İçeriği gör
Aklima

Temyiz Başvuru Dilekçesi Örneği

Önerilen Yorum

Dilekçe, KHK için hazırlanmış. Formatı yanında kullanılabilecek güzel kısımları var.

http://www.kesk.org.tr/wp-content/uploads/2016/09/danistaydavadilekce.doc

 

DANIŞTAY BAŞKANLIĞINA

DAVACI                                            : ……………………………………………….

                                                               (TC. No: ………………………………)

ADRES                                               : …………………………………………………    

  …………………………………………………

DAVALI                                             :1- Başbakanlık-Ankara

                                                           2- Milli Eğitim Bakanlığı- Ankara

                              

DAVA KONUSU                             : 1 Eylül 2016 tarih ve 29818 mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 672 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Eki …. sayılı Cetvelle Devlet Memurluğundan çıkarılmasına ilişkin davalı idarelerin; 

672 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Eki …sayılı Cetvelin tarafım adına İPTALİNE,

Yoksun kaldığım parasal haklarının yasal faizi ile birlikte tarafıma ödenmesine/tazminine,

Duruşma istemimin kabulüne,  karar verilmesi istemleridir.

ÖĞRENME TARİHİ                     : 01 Eylül 2016

OLAYLAR                                         :                             

                1- …………………………………………… görev yapmaktayken 1 Eylül 2016 tarihli mükerrer resmi gazetede yayınlanan dava konusu işlem ile kamu görevinden ihraç edilmiş olduğumu öğrenmiş bulunmaktayım.

                2- Hakkımda hiçbir suçlama ileri sürülmemiş ve 672 Sayılı KHK’da ileri sürülen iddialarla ilgili beni suçlayıcı somut veriler ve devlet memurluğundan  ihraç edilmemin hukuki gerekçeleri var olmamakla birlikte, idarenin bana yönelik suçlamalarının temelinin benim ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,………………………….......................... ……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………durumumla ilgili olabileceğini düşünmekteyim.

Hakkımda herhangi bir soruşturma yapılmadan (usulüne uygun bir soruşturmacı atanmadan, ifadem ve soruşturma sonrası savunmam alınmadan, verilen disiplin cezasına itiraz hakkı tanınmadan, itirazım yüksek disiplin kurullarında görüşülmeden) devlet memurluğundan çıkarılmam, Devlet Memurları Disiplin Kurulları Yönetmeliğine, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa, Danıştay kararlarına, Anayasa Mahkemesinin kazanılmış hakları hüküm altına alan kararlarına, AİHM’in adil yargılama ve hak ihlali yönündeki kararlarına aykırılık oluşturması ve dava konusu işlemle maddi ve manevi zararlarımın oluşması nedeniyle dava açma zorunluğum doğmuştur. 

Dava konusu olay budur. 

                3- Devlet memurluğundan ihraç edilmemle sonuçlanan işlemler dizisi hem açık bir şekilde Anayasaya aykırılık içermekte hem de temel hukuk prensipleri açısından temelsiz ve hukuka aykırı olarak gerçekleşmiştir.

HUKUKSAL DURUM

………………… görev yaparken 672 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Eki …sayılı Cetvelle Devlet Memurluğundan çıkarılmama ilişkin davalı idarelerin işlemi; hukuka ve yasal düzenlemelere aykırıdır.  

Dava konusu işlemle; tarafıma usul hukukuyla tanınan haklar yok sayılmıştır. Şöyle ki: 

Hakkımda herhangi bir soruşturma yapılmamıştır.  …………tarihinde ……. memur olarak göreve başladım. Herhangi bir yasa dışı örgütle kesinlikle ilişkim bulunmamaktadır.

Dava konusu işlem düzenlenmeden önce usulüne uygun bir soruşturmacı atanarak yöntemine uygun bir soruşturma yapılması gerekirdi. 

Danıştay 8. Daire, E: 1994/1044, K: 1994/477, E: 1994/, K: 1994/685 sayılı kararlarında: “Davacı hakkında soruşturmacı atanıp tam anlamıyla usulüne uygun bir soruşturma açılmaksızın doğrudan disiplin amirince savunma ve ifade alınıp her hangi bir rapora bağlanmadan disiplin cezası verilmesinde mevzuata uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle işlemi iptal eden Ankara 7. İdare Mahkemesinin 23.12.1993 tarih ve 1542 sayılı kararının ONANMASINA karar verildi”  biçimindeki gerekçesi iddiamı doğrulamaktadır.

Karardan anlaşılacağı üzere; disiplin soruşturmaları ancak tarafsız bir soruşturmacı tarafından yürütülmesi gerekir. Kaldı ki, hakkımda soruşturma da açılmamıştır.  Yönetimine uygun soruşturma yapılması gerekirdi. Milli Eğitim Bakanlığınca hazırlanan İnceleme ve Soruşturma Rehberinde: “Bir soruşturma yapılırken, hakkında isnat bulunanın göstereceği tanıkların yanında; konuyla ilgili görgü tanıklarının tümünün (genelin) ifadesinin alınması yöntemi; objektifliğe götüren en mükemmel usuldür. Zorlayıcı nedenlerle buna olanak bulunmuyorsa; örneğin yüzlerce tanık varsa, tanık ifadeleri, daha az objektif olan örnekleme yoluyla alınabilir. Örneklemenin de yöntemi ve ölçütü açık açık yazılır. Örneğin; öğretmenler tanık ise; her branştan en çok hizmete sahip olanların,  tanıklar öğrenci ise sınıf listesinin 3. 6. 9. 12. 15. 18. 21. 24. ... 42. sırada bulunanların ifadeleri alındığı raporda belirtilir.”  biçiminde bir yöntemle soruşturma yapılması gerekirken hiçbir soruşturma yapılmamıştır.  Hakkımda soruşturma yapılmalıydı ve soruşturma sonucu düzenlenen raporda getirilen önerilere (tekliflere) göre de savunmam alınmalıydı. 

Anayasa’nın 129. maddesinin: “Memurlar ve diğer kamu görevlileri Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmakla yükümlüdürler.

Memurlar ve diğer kamu görevlileri ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve bunların üst kuruluşları mensuplarına savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası verilemez.

(Değişik üçüncü fıkra: 7/5/2010-5982/13 md.)Disiplin kararları yargı denetimi dışında bırakılamaz.

Silahlı Kuvvetler mensupları ile hakimler ve savcılar hakkındaki hükümler saklıdır.

Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir.

Memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkında işledikleri iddia edilen suçlardan ötürü ceza kovuşturması açılması, kanunla belirlenen istisnalar dışında, kanunun gösterdiği idari merciin iznine bağlıdır.” biçimindeki amir hükmü yok sayılmıştır.  

 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu da Anayasanın amir hükmü doğrultusunda savunma hakkıyla ilgili kural koymuştur. 

Kanunun Savunma hakkı başlığını taşıyan 130. maddesi: “Devlet memuru hakkında savunması alınmadan disiplin cezası verilemez.              

Soruşturmayı yapanın veya yetkili disiplin kurulunun 7 günden az olmamak üzere verdiği süre içinde veya belirtilen bir tarihte savunmasını yapmayan memur, savunma hakkından vazgeçmiş sayılır.”

DANIŞTAY’IN SAVUNMA HAKKI İLE İLGİLİ KARARLARI DA YOK SAYILMIŞTIR

Danıştay 5. D. 7.12.1995 günlü ve E. 1995/3116, K. 1995/3988 sayılı kararında: “... İşlemin tesisinde izlenen yöntem nedeniyle konunun savunma hakkı ile ilgili boyutu üzerinde ayrıca durmak gerekir. Olayda davacı hakkındaki işleme dayanak yapılan 2.6.1994 günlü tutanaktaki suçlamalar idarece, işlemin tesisinden önce bildirilmediği gibi mahkemenin de söz konusu tutanağı davacıya tebliğ etmeden karar verdiği anlaşılmaktadır. Oysa savunma hakkı 1982 Anayasasının 129/1 maddesiyle güvenceye bağlanmış olduğu gibi temel hak ve hürriyetlerle ilgili uluslararası sözleşmelerle de, bu hakkın tanınması ve kullanım yollarının açık tutulması güvenceye alınmıştır. Görülmeyene, bilinmeyene karşı iddia ve savunmada bulunmanın güçlüğü hatta imkansızlığı açıktır. Hakkında, kimi suçlamalar nedeniyle ve bu suçlamalara dayanılarak işlem tesis edilecek ilgiliye, idarenin işlemini gerekli kılan suçlama konularını önceden açıkça bildirerek savunmasını almasının idari işlemlere güveni ve hukuka uygunluk yönünden isabet oranını artıracağı kuşkusuzdur. İdarenin bu yola gitmeden işlem tesis etmesi halinde ise mahkemenin, yasaların özel düzenleme öngördüğü durumlar hariç, ilgili belgeleri davacıya tebliğ edip savunmasını aldıktan sonra hüküm tesis etmesi “adil” ve “hakça” bir yargılamanın temel koşuludur. 

Belirtilen hukuksal durum karşısında mahkemenin sözü edilen tutanağın davacıya tebliği suretiyle savunmasını alarak... edineceği kanaate göre karar vermesi gerekirken... karar vermesinde hukuki isabet görülmemiştir.” demek suretiyle savunma hakkının; anayasadan ve uluslar arası sözleşmelerden kaynaklanan evrensel bir hak olduğunu vurgulamıştır.  Görüldüğü üzere Danıştay 5. D. yukarıdaki kararında savunmanın da yöntemine uygun alınması gerektiği vurgusunu yapmıştır.

Diyelim ki, savunma yeterli görülmeyerek Devlet Memurluğundan Çıkarma cezası verildi. itiraz hakkım vardır. 

Davalı idare, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun Yüksek disiplin kurullarının karar usulü, memurun hakkı başlığını taşıyan 129 madde de:  – (Değişik: 12/5/1982 - 2670/35 md.)              Yüksek disiplin kurulları kendilerine intikal eden dosyaların incelenmesinde, gerekli gördükleri takdirde, ilgilinin özlük dosyasını ve her nevi evrakı incelemeye, ilgili kurumlardan bilgi almaya, yeminli tanık ve bilirkişi dinlemeye veya niyabeten dinletmeye, mahallen keşif yapmaya veya yaptırmaya yetkilidirler.  

