Tanık açıklamaları ile ortaya konulan eylemlerin gerçekleşme tarihleri. Her ne kadar gerekçelendirilmemiş olsa da, 16. Ceza Dairesi’nin itirazın reddi kararında tanığın itirafçı tanık olduğunun vurgulanmış olması ve tanık açıklamalarının örgütün nihai amacının kamuoyunca da bilinebilir hale geldiği dönemden sonraki faaliyetlerine dair bilgi içermemesi nedeniyle dosyadaki delil durumu ByLock ispatlanmaksızın ceza mahkumiyetine yeterli görülmemiştir. Yargıtay Ceza Genel Kurulu ise, aksi görüştedir. İlk derece mahkemesinin hükmüne dayanak kabul edilen delillerin usulüne uygun elde edildiği ve huzurda tartışıldığı, bu kapsamda kararda bir isabetsizlik bulunmadığı gerekçesiyle ByLock’un ispatlanmasına ihtiyaç kalmadığı yönündedir. Buna rağmen Ceza Genel Kurulu’nun sanık hakkındaki ByLock tespitlerini ve temyiz aşamasında dosyaya gelen ByLock tespit ve değerlendirme tutanağını, tanık beyanını tartışmaya açması gerekçe ile çelişki oluşturmaktadır. Öte yandan, kararın anılan dosyaya özgü olduğu açıktır. İş bu onama kararı Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin ByLock USER ID’nin tespit edilmesinin zorunlu olduğuna dair içtihatını ortadan kaldıracak nitelikte olmayıp, esasen aynı görüşler tekrar edilmektedir. Ceza Genel Kurulu dosyada hüküm kurmaya elverişli başka deliller varsa yargılamanın makul sürede tamamlanması gerektiğini belirtmektedir. Kararda USER ID ve ByLock’a dair diğer hususların tartışılmış olması kanaatimizce isabetsizdir. Ceza Genel Kurulu anılan delilleri tartışmak için yanlış dosyayı seçmiştir. Sonuç Olarak; Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin sayısı binleri bulan “CGNAT kayıtları tek başına ByLock kullanımını göstermez, kişinin örgütsel gizliliği sağlamak ve haberleşmek amacıyla ByLock sistemine girdiğinin ve bu sistemi kullandığının, User-ID, şifre ve grup elemanlarını içerir ByLock tespit değerlendirme tutanağı ile kesin olarak kanıtlanması zorunludur” şeklindeki içtihatını Yargıtay Ceza Genel Kurulu da benimsemiştir. Salt operatör kayıtlarına(HIS-CGNAT) dayanılarak mahkumiyet kararı verilen sanıklar hakkındaki hükümler bozulacaktır. User ID ve ByLock tespit ve değerlendirme tutanağı olmaksızın, kesin olarak ByLock kullanımından söz edilemez. Hakkında tanık beyanı bulunan sanıklarla ilgili deliller o dosyaya özgü olmak üzere tartışılıp değerlendirilecektir. Salt sohbet toplantılarına katılmak, derneklere üye olmak, örgüte müzahir kurumlarda çalışmış olmak gibi hususlar sanığın sempati boyutunu aşan, örgüte üye olduğunu ispata yeterli deliller olarak kabul edilmeyecektir. Tekraren ve son olarak belirtmek gerekir ki, sadece ByLock kullanımı dayanak kabul edilen veya ByLock delilinin suçun sübutu açısından belirleyici olduğu dosyalarda temyiz aşamasında dosyaya gelen ByLock tespit ve değerlendirme tutanağı/ID bilgileri Yargıtay tarafından incelemeye konu edilmeyecek ve mahkumiyet hükmü CMK 217. Madde kapsamında bozulacaktır. Av. R. Çağlar Dilber
  20. OHAL Komisyonu, KHK ile kamu görevinden çıkarılan personellerin başvurularını incelemeye devam ediyor. OHAL Komisyonu’ndan ret alan kimseler ise Ankara İdare Mahkemelerine başvuruda bulunuyor. Bu başvuruların ağırlıklı olarak ret yönünde sonuçlandığı biliniyor. Ancak başvuruculardan birisi hakkında verilen kabul kararı pek çok ihraç personeli umutlandırdı. Zira verilen kararda başvurucunun sendika, banka, okul ve tanık beyanlarına dayalı kriterleri FETÖ ile irtibat ve iltisaka yeterli olarak görülmedi. FETÖ’ye ait olduğu belirtilen Bankasya’da hesabı bulunan başvurucunun hesap hareketlerinin talimatlı olmadığı ifade edildi. Sendika üyeliği ise kararda hiç belirtilmedi. Okul kriterine dair mahkeme tarafından yapılan açıklamada ise normal bir vatandaştan öte bir bağ kurulamayacağı ifade edildi. Tanık beyanlarına dair yapılan açıklamalarda ise beyanların ikincil ve soyut açıklamalar olduğu ifade edildi. Ayrıca başvurucunun bylock kullanıcısı olmadığı da kişinin lehine olarak değerlendirildi. Ankara İdare Mahkemesi tarafından verilen bu karar diğer ihraç olan kamu personellerini de yakından ilgilendiriyor. Zira aynı durumda olan yüzlerce kişi de KHK ekli listelerine eklendi. OHAL Komisyonu’ndan ret almış bu kişilerin dosyaları da mahkemede görüşülecek ve karara bağlanacaktır. Mahkemenin OHAL Komisyonu kararını iptal etmesi durumunda kişi görevine iade edilecektir. Kaynak
×
×
  • Yeni Oluştur...