                Hakkında memurluktan çıkarma cezası istenen memur, (…) (2) soruşturma evrakını incelemeye, tanık dinletmeye, disiplin kurulunda sözlü veya yazılı olarak kendisi veya vekili vasıtasıyla savunma yapma hakkına sahiptir.” kuralını;  

657 sayılı Devlet Memurları Kanununun Disiplin kurulları ve disiplin amirleri:              başlığını taşıyan 134. maddesi: (Değişik: 2/2/1981 - 2381/2 md.) “Disiplin ve soruşturma işlerinde kanunlarla verilen görevleri yapmak üzere Kurum merkezinde bir Yüksek Disiplin Kurulu ile her ilde, bölge esasına göre çalışan kuruluşlarda bölge merkezinde ve kurum merkezinde ayrıca Milli Eğitim müdürlüklerinde birer Disiplin Kurulu bulunur. (2)              (Değişik: 12/2/1982 - 2670/38 md.) Bu kurulların kuruluş, üyelerinin görev süresi, görüşme ve karar usulü, hangi memurlar hakkında karar verebilecekleri ve disiplin amirlerinin tayin ve tespitinde uygulanacak esaslar ile bunların yetki ve sorumlulukları gibi hususlar Bakanlar Kurulunca çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir’ kuralını;

İtiraz başlığını taşıyan 135 maddesi de: (Değişik: 13/2/2011-6111/113 md.) “Disiplin amirleri tarafından verilen uyarma, kınama ve aylıktan kesme cezalarına karşı disiplin kuruluna, kademe ilerlemesinin durdurulması cezasına karşı yüksek disiplin kuruluna itiraz edilebilir.  İtirazda süre, kararın ilgiliye tebliği tarihinden itibaren yedi gündür. Süresi içinde itiraz edilmeyen disiplin cezaları kesinleşir. İtiraz mercileri, itiraz dilekçesi ile karar ve eklerinin kendilerine intikalinden itibaren otuz gün içinde kararlarını vermek zorundadır.  İtirazın kabulü hâlinde, disiplin amirleri kararı gözden geçirerek verilen cezayı hafifletebilir veya tamamen kaldırabilirler. Disiplin cezalarına karşı idari yargı yoluna başvurulabilir’ kuralını rafa kaldırmıştır. 

657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun değişik 134 üncü maddesine dayanılarak hazırlanan Disiplin Kurulları ve Disiplin Amirleri Hakkında Yönetmeliğin;

Disiplin amirleri ve disiplin kurulu yönetmeliğinin Yüksek Disiplin Kurullarının karar süresi ve usulleri başlığını taşıyan Madde 12 – “Amirlerin memurluktan çıkarma cezasına ilişkin talepleri, soruşturma dosyasının memurun bağlı bulunduğu kurumun Yüksek Disiplin Kuruluna tevdiinden itibaren en geç 6 ay içinde karara bağlanır. 

Yüksek Disiplin Kurulları kendilerine intikal eden dosyaların tetkiki sırasında gerekli gördükleri takdirde ilgilinin sicil dosyasını ve her türlü evrakı incelemeye, kurumlardan bilgi almaya, yeminli tanık ve bilirkişi dinlemeye veya niyabeten dinletmeye, mahallen keşif yapmaya veya yaptırmaya yetkilidirler.”

Kurulların görüşme usulü başlığını taşıyan Madde 13 – “Kurullarda raportörün açıklamaları dinlendikten sonra işin görüşülmesine geçilir. Konunun aydınlandığı ve görüşmelerin yeterliği sonucuna varılınca oylama yapılır. Kurullar oy çokluğu ile ve açık oyla karar verirler. Oylamada çekimser kalınamaz. Başkan oyunu en son kullanır. Oyların eşitliği halinde Başkanın bulunduğu tarafın oyu üstün sayılır. Karar Başkan tarafından açıklanır.

Karar özeti üyeler tarafından imzalanan bir tutanakla tespit edilir.”

ANAYASA MAHKEMESİNİN KAZANILMIŞ HAKLARI HÜKÜM ALTINA ALAN KARARLARINA DA AYKIRILIK OLUŞTURMAKTADIR

Danıştay 1. Dairesi, 13.07.1992 günlü, E: 1992/224; K: 1992/238 sayılı kararında: “Öte yandan gerek öğretide, gerekse uygulamada kişilerin hukuki statülerini belirlemiş ve buna dayalı olarak da yeni hukuki durumların ve hakların elde edilmesine neden olmuş durumların artık geriye dönülmez yani kazanılmış haklar olduğu da bilinmektedir” derken; D. 5. Dairesi, 22.10.1990 günlü, E: 1988/3101; K: 1990/1863 sayılı kararında; “saklı tutulan hakların korunacağı” gerekçesine yer vermiştir. Kararının gerekçesi de iddiamı doğrulamaktadır. 

Danıştay, kazanılmış hak olup olmadığını saptarken genel hukuki durumların kişiler hakkında uygulanıp uygulanmadığını araştırmaktadır. Danıştay’a göre “Kaide tasarruflarla kabul edilen hukuki vakıa ve esaslar ferdi durumlara inkılap etmedikçe müktesep hakların varlığından bahsedilemez” (Danıştay 12. Dairesi 24.01.1966 tarih ve 1966/109 E. DKD 100-102, s.404) başka bir deyimle, gene Danıştay’a göre, “ elde olunmuş bir hakkın bulunduğunun kabul edilebilmesi için objektif bir hukuk kaidesinin kişi hakkında uygulanması veya kendiliğinden uygulanacak hale gelmesi gerekmektedir.”  Diğer bir değişle kişisel işlem sonucu hakkın kazanılması gerçek bir kazanmadır. Kazanılmış hak kişiselleşmiş ve onun malı olmuş olan haktır.

Danıştay haktan belirli bir süre yararlanılmış olunmasını “kazanılmış hakkın” ortaya çıkması için önemli saymaktadır. Nitekim 12. Daire bir kararında “Davacının İngiltere’deki tahsiliyle lise mezunu haklarından yararlanabileceğine Milli Eğitim Bakanlığınca 1947 de karar verilmiş bulunmasına, uzun yıllar bu haktan faydalanan davacı için bu durumun müktesep hak olmasına göre…” diyerek uzun yıllar bir haktan yararlanan davacı için bu durumun “kazanılmış hak” doğurduğunu kabul etmektedir. Ancak dikkat edilmesi gereken husus, haktan belirli bir süre yararlanmış olma durumu hukuka aykırı işlemlerin kazanılmış hak doğurup doğurmadığı hususlarda göz önüne alınmasıdır. Dava konusu somut olayda hukuka aykırı işlemle kazanma değil bilakis hukuka uygun işlemlerle kazanmadan bahsedilmektedir. Hukuka uygun kazanımların korunması elbette hukuka aykırı kazanımların korunmasına göre daha üstün niteliktedir.

a) Öğretideki: “İdarenin takdir yetkisini sınırlayan unsurların başında şüphesiz başta Anayasa olmak üzere kanun, tüzük ve yönetmelik gibi yazılı hukuk kuralları gelir. Takdir yetkisi hiçbir zaman mevzuatın sarih ve emredici hükümlerini münakaşa hakkı vermez.” (ERGUNSU, M. İdarenin Takdir Salahiyeti,As.Ad. D, Yıl 1955, S. 3, s. 180); “İdare, kanunların yapılmasını veya yapılmamasını emrettiği durumlarda yani takdir ve yoruma lüzum göstermeyen hükümlerde kanunları aynen uygulamak zorundadır.” (KARGIN, B. Takdir hakkının Şümulü) biçiminde görüşleri ile D. 5. D. 27.2.1996 günlü, E. 1993/7780, K. 1996/721 sayılı kararındaki: “... Yönetmelik yürürlükte durdukça idarenin, herkese eşit şekilde uygulamak zorunda olması gerektiğini vurgulamak gerekir. Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında da belirtildiği gibi eşitlik ilkesi; aynı hukuki durumda bulunan kişilere hukuk kurallarının aynı şekilde uygulanması anlamını taşımaktadır. Olayda gerek davacı gerek yerine atanan kişi sözü edilen yönetmelikte öngörülen hastane müdürlüğü görevine atanma şartlarına sahip olmama yönünden aynı hukuki durum içinde bulunmalarına rağmen idarece davacı yönünden ise yönetmelik hükmü uygulanmayarak eşitliğe aykırı bir davranış ortaya konulmaktadır. 

Açılan bir davada böyle bir durumun gözardı edilmesi, temel bir Devlet yönetimi ilkesi olan eşitliğe aykırı olduğu kadar, idarenin bu husustaki kural tanımaz ve keyfi davranışına yargının da ortak edilmesi anlamını taşır ki, böyle bir durumun toplumda, Devletin temeli kabul edilen “adaleti” sağlamakla görevli yargı organlarının işlevi ile bağdaştırmak olanaklı değildir. Adalete inancın sarsıldığı toplumlarda mahkemelere güven duygunun da zedelenmesi ve vatandaşlar tarafından yargı yerlerinin giderek işlevsiz bırakılması kaçınılmazdır.  İdarece ortaya konulan bu keyfi uygulama ve böylece söz konusu Yönetmeliğin uygulanamaz hale getirilmiş olması karşısında yargı yerince dava konusu nakil işleminin yargısal denetiminin anılan yönetmelik hükmü yerine nakil konusundaki genel düzenleme olan 657 sayılı Kanunun 76. maddesine göre yapılması ve işlemin bu maddeyle tanınan takdir yetkisi yönünden değerlendirilmesi zorunluluğu doğmaktadır.” biçimindeki gerekçesi iddiamı doğrulamaktadır.

b) Bu durum, Anayasanın Kanun önünde eşitlik başlığını taşıyan 10. maddesinin: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. (Ek: 7.5.2004-5170/1 md.) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” biçimindeki amir hükmüne aykırılık oluşturmaktadır.  

ADİL YARGILAMA HAKKI GÖZETİLMEYEREK HAKKI İHLAL EDİLMİŞTİR

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Adil Yargılama hakkı başlığını taşıyan 6. Maddesi:

“1. Herkes davasının, medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamaların esası konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından, kamuya açık olarak ve makul bir süre içinde görülmesini isteme hakkına sahiptir. Karar alenî olarak verilir. Ancak, demokratik bir toplum içinde ahlak, kamu düzeni veya ulusal güvenlik yararına, küçüklerin çıkarları veya bir davaya taraf olanların özel hayatlarının gizliliği gerektirdiğinde veyahut, aleniyetin adil yargılamaya zarar verebileceği kimi özel durumlarda ve mahkemece bunun kaçınılmaz olarak değerlendirildiği ölçüde, duruşma salonu tüm dava süresince veya kısmen basına ve dinleyicilere kapatılabilir. 

2. Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar masum sayılır. 

3. Bir suç ile itham edilen herkes aşağıdaki asgari haklara sahiptir: 

a) Kendisine karşı yöneltilen suçlamanın niteliği ve sebebinden en kısa sürede, anladığı bir dilde ve ayrıntılı olarak haberdar edilmek;

b) Savunmasını hazırlamak için gerekli zaman ve kolaylıklara sahip olmak;

c) Kendisini bizzat savunmak veya seçeceği bir müdafinin yardımından yararlanmak; eğer avukat tutmak için gerekli maddî olanaklardan yoksun ise ve adaletin yerine gelmesi için gerekli görüldüğünde, resen atanacak bir avukatın yardımından ücretsiz olarak yararlanabilmek;

d) İddia tanıklarını sorguya çekmek veya çektirmek, savunma tanıklarının da iddia tanıklarıyla aynı koşullar altında davet edilmelerinin ve dinlenmelerinin sağlanmasını istemek; 

e) Mahkemede kullanılan dili anlamadığı veya konuşamadığı takdirde bir tercümanın yardımından ücretsiz olarak yararlanmak.”

AİHM’e göre, “İfade özgürlüğü demokrasinin temelinde yer alır, demokrasinin gelişmesinin ve bireyin kendisini gerçekleştirmesinin temel şartlarından biridir. İfade özgürlüğü sadece genel kabul gören veya zararsız ya da ilgilenmeye değmez görünen haber ve düşüncelere değil, aynı zamanda kızdıran, şok edici veya rahatsız edici haber ve düşüncelere de uygulanır; bunlar demokratik bir toplumun olmazsa olmaz unsurları olan çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirliliğin gerekleridir”; Bkz. Castells v. Spain, 23.4.1992. Benzeri bir karar için bkz. Incalv.Turkey, 9.6.1998. bkz. www.echr.coe.int

Özetle, başta Anayasa olmak üzere yasal düzenlemelerle VE YÜKSEK YARGI ORGANLARINCA GEREKÇELENDİRİLMEK SURETİYLE güvence altına alınan usul hukukuna ve maddi hukuka ilişkin haklarım BİR ÇIRPIDA elimden alınmıştır.

KHK’LAR İLE DÜZENLEYİCİ İŞLEM BİREYSEL İŞLEME DÖNÜŞMÜŞTÜR

Hakkımda memuriyetten ihraç düzenlemesi getiren 672 Sayılı KHK içerdiği düzenlemeler olağanüstü hal süresini aşan, olağanüstü halin gerekli kıldığı durumlar dışında ve süreklilik sonucu doğuran genel idari işlemleri içermektedir. Çekirdek alan olarak bilinen dokunma yasağı olan “suç ve cezaların geriye yürütülmesi ve suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlanamaz” ilkeleri ihlal edilmiştir. Ayrıca devlet memurlarının görevden çıkarılması, sonuçları itibariyle olağanüstü hal süresini aşan ve genel idari düzenleme sonucu doğuran bir işlem anlamına gelmektedir.

                Bu yönüyle bakıldığından, 1 Eylül 2016 tarih ve 29818 Mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 672 Sayılı KHK 2.maddesinin (a) bendinde yer alan Ekli 1 sayılı listede adımın yer aldığı kısmın Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına aykırılığından dolayı somut norm denetimi için Anayasa mahkemesine başvurunun yapılması gerekmektedir.

                Danıştay 2. Dairesi, 652 Sayılı KHK ile düzenlenmiş olan ve idari işlem sonucu doğuran işlemlerle ilgili olarak açılmış bulunan ve ilgili KHK’nın idare mahkemesi tarafından iptal talebiyle Anayasa Mahkemesine taşınması yönündeki talebi içeren davanın, yerel mahkeme tarafından esasa geçilmeden incelenmemesi ve reddedilmesi yönündeki yerel mahkeme kararını bozmuş ve verdiği E-2014/8861 ve K-2015/1735 sayılı kararla (EK-1) yerel mahkemenin dava konusunu esastan incelemesi gerektiğini hükme bağlamıştır Danıştay 2. Dairesi, söz konusu kararında şu ifadelere yer vermiştir:

“Kanunlar, Anayasanın öngördüğü yetkili organ tarafından, Anayasada belirtilen usul ve biçimde kabul edilerek yürürlüğe konulan yazılı hukuk kurallarıdır.

1982 Anayasası, yasamayı asli bir yetki olarak öngörmektedir. Yasama organı, kural olarak, anayasaya uygun olmak koşulu ile her konuyu düzenleme kapsamına alabilir. Yasama organının düzenleme yetkisi genel ve asli bir yetkidir.

Yasama organının söz konusu yetkisi çerçevesinde çıkarmış olduğu kanunları, bahse konu yasal düzenlemelerde öngörülen ilkeler çerçevesinde uygulama görevi ise yürütme ve idareye aittir. Buna göre, yürütmenin, kanunların uygulanması görevi ve yetkisinden kaynaklanan düzenleme yetkisi ikincil nitelikte bir yetkidir.

Yürütme ve idare, yasal düzenlemelerle emredilen hususları, “bağlı”, “türevsel” ve “tamamlayıcı” nitelikte düzenlemeler veya işlemler vasıtasıyla uygulamak zorundadır. Bu nedenle, kanunların, ilgili kişi ya da konularla ilgili olarak koymuş oldukları kuralların uygulanabilmesi için yürütme ve idare tarafından harekete geçilmesi zaruridir. Bu husus, kuvvetler ayrılığı ilkesinin de doğal bir sonucudur. Hukuk devletinin unsurları arasında yer alan "idarenin yargı yolu ile denetimi" ve "idarenin kanuniliği" hususları da doğrudan kuvvetler ayrılığı ilkesinin mevcudiyetine bağlıdır.

Yukarıda yapılan açıklamalar dikkate alındığında, 652 sayılı KHK’ya 6528 sayılı Kanun ile eklenen geçici 10. maddenin 8. fıkrasında, Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde görev yapan okul/kurum yöneticilerinden, 14.3.2014 tarihi itibarıyla görev süresi dört yıl ve daha fazla olanların görevinin 2013-2014 ders yılının bitimi itibarıyla başka bir işleme gerek kalmaksızın sona ereceği belirtilmiş ise de, söz konusu yasa maddesinin icrası için yürütme ve idare tarafından gerekli işlemlerin yapılmasının zorunlu olduğu sonucuna ulaşılmaktadır.

                               Bu durumda, davacının yöneticilik görevinin, 6528 sayılı Yasa’nın 25. maddesinin icrası amacıyla sona erdirildiği, söz konusu uygulamanın, Milli Eğitim Bakanlığınca fiili olarak yerine getirilen bir “icrai işlem” olduğu sonucuna ulaşılmıştır.

Buna göre, İdare Mahkemesi’nce işin esasına girilmek suretiyle bir karar verilmesi gerekirken, yönetimce kurulmuş yönetsel davaya konu olabilecek bir işlemin varlığından söz edilemeyeceğinden bahisle davanın incelenmeksizin reddedilmesinde hukuki isabet görülmemiştir.”

                Danıştay 2 Dairesinin E-2014/8861 ve K-2015/1735 sayılı kararından da anlaşılacağı gibi, sonucunda idari bir işlem doğuran KHK’nın Anayasaya aykırılık iddiasının Danıştay tarafından da re’sen Anayasa Mahkemesine taşınması gerekmektedir.

672 Sayılı KHK da, ilgili KHK ekinde yer alan listedeki devlet memurlarının memurluktan çıkarılması sonucunu doğurmakta ve bu sonucu doğuran işlem de idari makamların gerçekleştirdikleri işlem sonucunda ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle 672 Sayılı KHK’nın Anayasaya aykırılık iddiasının da sayın Başkanlığınızca esastan görüşülüp karara bağlanması Danıştay 2. Dairesinin E-2014/8861 ve K-2015/1735 sayılı kararı gereğidir.

                Her ne kadar 672 Sayılı KHK, Anayasanın 121. Maddesi ve 2935 Sayılı Olağanüstü Hal Kanununun 4. Maddesine dayanılarak yapılmış bir yasama düzenlemesi ise de, ilgili KHK ekinde yer alan ve devlet memurluğundan çıkarılması öngörülen isimlerin belirlenmesi, idari makamların ellerindeki bilgi ve belgelere göre gerçekleştirilmiş olup, bu listelere hangi kamu çalışanlarının isimlerinin dahil edileceği hususu hiç kuşkusuz bir idari işlem sonucunda gerçekleşmiştir. Bu kapsamda değerlendirildiğinde 672 Sayılı KHK ekinde yer alan kamu çalışanlarının isimlerini gösteren liste, bir idari işlem sonucunda KHK’ya eklendiğinden bu idari işlemin hukuksuzluğu sonucunda benim menfaatimin ihlali sonucu ortaya çıkmış ve bu sonuç da elbette bir dava konusu haline gelmiştir. Bu nedenle 672 Sayılı KHK ekinde bulunan listede adımın hukuksuz bir şekilde yer alması idari bir işlem sonucunda menfaatimi ihlal ettiğinden konunun bu boyutuyla sayın başkanlığınızca ele alınması gerekmektedir.

               O halde her ne kadar 672 Sayılı KHK ile gerçekleşmiş olsa da benim devlet memurluğu görevimin sona erdirilmesinde, 657 Sayılı Kanununun 125/e maddesi kapsamında işlem yapılmış olması gerekirdi.

                Yine bu çerçevede değerlendirildiğinde benim 672 Sayılı KHK ile devlet memurluğundan çıkarılmış olmam, bir idari yaptırım olan memuriyetten çıkarılma disiplin cezasının uygulanması şeklinde gerçekleştirilmiştir. Bu durumda benden hiçbir savunma alınmadan, hakkımda bir soruşturma yürütülmeden, iddiaların sübuta erip ermediği ortaya konulmadan böyle bir ceza ile karşılaşmış olmam hem Anayasanın hem de 657 Sayılı Kanunun açıkça ihlali anlamına gelmektedir.

                Bütün bunlara göre düşünüldüğünde 672 Sayılı KHK ekinde yer alan listedeki isimlerin Devlet memurluğundan çıkarılması işlemi aslında bir Disiplin Cezası işlemidir. Çünkü söz konusu KHK’da ekli listedeki kamu çalışanlarının Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibat” olarak açıklanmıştır. Bu ceza işlemi tesis edilirken ilgili yasaların amir hükümleri ihlal edilmiştir.

                Suçta ve cezalarda Kanunilik İlkesi hem Anayasamızda yer almış hem de evrensel hukuk ilkeleri açısından vaz geçilmez olarak kabul edilmiş olan temel bir hukuk ilkesidir.

                Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 7.maddesinde

“Madde 7:Kanunsuz Ceza Olmaz

1.  Hiç kimse, işlendiği zaman ulusal veya uluslararası hukuka göre suç oluşturmayan bir eylem veya ihmalden dolayı suçlu bulunamaz. Aynı biçimde, suçun işlendiği sırada uygulanabilir olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.

2. Bu madde, işlendiği zaman uygar uluslar tarafından tanınan genel hukuk ilkelerine göre suç sayılan bir eylem veya ihmalden suçlu bulunan bir kimsenin yargılanmasına ve cezalandırılmasına engel değildir.” Denilmektedir.

                Anayasanın “Suç ve cezalara ilişkin esaslar” başlıklı 38. Maddesinde bu durum şu şekilde ifade edilmiştir:

                “Madde 38 – Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.

                Suç ve ceza zamanaşımı ile ceza mahkumiyetinin sonuçları konusunda da yukarıdaki fıkra uygulanır.

Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur.

Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.”

                Anayasamızda yer alan bu düzenlemenin kaçınılmaz bir sonucu olarak idarenin düzenleyici işlemleriyle suç ve ceza yaratılamaz, kıyas yoluyla cezalandırma yoluna gidilemez, işlendiği zaman yürürlükteki kanunlar tarafından suç sayılmayan bir fiil nedeniyle herhangi bir ceza verilemez. Bu sınırlamalar hukuk devleti olmanın temel prensipleri arasında yer almaktadır.

                Suçta ve cezada kanunilik ilkesi, 5237 Sayılı TCK’nın 2. Maddesinde

“Madde 2- (1) Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanamaz. Kanunda yazılı cezalardan ve güvenlik tedbirlerinden başka bir ceza ve güvenlik tedbirine hükmolunamaz.

(2) İdarenin düzenleyici işlemleriyle suç ve ceza konulamaz.

(3) Kanunların suç ve ceza içeren hükümlerinin uygulanmasında kıyas yapılamaz. Suç ve ceza içeren hükümler, kıyasa yol açacak biçimde geniş yorumlanamaz.” Denilmektedir.

                Oysa ki devlet memurluğundan çıkarılmanın gerekçesi 672 Sayılı KHK’da, ““terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olmak” şeklinde ifade edilmiştir. Fakat bu iddiaya rağmen, benim, atılı suçu işlemiş olduğuma ilişkin ne bir soruşturma yapılmış, ne bir yargılama yürütülmüş ne de bir mahkeme kararı verilmiştir.

                672 Sayılı KHK’da ileri sürülen iddialar suç teşkil etmekle beraber, benim bu suçlardan herhangi birini işlediğime ilişkin hukuki ve somut bir kanıt veya hüküm söz konusu değildir. Kaldı ki atılı suçla memurluktan çıkarılmış olan kişilerin bu suçları nedeniyle TCK çerçevesinde bir yargılamaya tabi tutulmuş olmaları hukuki bir zorunluluktur. Oysa bugüne kadar benim hakkımda 672 Sayılı KHK’da isnat edilen suçlarla ilgili hiçbir yasal takibat yapılmamış, bu konuda hukuki yollardan elde edilen bir delil de bulunmamaktadır. Bu durumda idare benim suç olmayan eylemlerimi göz önüne almış, düzenleyici yetkisini kullanarak kıyas yoluyla bir suç ve ceza oluşturma yoluna gitmiştir. İdarenin bu işlemi açık bir şekilde hukuka aykırıdır.

                Ayrıca, idarenin, çeşitli sendika üyeliklerini veya bir takım finans kuruluşları veya bankalardaki işlemleri, suçlamanın dayanağı olarak gösterdiğine ilişkin yaygın bilgi ve kanaat oluşmuştur. Bu bilgi ve kanaat çeşitli basın yayın kuruluşunca da gündeme getirilmiş bulunmaktadır. Bilindiği gibi 6698 Sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu,  özel nitelikli kişisel verilerin ilgili kişinin rızası dışında işlenemeyeceğini hükme bağlamıştır. İlgili kanunun 6. Maddesinde şu ifadeler yer almaktadır:

Madde 6- (1)Kişilerin ırkı, etnik kökeni, siyasi düşüncesi, felsefi inancı, dini, mezhebi veya diğer inançları, kılık ve kıyafeti, dernek, vakıf ya da sendika üyeliği, sağlığı, cinsel hayatı, ceza mahkûmiyeti ve güvenlik tedbirleriyle ilgili verileri ile biyometrik ve genetik verileri özel nitelikli kişisel veridir.

(2) Özel nitelikli kişisel verilerin, ilgilinin açık rızası olmaksızın işlenmesi yasaktır.

                Buna göre kişinin herhangi bir sendika üyesi olması kişinin kendi açık rızası olmadan işlenmesi yasak olan bir veridir. Bu verinin kullanılarak bir sonuca gidilmesi hukuka uygun olmadığı gibi, bu yasa hükmüne aykırı hareket eden kişiler hakkında ise TCK’nın 135 ila 140. Maddeleri uyarınca işlem yapılması gerekmektedir.

                Kaldı ki, açık olduğu dönemde yürürlükte bulunan kanunlar çerçevesinde faaliyet yürütmüş olan, yürüttüğü faaliyetler idari ve yargısal denetime açık olan sendikalara üyelik ile yine yürürlükteki yasalar çerçevesinde faaliyet yürütmüş finans kurumlarında işlem yapma gibi eylemler, gerçekleştiği dönemin yasal mevzuatı çerçevesinde suç olarak değerlendirilmemiştir.

                Ayrıca, şimdiye kadar üyesi olduğum sendikalar veya çeşitli gerekçelerle işlem yapmak zorunda kaldığı finans kuruluşları içinde suç işleyen kişiler olmuşsa dahi, bu kişilerin eylemleri nedeniyle benim de suçlu sayılmış olmam, başkalarının işlediği suçlarla benim suçlanmam da, suçların ve cezaların şahsiliği ilkesiyle açıkça çelişmektedir. Bu mantıkla ya da kıyas yoluyla hakkımda cezai sonuç doğuran düzenleyici bir işlem olarak görünen fakat ismimin ekli listede yer almasıyla birlikte bireysel bir idari işlem tesis edilmiş olması bu açıdan da hukuka açıkça aykırıdır.

                İlan edilmiş olan Olağanüstü Halin ve 672 Sayılı KHK da dahil olmak üzere OHAL Kanununa dayalı olarak çıkarılan KHK’ların, 15 Temmuz 2016 tarihinde FETÖ terör örgütü tarafından gerçekleştirilmek istenen ve girişim aşamasında önlenmiş olan darbe sonucunda çıkarıldığı bilinmektedir. Kaldı ki bu durumda da yine suçların ve cezaların şahsiliği ilkesi devreye girmek zorundadır ve darbe girişimiyle bağlantısı tespit edilen kişilerin cezalandırılması yoluna gidilmesi, eylemlerle ilişkisi bulunmayan vatandaşların haklarının korunması hukuk devletinin temel ilkesidir.

                7- Ben, …………. Bakanlığı bünyesinde………….. yıldan bu yana …….. (varsa yöneticilik) yaptım. Bu güne kadar çok sayıda denetim geçirmiş bulunmakta ve görev sürem boyunca, evrensel hukuk ilkelerine, anayasaya ve diğer mevzuat hükümlerine uygun bir şekilde hareket etmiş ve görevimi bu çerçevede yerine getirmiş bulunmaktayım. Bütün çabalarıma ve çalışmalarıma karşın benim ““terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olmak”la suçlanmam çok ağır, haksız ve hukuksuz bir iddiadır. Meslek hayatım boyunca bu suçlamaları doğrulayacak en küçük bir eylemim olmamıştır. Bu nedenle yapılan idari işlem, hiçbir veriye, somut bilgiye, hukuki delille dayanmamaktadır.

Dava konusu işlemin uygulanması durumunda giderilmesi güç ve olanaksız zararları oluşacaktır.  Şöyle ki: 

Başarılı olduğum görevimden uzak tutulmam; kişiliğimde derin yaralar açmaktadır. Bu yaralar nedeniyle oluşan zarar, hiçbir biçimde giderilemeyecek türden manevi zararlardır. Öte yandan görevimi yapmaktan, başka bir suçum olmamasına karşın, dava konusu işlemle meslek kamuoyunda sanki bir suç işlemiş de cezalandırılmış gibi görülüp değerlendirilmeme yol açmaktadır. Dava konusu işlemle, ben ve bakmakla yükümlü olduğum ailem açlığa mahkûm edilmiştir. 

Anayasanın Yargı Yolu başlığını taşıyan 125/son maddesi: “İdare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararları ödemekle yükümlüdür.” amir hükmü uyarınca yoksun kaldığım parasal haklarımın yasal faiziyle ödenmesini gerekli kılmaktadır. 

HUKUKİ DAYANAKLAR: İHAS, Anayasa, DMK, TCK, CMK, 672 sayılı KHK ve yasal mevzuat.

HUKUKİ DELİLLER         : 672 sayılı KHK eki liste ve her  türlü yasal deliller.

SONUÇ VE İSTEM            : Yukarıda açıklanan veya resen dikkate alınacak olan nedenlerle;

1- 672 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Eki …sayılı Cetvelin davacı yönünden İPTALİNE,

2- Yoksun kaldığı parasal haklarının yasal faizi ile birlikte ödenmesine/tazminine,

3- Duruşma istemimizin kabulüne, 

4- Yargılama giderleri avukatlık ücretinin davalı idareye yükletilmesine, karar verilmesini dilerim.                                             

 

                                                               DAVACI

İSİM SOYİSİM VE İMZA

 

 

 


689 KHK, TSK, 2' nci derece akraba gerekçe edilerek mağdur. OHAL Komisyonundan iade. 08.12.2022 ve an itibariyle Asker olarak mesleğe dönüş davası red. Araştırma Merkezinde şimdilik devam. Pes etmek yok.

13.03.2023 itibariyle eski mesleğim olan askerlik mesleğine atanmamla ilgi davada  kesin hükmüyle lehime karar verilmiştir.

07.04.2023 itibariyle eski mesleğime görevlendirme yazısı tebliğ edildi.

14 Nisan 2023 itibariyle kamu görevinden çıkarıldığında son çalıştığım birlik ve görevde mesaiye başladım.

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş
lepidopter annelida, 3 saat önce yazdı:

bu dilekçenin temyiz ile alakası yok, 1.basamak idare dosyasıdır

Doğru. O nedenle zaten;

Paylaşımın başlığı temyiz dilekçesi değil "Temyiz Başvuru Dilekçesi Örneği",

Paylaşımın ilk satırında da "Dilekçe, KHK için hazırlanmış. Formatı yanında kullanılabilecek güzel kısımları var." açıklaması var. OHAL komisyonu kurulmadan önce yapılan başvurular için hazırlanmış. Paylaşım amacıda, Formatı yanında kullanılabilecek güzel kısımlarının olması.


689 KHK, TSK, 2' nci derece akraba gerekçe edilerek mağdur. OHAL Komisyonundan iade. 08.12.2022 ve an itibariyle Asker olarak mesleğe dönüş davası red. Araştırma Merkezinde şimdilik devam. Pes etmek yok.

13.03.2023 itibariyle eski mesleğim olan askerlik mesleğine atanmamla ilgi davada  kesin hükmüyle lehime karar verilmiştir.

07.04.2023 itibariyle eski mesleğime görevlendirme yazısı tebliğ edildi.

14 Nisan 2023 itibariyle kamu görevinden çıkarıldığında son çalıştığım birlik ve görevde mesaiye başladım.

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş

DANIŞTAY BAŞKANLIĞINA
GÖNDERİLMEK ÜZERE
ANKARA BÖLGE İDARE MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI’ NA
(Özel Yetkili 13. İdari Dava Dairesi)
 
ESAS NO    : 2018/…
KARAR NO    : 2019/…
                        KARAR TARİHİ: …/…/2019
                    
 
TEMYİZ YOLUNA BAŞVURAN 
DAVACI        : ….
ADRESİ        : ….
 
DAVALI/LAR    : ….
 
KONU        : Ankara Bölge İdare Mahkemesi özel yetkili 13. İdari Dava Dairesinin E:2018/…, K:2019/… ve …/…/2019 tarihli İSTİNAF BAŞVURUSUNUN REDDİNE dair kararının BOZULMASI hakkındadır.
 
TEBLİĞ TARİHİ        :  …/…/2019 
 
AÇIKLAMALAR         :  
Giriş
1-    Somut olayda “ceza hukuku anlamında bir suçlama” (terör örgütü üyeliği) ve yine ceza hukuku anlamında bir “ceza” bulunduğunda en küçük kuşku yoktur (bkz. Engel and others v. The Netherlands; Öztürk v. Germany; Matyjek v. Poland, No. 38184/03, 24 Nisan 2007, § 53). Zira, ölünceye kadar hiçbir şekilde kamu görevlisi olamama, belediye başkanı, muhtar, arabulucu, noter, avukatlık, özel güvenlik görevlisi, özel üniversite hocalığı gibi meslekleri dahi icra edememe, özel sektörde çalışmanın da fiilen engellenmesi ve pasaport elde edip yurt dışında iş arayamama gibi Anayasanın koruduğu birçok temel hakkı, sivil ölüm oluşturur şekilde ölünceye kadar kullanamama “ceza hukuku anlamında, şüpheye yer vermeyecek şekilde bir cezadır” (“a criminal punishment”).  Bu nedenle, ceza hukukuna ilişkin tüm ilkelerin, insan haklarının ve adil yargılanma hakkının tüm gereklerinin somut olayda uygulanacağında kuşku yoktur.
2-    Bu çerçevede özellikle bilinmesinde yarar görüldüğü için belirtmek isteriz ki, Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 24 Haziran 2008 tarihli (No: E:2008/9-82, K:2008/181K) kararı ile “Cemaat, Hizmet veya Gülen Hareketi” isimleriyle bilinen oluşumun bir terör örgütü veya suç örgütü olmadığı kesin hükümle saptanmıştır. Bu karar şu anlama gelmektedir: “yeni bir yargı kararı ile ‘suç örgütü’ veya ‘terör örgütü’ olduğu saptanıncaya kadar, söz konusu Hareket yasal bir oluşumdur”. Kesin hükmün etkisi gereği, yeni delillere dayalı olarak, yeni bir yargı kararı ile aynı oluşumun ‘terör örgütü’ olduğu saptanıncaya kadar, bahse konu oluşumun “yasal bir örgütlenme” olduğunda kuşku yoktur. Hukuki güvenlik ilkesinin (legal certainty) gereği olarak, 24 Haziran 2008 tarihli kararda incelenen ve kesin hükümle suç oluşturmadığı saptanan faaliyet, eylem veya işlemler tekrar yargılama konusu yapılamaz (Brumărescu v. Romania [GC], § 61; Agrokompleks v. Ukraine, § 148). Daha önce suç oluşturmadığı kesin hükümle kararlaştırılan aynı eylemler herhangi bir suçlamaya dayanak yapılamaz (Grande Stevens and others v. Italy [GC], § 277). Bu durumdan şu sonuç ortaya çıkmaktadır: “24 Haziran 2008 tarihli kararda incelenen ve suç oluşturmadığı kesin şekilde kararlaştırılan (yasal) faaliyetler (bundan sonra “Cemaatsel faaliyetler” olarak adlandırılacaktır.) hiçbir suçlamaya veya yaptırıma dayanak yapılamaz. Aksi uygulama, hukuk devleti ilkesinin (AY m. 2) bir unsuru olan hukuki güvenlik ilkesi (Okyay and Others v. Turkey, § 73) ve non bis in idem ilkesini (Grande Stevens and others v. Italy [GC], § 277) ihlal eder.
3-    Davacıya ceza hukuku anlamında bir ceza verildiği için, 24 Haziran 2008 tarihli Yargıtay CGK kararı ile suç oluşturmadığı karara bağlanmış iddia, olay, olgu, eylem, faaliyet veya işlemler (devlette kadrolaşma, “Cemaat” öğrenci evlerinde kalma, öğrenci evlerinde ‘abilik, ablalık yapma’, sorumluluk üstlenme, eğitim kurumları, medya ve finans kurumları kurma ve işletme, Bank Asya’da hesabının olması, bu hesaba para yatırma gibi faaliyetleri), karar gerekçesinde tekrar suçmuş gibi kullanmak, non bis in idem ilkesini açıkça ihlal eder (Detay için bkz. Dava Dilekçesi, §§ 8, 12, 15).  İdare mahkemesi kararı ve istinaf talebini reddeden Bölge İdare Mahkemesi kararı non bis in idem ilkesine (AİHS’ye Ek 7 No.lu Protokol m. 4) açıkça aykırıdır. Zira Bank Asya dahil bahse konu faaliyetlerin tamamı 24 Haziran 2008 tarihli kesin hükümde incelenmiş ve suç oluşturmadıkları kesin hükümle (res judicata) karara bağlanmıştır.
4-    Bu çerçevede açıklığa kavuşturulması gereken son husus, somut olayda suçlamalar açısından dikkate alınacak tarihtir. Bilindiği gibi, 15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişiminden önce “Cemaat” isimli oluşumun “terör örgütü” olduğu yönünde verilmiş ve kesinleşmiş hiçbir yargı kararı yoktur. Bu tarihten önce, sadece 26 Mayıs 2016 tarihli MGK toplantısı sonrası “bir terör örgütü olan paralel yapı” şeklinde basın açıklaması yapılmıştır; bu tarihten önce başka bir devlet kurumu tarafından da “Cemaat” isimli oluşumun “terör örgütü” olduğu yönünde alınmış ve açıklanmış hiçbir karar yoktur.  MGK kararından şu sonuç ortaya çıkmaktadır: 26 Mayıs 2016 tarihinden önce “Cemaat” isimli oluşum bir terör örgütü değildir; eğer bu tarihten önce söz konusu oluşumun terör örgütü olduğu hukuken saptanmış olsaydı, 26 Mayıs 2016 tarihli MGK Toplantısında bahse konu karar alınıp açıklanmazdı. MGK gibi bir devlet kurumu abesle iştigal etmeyeceğine göre, 26 Mayıs 2016 tarihinden önce “Cemaat” isimli oluşum bir terör örgütü değildir; 24 Haziran 2008 tarihli Yargıtay CGK kararı da dikkate alındığında, yasal bir oluşumdur. Devlet organlarının (MGK) aldığı kararların devleti bağladığında da kuşku yoktur.
5-    2005 yılında yürürlüğe giren Türk Ceza Kanunu’nu kaleme alan akademisyenler arasında yer alan Prof. Dr. İzzet Özgenç 9 Eylül 2015 tarihinde Twitter hesabından (@izzetoezgenc) açıkladığı gibi, “Bir terör örgütünün ve hatta suç örgütünün varlığı, ancak yargı kararıyla tespit edilebilir. Bir sosyal veya ekonomik oluşum içinde çeşitli suçlar işlenebilir, işlendiği şüphesiyle soruşturmalar başlatılabilir. Ancak, bünyesi içinde çeşitli suçların işlendiği hususunda zayıf veya kuvvetli şüphenin varlığı, bu oluşumların bir suç ve hatta terör örgütü olduğu sonucuna bizi götürmez.” Bir an için “tavsiye niteliğinde olan ve sadece Bakanlar Kurulu’nu hedef alan”, “gizli” (öngörülemeyen) MGK kararının hukuken geçerli olduğu varsayılsa dahi, bu tarihten önceki yasal faaliyetler “terör suçlaması” bakımından suç delili olarak gösterilemez. Zira yine hukuki güvenlik ilkesinin gereği olarak, 24 Haziran 2008 tarihli Yargıtay CGK kararı ile yasal olduğu ilan edilmiş ve henüz “terör örgütü” olduğu saptanmamış bir oluşumla bağlarını gösteren yasal faaliyetler nedeniyle bireyler “terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla suçlanamaz. 26 Mayıs 2016 tarihinden önce, bireyleri “Cemaat” veya kurumları ile ilişkilendiren olaylar, olgular, üyelikler, iş ilişkileri, eylem, faaliyet ve işlemler, açıklamalar, sosyal medya paylaşımları, işlendiği tarihte yasal olmaları kaydıyla, hiçbir suça veya “terör örgütü üyeliği” suçlamasına dayanak yapılamaz. Zira belirtilen tarihten önce ortada ilan edilmiş veya yargı kararı ile saptanmış bir “terör örgütü” yoktur; (26 Mayıs 2016 öncesi) olmayan örgüte üyelikten bahsedilemeyeceği için, bu tarihten önceki yasal faaliyetler de terör suçuna dayanak yapılamaz. Aksi durum hukuki güvenlik, suç ve cezaların geçmişe yürümezliği, öngörülebilirlik ve tüm bu ilkeleri kapsayan hukuk devleti ilkesini (AY m. 2) ihlal eder. Bu hususlarda detaylı bilgi için istinaf dilekçesine bakınız.
6-    Bu nedenledir ki, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muiznieks, 7 Ekim 2016 tarihinde yayınladığı Memorandum on the human rights implications of the measures taken under the state of emergency in Turkey (CommDH(2016)35) şu değerlendirmede bulunmuştur : § 20- “… Komiser, bu örgütün (Gülen grubu), terörizmin tanımının olmazsa olmaz bileşeni olan şiddet kullanma unsurunun darbe girişimi olana kadar Türkiye toplumuna görünür hale gelmediğine dikkat çekmek durumundadır...” … “§ 22- Komiser, yetkilileri, Fetullah Gülen hareketi ile bağlantılı olsa bile yasal olarak kurulmuş ve faaliyet gösteren kuruluşlara sadece üyelik ya da bu kuruluşlarla irtibatın cezai sorumluluk oluşturmak için yeterli olmadığını ve terör suçlamasının 15 Temmuz tarihinden önceki eylemlere geriye dönük olarak uygulanmayacağını sarih biçimde ifade eder…”. 
7-    Bilindiği gibi, Yargıtay 16. Ceza Dairesinin ilk derece mahkemesi sıfatıyla verdiği 4 Nisan 2017 tarihli karar vee bu kararı onayan Yargıtay CGK’nın 26 Eylül 2017 tarihli kararı ile “Cemaat” isimli oluşum “FETÖ/PDY” ismi altında terör örgütü ilan edilmiştir. Bu karardan önce benzer şekilde kesinleşmiş başkaca bir yargı kararı da yoktur. Şiddet kullanma unsurunun ilk kez 15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişimi ile görünür hale geldiği dikkate alındığında, 15 Temmuz 2016 öncesi veya en erken tarih olarak 26 Mayıs 2016 öncesi “yasal faaliyetler” terör örgütü ile irtibat, iltisak veya üyeliğe dayanak yapılamaz. Aksini düşünmek dava dilekçesi ile istinaf dilekçesinde belirtilen örneklerdeki hukuk dışı sonuçların doğmasına yol açar (bkz. İstinaf Dilekçesi, § 172, Kanarya Sevenler Derneği örneği). 
8-    Sonuç olarak, “Cemaat” isimli oluşumun yasal bir oluşum olarak kabul edildiği dönemde (1966 – 26 Mayıs 2016) icra edilmiş “yasal faaliyetler”, “FETÖ/PDY” ismi verilerek “terör örgütü” ilan edildikten sonraki “terör suçlamalarına” dayanak yapılamaz. Aksi uygulama, devleti de bağlayan MGK kararına aykırı olacağı gibi, hukuk devleti, suç ve cezaların geçmişe yürümezliği, öngörülebilirlik ve hukuki güvenlik ilkesi gibi birçok temel ilkeyi ihlal eder.
A-    BÖLGE İDARE MAHKEMESİ KARARINDAKİ HUKUKA AYKIRILIKLAR

1-    Bölge İdare Mahkemesi Kararındaki Genel Değerlendirmelere Dair Açıklamalar
9-    Bölge idare mahkemesi, Danıştay 5. Dairesinin 04/10/2016 tarihli kararına atıf yaparak, dava konusu “kamu görevinden çıkarma işleminin geçici olmayan ve nihai sonuç doğuran olağanüstü tedbir” olduğunu nitelendirmiştir.
10-    Bölge idare mahkemesi, OHAL döneminde kamu görevinden çıkarılan bir davacı hakkında, ceza davası açılıp mahkûmiyetine karar verildiği takdirde, idari yargıda açılan davanın (otomatik olarak) reddine karar verilmesi gerektiğine hükmetmiştir. Ancak, bir OHAL KHK’sı ile kamu görevinden çıkarma işlemi nedeniyle birçok hukuka aykırılık yapıldığı gibi, birçok insan hakları ihlaline de yol açılmıştır. Örneğin, bir KHK ile yargılanmadan kişiyi terör örgütü üyesi ilan edip, kamu görevinden çıkarma masumiyet karinesini ihlal ettiği gibi, sivil ölüm oluşturduğu için özel hayata saygı hakkı da ihlal edilmiştir. İdari yargı, kararın verildiği tarihteki delilleri ve hukuki durumu dikkate alarak karar vermek zorundadır. Aksi halde işlenmiş olan insan hakları ihlallerini gidermek mümkün olmayacaktır; AİHM’nin (pratiği görmeden) OHAL Komisyonunun insan hakları ihlallerini giderme açısından etkili bir iç hukuk yolu olduğu yönündeki Köksal v. Turkey kararına da aykırı olacaktır. Dolayısıyla, bu dava, ceza mahkemeleri önündeki yargılamadan bağımsız olarak ele alınıp, kamu görevinden çıkarma tarihindeki deliller ve Anayasanın tanıdığı temel haklar dikkate alınarak karara bağlanmalıdır. Kamu görevlileri “terör örgütüne üye oldukları bir mahkeme kararı ile saptandıktan sonra” kamu görevinden çıkarılabilirler; önce hiçbir savunma hakkı tanımadan kamu görevinden çıkarıp daha sonra “ceza aldığı” iddiasıyla ilk kararın hukuka uygun olduğunu iddia etmek, hukuk devleti ilkesinin gereklerini tersine çevirme ve yok sayma anlamına gelir. Bir hukuk devletinde, suçluluğu kesin hükümle saptanıncaya kadar herkes masumdur; dolayısıyla önce kişiyi terör örgütü üyesi ilan edip, daha sonra mahkemeden karar çıkarmak, masumiyet karinesinin ve hukuk devleti ilkesinin açık ihlalidir. Tekraren belirtelim ki, “kelime oyunlarına” gerek yoktur. İltisak, irtibat veya mensubiyet gibi kavramların tamamı sonuçta aynı anlama gelmekte, aynı cezalandırmaya yol açmaktadır. Kaldı ki, KHK’da, hangi kamu görevlisinin “üyelikten (mensubiyet)” hangisinin “iltisak” veya “irtibattan” cezalandırıldığı da belirtilmemiş, sonuçta ek listelerde belirtilen herkes aynı zamanda “terör örgütüne mensubiyetle” (üyelikle) de suçlanmıştır.
11-    Bölge idare mahkemesi, ceza mahkemelerinin beraat kararı vermesi durumunda dahi, “irtibat ve iltisak unsurları yönünden” kamu görevinden sivil ölüm oluşturur şekilde çıkarma işlemini inceleyeceğini değerlendirmiştir. Yukarıda belirtildiği gibi, bu kavramların da “terör örgütüne üyelik” ile aynı sonuca (cezaya) yol açtığı açıktır. Kamu görevinden çıkarma cezasının sonuçları dikkate alındığında, bu yaptırım “ceza hukuku anlamında bir ceza” olup, aynı eylemler nedeniyle bir kişi iki kez yargılanamaz (non bis in idem ilkesi); aynı faaliyet ve suçlamalar nedeniyle beraat eden bir kişi, aynı faaliyetler nedeniyle yeniden yargılanıp cezalandırılamaz. Bu ilke (non bis in idem ilkesi) OHAL durumunda dahi askıya alınamayacak mutlak haklardandır (AİHS’ye Ek 7 No.lu Protokol m. 4 § 3). Bir kişi ceza mahkemesinde beraat etmesine rağmen, aynı eylemlere dayalı olarak idari yargı önünde yeniden yargılanıp yeni bir “cezaya” mahkûm edilemez. İdari yargı önündeki bu yargılama, klasik bir idari yargı işlemi değildir; ceza hukuku anlamında bir yargılama olup, non bis in idem ilkesine de uygun yürütülmesi gerekir. 
12-    Bir kişi aynı eylem veya faaliyetler nedeniyle yargılandığı ceza mahkemesinde beraat etmesine rağmen, aynı faaliyet ve suçlamalara dayalı olarak Bölge idare mahkemesince “terör örgütü ile iltisaklı veya irtibatlı” gösterilip “ağırlaştırılmış müebbet kamu görevinde ve benzer görevlerde çalışamama cezasına” mahkûm edilmesi, masumiyet karinesini de ihlal eder. Bu ilke de, OHAL durumunda dahi askıya alınamayacak mutlak insan hakları arasındadır (AY m. 15).
13-    Ayrıca, Venedik Komisyonu ve Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserinin de belirttiği gibi, bu şekilde muğlak bir kanun yazma tekniği (iltisak, irtibat, mensubiyet, üyelik vb.), öngörülebilirlik ilkesini (foreseeability) açıkça ihlal eder. Ankara Bölge İdare Mahkemesi (BİM) “iltisak ve irtibat” kavramlarını kendisine göre tanımlamış olup, bu tanımlar hiçbir şekilde “öngörülebilir” değildir. Kararda söz konusu kavramlar şu şekilde tanımlanmıştır: “İltisak: yapışıklık gibi birlikte hareket etme, gönüllü şekilde tabi olma, aynı yöne bakma, olayları aynı bakış açısıyla değerlendirme, eylemlerini bir grubun, örgütün ya da yapının işaretleri, talimatları, yönlendirmelerine göre gerçekleştirme ve bunu yaparken dünyevi ya da uhrevi faydalar umma hali. İrtibat: bir çıkar ilişkisi nedeniyle gönüllü veya gönülsüz kendi davranışlarını bireysel iletişim yoluyla ya da yazılı ve görsel basın, sosyal medya paylaşımları üzerinden gelen mesajları dikkate alarak belirleme hali”. Bu tanımlar daha önce hiçbir kanun hükmünde ifade edilmediği gibi, hiçbir mahkeme kararında da yer almamıştır. “İltisak ve irtibat” kavramları ilk kez bir mahkeme kararında tanımlanmış olup,  2019 yılında yapılan bu tanımlara dayalı olarak bireylerin 15 Temmuz 2016 öncesi faaliyetlerinin cezalandırılması, başlı başına “kanunların öngörülebilir olması gerektiği” ilkesine aykırıdır. Ayrıca, cezalandırmaya dayanak yapılan faaliyetlerin gerçekleştirildiği tarihte (örneğin 2014’te sendika üyesi olma), ortada “iltisak veya irtibatı” suç sayan bir kanun yoktu ki, “öngörülebilir” olsun. Olmayan kanunun “öngörülebilir olması” da imkânsızdır. 23 Temmuz 2016 öncesi hiçbir kanun maddesinde “iltisak veya irtibat” gerekçesiyle kamu görevlilerinin cezai yaptırımlara tabi tutulacağı öngörülmediği için, sonradan çıkarılan KHK’larla (“kanun” ile bile değil) bireylere cezai yaptırım uygulanamaz; aksi durum kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesini ihlal eder. Bu ilke uyarınca, hiç kimse işlendiği zaman (kanunla önceden) suç olarak düzenlenmemiş bir eylemden dolayı cezalandırılamaz.
14-    İnsan Hakları Hukuku uzmanı Dr. Kerem Altıparmak, Ankara BİM kararındaki bu tanımları 21 Mayıs 2019 tarihinde şu şekilde nitelendirmiştir: “Ben 25 yıldır kamu hukuku çalışan biri olarak BİM’in yaptığı iltisak ve irtibat tarifini hayatımda ilk kez duyuyorum. Bundan 4-5 yıl önce hukukla ilgisi olmayan insanlardan böyle bir kuralı bilip, ona göre davranması nasıl mümkün olacaktı? Birisi açıklayabilir mi?”  25 yıllık tecrübeye sahip kamu hukukçusu Dr. Altıparmak’ın hayatında ilk kez duyduğu tanımları bir öğretmenin, kâtibin, memurun, kaymakamın, subayın ve hatta bu kavramlara dayalı olarak hiçbir karar vermemiş bir hâkimin dahi bilmesi, öngörebilmesi mümkün değildir. Kısaca, Bölge İdare Mahkemesi kararındaki tanımlar, “iltisak ve irtibat” kavramlarının hiçbir şekilde öngörülemez olduğunun açık kanıtı olup, keyfiliğe de son derece açıktır. Somut olayda yaptırıma dayanak olan ve davacının birçok temel hakkına müdahale oluşturan, önceden yayınlanmış (erişilebilir) ve uygulaması öngörülebilir nitelikte bir “kanun” yoktur. Bu nedenle temel haklara müdahale yasal dayanaktan yoksun olduğu için, aşağıda belirtilen tüm haklar ayrı ayrı ihlal edilmiştir.
15-    Ayrıca kanunilik ilkesi gereği, suç sadece kanunla tanımlanabilir. “İltisak ve irtibat” suç ise, bu suçlar sadece kanunla (yasama organının işlemi ile) tanımlanabilir. Örneğin, “hırsızlık” suçunun ne anlama geldiği ve unsurları TCK’da açıkça tanımlanmıştır. “Yağma suçu” da aynı şekilde kanunda (TCK) tanımlanmış ve “hırsızlık suçundan” farkları açıkça belirtilmiştir. Yürütme, idare ve hatta yargı organlarının suç ve ceza koyma yetkisi yoktur. Suçun tanımı, neyin suç neyin suç olmadığı yargı organlarının takdirine veya keyfine bırakılamaz. Somut olayda ceza hukuku anlamında bir suç ve ceza bulunduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 2. Maddesi uyarınca, kanunun (önceden) açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez. Kanunda yazılı cezalardan başka bir cezaya hükmolunamaz. Yürütme organının (idarenin) düzenleyici işlemleriyle suç ve ceza konulamaz; kanunların suç ve ceza içeren hükümlerinin uygulanmasında kıyas yapılamaz. Suç ve ceza içeren hükümler kıyasa yol açacak biçimde geniş yorumlanamaz. Tüm bu nedenlerle, suçun tanımının kanunda önceden açıkça belirtilmiş olması gerekir. Somut olayda yürütme erki tarafından konulmuş bir suç ve ceza bulunmakta olup, bu cezanın geçmişe dönük olarak uygulandığı da dikkate alındığında, sadece bu nedenle dahi kanunsuz suç ve ceza olmaz (suç ve cezaların geçmişe yürümezliği) ilkesi ihlal edilmiştir. Anayasanın 38 § 1 hükmü uyarınca, “kimse işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz”. Bireyler Bank Asya’ya para yatırdıkları tarihlerde (1 Ocak 2014 – 29 Mayıs 2015) bu bankaya “para yatırma eyleminin suç olduğunu” düzenleyen hiçbir yasa hükmü yoktu; 2014 yılında sendika kurma ve yasalara uygun olarak kurulmuş bir sendikaya üye olmayı suç olarak düzenleyen hiçbir yasa hükmü yoktu. Bu listeyi uzatmak mümkündür (aşağıya bakınız). Tüm bu ve benzeri nedenlerle Bölge İdare Mahkemesinin kararı hukukun en temel ilkelerine aykırı olup, en temel insan haklarını ihlal eden ve mutlak bozmayı gerektiren bir karardır.
16-    OHAL KHK’larında yer verilen “iltisak veya irtibat” kavramları ile Bölge idare mahkemesinin bu kavramlara yüklediği “son derece geniş, muğlak ve başlı başına temel hakları ihlal eden” anlamlar keyfiliğe son derece açık olduğu gibi, aynı zamanda net ve belirgin (clear and precise) değildir. İlk ve ikinci derece mahkemelerinin uygulamaları söz konusu kavramların öngörülemez ve bu kavramların yer aldığı KHK hükümlerinin AİHS anlamında “kanun” niteliğinden yoksun olduğunu açıkça göstermektedir. Oysa kişilerin temel haklarına müdahale oluşturan yaptırımlar öngören her türlü yasal norm erişilebilir ve uygulaması öngörülebilir olmak zorundadır. AİHM’ye göre, “ulusal yasalar açık, öngörülebilir ve yeterli şekilde erişilebilir olmak zorundadır” (“The national law must be clear, foreseeable and adequatly accessible”. (Silver and Others v. the United Kingdom, § 87)). Bu duruma, “yeterince öngörülebilirlik” de dahil olup, kanunlar, bireylerin kanuna uygun olarak hareket etmesine imkân verecek netlikte olmalı ve bireyler idarenin takdir yetkisini dahi öngörebilecek imkâna sahip olmalıdır (Shimovolos v. Russia, § 68). Bu nitelikler bir “yasanın” olmazsa olmaz nitelikleri arasındadır; öngörülebilir olmayan bir düzenleme, AİHS anlamında “kanun” olarak nitelendirilemez. Belirtilen niteliklerden yoksun bir kanun, temel haklara müdahaleye yasal dayanak olamaz. 
17-    Somut olaydaki yaptırımın kaynağı olan KHK ve (TBMM tarafından daha sonra yasalaştığı için) onay kanunu, son derece muğlak ve uygulaması öngörülebilir olmadığı için (hatta atılı eylemlerden sonra kabul edildiği için), birçok temel hakka müdahale oluşturan kamu görevinden sivil ölüm oluşturur şekilde çıkarma yaptırımına yasal dayanak olamaz. Bu nedenle de yasal dayanaktan yoksun olan işlemin iptali gerekirken, davanın reddi yönünde verilen karar ve istinaf mahkemesi kararı hukuka aykırıdır. Kaldı ki, sonradan KHK çıkarıp, daha önceki eylemleri cezalandırmak suç ve cezaların geçmişe yürümezliği ilkesini ihlal edeceği gibi, bu türden bir uygulama öngörülebilirlik ilkesini de yok sayma anlamına gelir. Yukarıda açıklandığı gibi, 24 Haziran 2008 tarihli Yargıtay CGK kararı ile “Cemaatsel faaliyetlerin” suç olmadığı kesin hükümle kararlaştırılmıştır; bu nedenle, aynı eylemlerin bir gün yeniden suç delili olarak gösterilip “ceza hukuku anlamında bir cezaya” dayanak yapılacağını hiçbir vatandaş öngöremez. Zira kesin hükümle suç olmadığı kararlaştırılmış olan faaliyetler bir daha yargılama konusu yapılamaz. Tüm bu nedenlerle somut olaydaki müeyyidenin dayanağı olan KHK ve onama yasası, AİHS anlamında “kanun” niteliğine sahip değildir; Bölge idare mahkemesinin kararı da bu durumu açıkça kanıtlamaktadır. Yasal dayanaktan yoksun olan işlem hukuka aykırıdır.
18-    Bölge idare mahkemesi, “ceza hukuku ilkelerinin ihlal edildiğine ilişkin iddiaların bu davada incelenme olanağı bulunmamaktadır” şeklinde gerekçe oluşturarak, davacının bu nedenle mağduru olduğu insan hakları ihlallerini gidermeyeceğini kararlaştırmıştır. İstinaf dilekçesinde belirtilen husus, somut olayda “ceza hukuku anlamında bir suçlama” ve yine ceza hukuku anlamında bir “ceza” bulunduğu için”, AİHS ve BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinde (MSHS) korunan birçok hakkın ihlal edildiği hususudur. AİHM, Öztürk / Almanya kararında, idari bir trafik cezasına ilişkin idari yargılamaya ceza hukukuna ilişkin olan ve insan haklarını ilgilendiren ilkelerin uygulanacağına hükmetmiştir; somut olaydaki temyize konu dava da aynı durum söz konusudur. Öztürk, Almanca bilmeyen bir Türk vatandaşı olup, Almanya’da hız sınırlarını aştığı için aleyhine trafik para cezası kesilmiştir. Öztürk bu cezaya idari yargı önünde itiraz etmiş ve tercüman yardımından karşılıksız yararlanma talebinde bulunmuştur. Alman idari yargısı, bu yargılamanın ceza yargılaması olmadığı gerekçesiyle kendisine karşılıksız tercüman yardımı sunmamıştır. Karşılıksız tercüman yardımından yararlanma hakkı, AİHS m. 6 § 3’te korunan bir hak olup, sadece “ceza hukuku anlamında bir suçlama” ile karşılaşan sanıklara özgü bir haktır; kural olarak özel hukuk ve idari yargı uyuşmazlıklarında uygulanmaz. AİHM, trafik para cezasının amacının “tazmin etme” değil, “caydırma” olduğunu belirterek, cezanın amacını dikkate alıp, Öztürk’ün “ceza hukuku anlamında bir ceza” ile karşı karşıya olduğunu değerlendirmiş ve Öztürk’ün karşılıksız tercüman yardımından yararlanma hakkının olduğuna hükmetmiştir. Kısaca, idari yargı organları da yargılama yaparken, suçlamaların ve cezanın niteliğini, ağırlığını (Engel and others v. The Netherlands) ve amacını (Öztürk v. Germany) dikkate alarak, somut olayda ceza hukukuna ilişkin temel ilkelerin uygulanıp uygulanmayacağına karar vermek zorundadır; aksi uygulama insan hakları ihlallerinin yaşanmasına yol açacaktır. 
19-    Somut olayda da AİHM’nin birçok kararında belirttiği gibi, ceza hukuku anlamında bir suçlama (terör örgütü üyeliği) ve “ceza” (sivil ölüm) bulunduğu için AİHS ve Anayasa’da korunan ceza hukukuna dair tüm ilkelere uygun bir yargılama yapılarak karar verilmesi gerekir. Örneğin, aynı eylem ve faaliyetler nedeni ile iki ayrı yargılama yapılamaz; aynı faaliyetlere dayalı olarak iki ayrı cezaya hükmedilemez. Daha önce suç oluşturmadığı kesin hükümle kararlaştırılmış eylemler tekrar suç oluşturduğu iddiasıyla yargılama konusu yapılamaz. Suç ve cezalar geçmişe yürür şekilde uygulanamaz. Masumiyet karinesine aykırı olarak önce suçlayıp cezalandırılarak daha sonra mahkeme kararı çıkartılamaz, vb. Tüm bu nedenlerle istinaf mahkemesi kararında belirtilen değerlendirme hukuka aykırıdır.
(Açıklama: Aşağıdaki bölümde yer alan açıklamalar (ByLock’a dair açıklamaların sonuna kadar olan kısım, 42. sayfaya kadar, paragraf 20-129 arası) her davacı için farklılıklar gösterebilir. Bu nedenle her davacı aşağıdaki bölümü kendi özel durumuna uygun olarak uyarlamalıdır. Bunu yaparken, özellikle Bölge İdare Mahkemesi kararındaki gerekçeyi dikkate almalı ve karardaki suçlamalara dayalı olarak, aşağıdaki başlıklardan ilgili olanları seçip kullanmalı, diğerlerini bu temyiz dilekçesinden çıkarmalıdır. Örneğin, sadece “Bank Aysa” ve “Sendika Üyeliği” gerekçesi ile istinaf talebi reddedilenler aşağıdaki ilk iki başlık altında yer alan açıklamaları kullanmalı, diğer suçlamalara (ByLock, vb…) dair açıklamaları bu dilekçeden çıkarmalıdır. Bu açıklamayı da okuduktan sonra dilekçenizden çıkarmayı unutmayınız.)
2-    “İlk Derece Mahkemesi Kararına Gerekçe Alınan Delillerin Değerlendirmesi” Başlığı Altındaki Gerekçenin Hukuka Aykırı Oluşu

a)    Dernek, Sendika veya Konfederasyon Üyeliği
20-    Ankara Bölge İdare Mahkemesi kararına göre, “Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı Çalışma Genel Müdürlüğü Sendikalar Daire Başkanlığı 2014 yılı verilerine göre, FETÖ/PDY’nin dershanelerle ilgili kamuoyunda yaşanan tartışmaların yoğunlaştığı süreçte ilk olarak 01/03/2012 tarihinde Aktif Eğitimciler Sendikasının kurulduğu, daha sonra 14/01/2014 tarihinde Ufuk Büro Sen’inin de aralarında bulunduğu Ufuk Tarım-Orman Sen, Ufuk Enerji Sen, Ufuk Sağlık Sen, Ufuk Büro Sen ve Ufuk Yerel Sen, Ufuk Ulaştırma Sen, Ufuk Haber Sen, Ufuk Kültür Sen ve Ufuk Bayındır Sen adlı sendikaların kurulduğu, ayrıca konfederasyon yapılanmasına gidilerek bünyesinde anılan sendikaların ve Aktif Eğitimciler Sendikasının bulunduğu Cihan Sendikalar Konfederasyonu’nun (Cihan-Sen) 21/02/2014 tarihinde kurulduğu anlaşılmaktadır.”
21-    Yukarıdaki paragrafta yer alan değerlendirme ile ilgili olarak, a-) kararda “… Sendikalar Daire Başkanlığının 2014 yılı verilerine” dayanılarak “FETÖ/PDY’nin 2012-2014 yılları arasında sendika ve konfederasyon kurduğu iddia edilmiştir. Yukarıda açıklandığı gibi, 2014 yılında “FETÖ/PDY” isminde herhangi bir terör örgütü yoktu; bahse konu isimde bir terör örgütü ilk kez 26 Mayıs 2016 tarihinde MGK basın açıklaması ile ilan edilmiştir. 2014 yılında, 24 Haziran 2008 tarihli Yargıtay CGK kararı ile yasal bir organizasyon olduğu kesin olarak karara bağlanmış, “Cemaat” ismi verilen bir oluşum vardı. Dolayısıyla, (en son) 21 Şubat 2014 tarihinde kurulan konfederasyon ve sendikalar bir terör örgütü tarafından kurulmamıştır; Türkiye Cumhuriyeti yasalarına uygun olarak, 2014 yılı itibari ile hakkında herhangi bir ceza soruşturması dahi bulunmayan bireylerce kurulmuştur. Bölge İdare Mahkemesi kararının dayandığı maddi vakıa gerçeğe aykırı olduğu için, gerçeğe aykırı bu vakıaya dayalı hukuki nitelendirme de hukuka aykırıdır. Olay tarihi itibari ile, kurucular, Anayasa’da korunan bir hakkı kullanarak, yasalara uygun şekilde söz konusu tüzel kişilikleri kurmuşlardır. Yasalara uygun olarak kuruldukları içindir ki, resmi otoritereler gerekli işlemleri yaparak, sendikaların yasal olarak faaliyette bulunmalarına izin vermişlerdir. Kaldı ki, 01/03/2012 tarihinde “dershaneler tartışması” şeklinde bir tartışma da bulunmamaktaydı. Bölge idare mahkemesinin kararını pozitif hukuk kurallarına değil de “iktidar partisi ile davacının üyesi/iltisakı/irtibatı olduğu iddia olunan grup arasındaki politik tartışmalara” dayandırması, tarafsızlığını kaybettiğine delil oluşturur.
22-    Davacının üyesi olduğu dernek veya sendika 667 sayılı KHK uyarınca 23/07/2016 tarihinde kapatılmış ve sadece bu nedenle dahi davacının örgütlenme özgürlüğü ihlal edilmiştir. Kapatılan tüzel kişiliğin OHAL’e neden olan şiddet eylemleri ile hiçbir ilişkisi gösterilmemiş olup, tüzel kişiliği KHK ile kapatma, şiddet eylemlerini bastırma açısından “durumun kesinlikle gerektirdiği bir tedbir” de değildir.
23-    Ankara Bölge idare mahkemesi’ne göre, “… Ankara 19. Ağır ceza mahkemesince verilen 11/06/2018 gün ve E:2017/87, K:2018/121 sayılı kararın 62. Sayfasında, Cihan Sendikalar Konfederasyonu kurucu üyesi ve kurucu genel başkanı da olan Aktif Eğitimciler Sendikası Genel Başkanını Wifi üzerinden erişim sağladığı bylock programı aracılığı ile diğer bylock kullanıcılarına “Sendika üyeliği güvencedir. Aktif Eğitimciler Sendikası ateşten gömlek değil, çelikten zırhtır.” ibarelerinin yer aldığı toplu mesaj göndermesi ve 17/25 Aralık 2013 süreciyle birlikte FETÖ/PDY ile yapılan açık mücadeleye rağmen anılan sürecin hemen akabinde 14/01/2014 tarihinde Ufuk Büro Sen’inin de aralarında bulunduğu yukarıda isimleri yazılı sendikaların kurulması ve konfederasyon yapılanmasına gidilmesi hususları birlikte değerlendirildiğinde; söz konusu durumun iltisaklı ve irtibatlı bir grup bilincinin varlığı ile izah edilmesi mümkündür. Nitekim, Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin 20/12/2017 tarihli E:2017/1862, K:2017/5796 sayılı kararı ile terör örgütüne ait sendikaya üye olmak fiilinin terör örgütünün amacına hizmet eden yardım suçu kapsamında değerlendirilebileceği vurgulanmıştır.”
24-    Yukarıda belirtildiği gibi, 17-25 Aralık 2013 tarihi ve hemen sonrasında ilan edilmiş herhangi bir terör örgütü yoktur. Bahse konu oluşum ilk kez 26 Mayıs 2016 tarihinde terör örgütü ilan edilmiştir. Kararda dayanılan olayların (sendika kurma ve üyelik), henüz olay tarihinde olmayan bir örgüte üyeliğe dayanak yapılması, suç ve cezaların geçmişe yürümezliği, hukuki güvenlik, öngörülebilirlik ve hukuk devleti ilkesi gibi, hukukun en temel ilkelerini ihlal eder. Olay tarihinde (2012-2014) Anayasanın güvencesinde olan en temel haklardan biri kullanılmıştır.
25-    Kararda dayanılan “17/25 Aralık 2013 süreciyle birlikte FETÖ/PDY ile yapılan açık mücadeleye rağmen” şeklindeki gerekçenin davacı ile herhangi bir ilgisi yoktur. Davacı Anayasanın koruma altına aldığı bir hakkı, örgütlenme özgürlüğünü kullanmıştır. Bölge idare mahkemesinin bu gerekçe ile kararını pozitif hukuk kurallarına değil de “iktidar partisi ile davacının üyesi/iltisakı/irtibatı olduğu iddia olunan grup arasındaki politik sorunlara” dayandırması, tarafsızlığını kaybettiğine ayrıca delil oluşturur.
26-    Bölge idare mahkemesi kararında dayanılan “Aktif Eğitimciler Sendikası Genel Başkanını Wifi üzerinden erişim sağladığı bylock programı aracılığı ile diğer bylock kullanıcılarına “Sendika üyeliği güvencedir. Aktif Eğitimciler Sendikası ateşten gömlek değil, çelikten zırhtır.” şeklindeki gerekçenin de davacı ile herhangi bir ilişkisi olmasa da, belirtilen amaç zaten “örgütlenme özgürlüğünün” özünü oluşturmaktadır. Kişiler kollektif olarak haklarını daha etkili savunabilmek için, dernek, vakıf, sendika ve konfederasyon kurarlar. Örgütlenme özgürlüğünün amacı zaten birey haklarını otoriteye karşı (fabrika patronu, devlet vb.) toplu olarak etkin şekilde korumak ve savunmaktır. Bireyler haklarını etkin olarak savunmak ve korumak için örgütlenirler. Söz konusu mesajda herhangi bir suç içeriği olmadığı gibi, olay tarihi itibari ile (2014 yılı) bahse konu isimde bir terör örgütü bulunmadığı için, terör suçlamasına (irtibat, iltisak, üyelik) dayanak yapılamaz; ifade özgürlüğünün ve özel hayata ve iletişim özgürlüğüne saygı hakkının kapsamındaki bir açıklamadır. ByLock’a ilişkin deliller, her aşamasında Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm yasalarına aykırı olarak elde edildiği için (aşağıya bakınız), söz konusu açıklama zaten illegal şekilde elde edilmiş olup, hiçbir yargılamada kullanılamaz (AY m. 38 § 6).
27-    Son olarak Yargıtay 16. Ceza Dairesinin atıf yapılan kararı “örgütlenme özgürlüğünü” ihlal ettiği gibi, “söz konusu durumun (sendika üyeliği) iltisaklı ve irtibatlı bir grup bilincinin varlığı ile izah edilmesi mümkündür.” şeklindeki değerlendirme de mutlak şekilde örgütlenme özgürlüğünü ihlal eder. Davacı, Türkiye Cumhuriyeti yasalarına uygun olarak kurulmuş, Anayasanın garantisi altında olan en temel özgürlüklerden birini kullanmıştır; üye olduğu tarihler arasında tamamen yasal olan bir sendikaya üye olmuş olup, bu durumun herhangi bir yaptırıma dayanak yapılması mutlak şekilde örgütlenme özgürlüğünü ihlal eder. İşlendiği zaman tamamen yasal olan bir faaliyetin ceza hukuku anlamında bir cezalandırmaya dayanak yapılması ise kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesini ihlal eder.
28-    Davacının üyesi olduğu belirtilen tüzel kişilik hakkında, terör örgütü üyesi olduğu yönünde verilmiş ve kesinleşmiş herhangi bir yargı kararı da yoktur; Temmuz 2016 öncesi yapılmış hiçbir suçlama dahi bulunmamaktadır. Bir mahkeme, hukukun en temel ilkelerinden olan masumiyet karinesini ihlal eden cümleler kurarak karar veremez; aksi durumda verdiği karar hukuka aykırı olur. Davacı bahse konu tüzel kişiliğin üyesi olduğu için, kararda kullanılan cümle davacının da masumiyet karinesini ihlal etmiş olup, AY m. 38 § 4, AİHS m. 6 § 2 ve BM MSHS m. 14 § 2 hükümlerine açıkça aykırıdır.
29-    Davacının bir derneğe, sendika veya diğer bir tüzel kişiliğe üye olması, faaliyetlerine katılması ve/veya aktif olarak yöneticiliğini yapması, AİHS’nin 11. Maddesinde korunan örgütlenme özgürlüğünün kapsamı ve koruması altındadır. Bir kişinin örgütlenme özgürlüğünü kullandığı için cezalandırılması bu özgürlüğü açıkça ihlal eder.
30-    Örgütlenme özgürlüğü kapsamındaki bir tüzel kişiliğe üyelik, işlendiği zaman tamamen yasal ve Anayasa ile koruma altına alınmış temel bir insan hakkıdır; işlendiği zaman (üye olunduğu ve kalındığı süre boyunca) tamamen yasal bir faaliyettir. Yasal ve insan hakları kapsamındaki bir faaliyeti suç delili olarak kullanıp bireyi cezalandırmak, kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesini (AİHS m. 7, BM MSHS m. 15, AY m. 38 § 1) ihlal eder. Bu açıdan, mahkemenin dikkate alması gereken olgu şudur: “işlendiği zaman söz konusu faaliyet (üye olma ve üye kalma) yasal mıdır? Eğer Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre, söz konusu sendikaya üye olunduğu tarihte ve üye kalındığı tarihlerde, üye olma ve kalma faaliyetleri yasal ise, hiçbir cezalandırmaya dayanak yapılamaz. İlk ve ikinci derece mahkemeleri hukukun bu en temel ilkesini yok saydıkları için kararları hukuka aykırıdır. Zira, işlendiği zaman kanunla suç olarak düzenlenmemiş hiçbir eylem nedeniyle hiç kimseye ceza verilemez (AİHS m. 7); işlendiği zaman yasal olan faaliyetler hiçbir cezalandırmaya dayanak yapılamaz.
31-    Bir kişinin bir dernek veya herhangi bir tüzel kişilik ya da devlet kurumlarındaki verileri ‘kişisel veri’ niteliğinde ve özel hayata saygı hakkının kapsamı ve koruması altındadır. Bu tür kişisel veriler sadece önceden alınmış mahkeme kararıyla elde edilip kullanılabilir. Dosya içeriğinde davacının kişisel verilerinin (dernek üyeliği gibi) önceden alınmış bir mahkeme kararına dayalı olarak elde edildiğine dair herhangi bir belge bulunmadığı için, bahse konu veriler yasa dışı elde edilmiştir; yasa dışı deliller Anayasanın 38 § 6 hükmü uyarınca hiçbir yargılamada kullanılamaz. Davacının söz konusu sendikaya üye olduğuna dair kişisel verileri polis tarafından illegal şekilde, hiçbir mahkeme kararı olmadan, toplu halde ele geçirilip kullanıldığı için, özel hayata saygı hakkı da ihlal edilmiştir.
32-    Davacının sendika üyesi olduğuna dair bilgiler davacının KHK ile kamu görevinden çıkarıldığı tarihten sonra elde edilmiş ve dosyaya girmiş olup, sonradan elde edilen bir delil (yasal faaliyet), daha önce verilmiş bir cezayı (ağırlaştırılmış müebbet kamu görevinden çıkarma cezasını) hukuka uygun yapmaz. Bu nedenle de temyize konu karar hukuka aykırıdır.
33-    Son olarak, sendika üyeliğine ilişkin olarak Bölge idare mahkemesi kararında dayanılan birçok yeni bilgi ve belge davacı tarafa tebliğ edilip görüşleri alınmadan kararda kullanılmış ve çekişmeli yargılama ilkesi de ihlal edilmiştir.
b)    Bank Asya Hesabı
34-    Bölge İdare Mahkemesi kararında davacının istinaf talebinin reddine dayanak yapılan olgulardan biri de davacının Bank Asya’da hesabının olması ve/veya bu hesabı aracılığıyla yaptığı bankacılık faaliyetleridir. Karar gerekçesinde bu husus aşağıdaki şekilde ifade edilmiştir:
35-    “TBMM Meclis Araştırma Komisyonu Raporunda, Bank Asya’nın Türkiye’de finans sektöründe FETÖ’nün sermaye şirketlerini desteklemek üzere kurulan banka olduğu, kağıt üstünde başkaları pay sahibi olsa bile fiili olarak bankanın sahibi ve yöneticisinin Fetullah Gülen olduğu, onun tayin ettiği kişilerin bankayı yönettiği, bankanın örgüte ait diğer şirket ve holdingler ile organik ilişkisi bulunduğu, FETÖ’nün Bank Asya üzerinden örgüt şirketlerini finanse ettiği ve bankacılık düzenleme ve teamüllerine aykırı uygulamaları hayata geçirdiği tespitlerine yer verilmiştir (TBMM, FETÖ/PDY’nin 15 Temmuz 2016 Tarihli Darbe Girişimi İle Bu Terör Örgütünün Faaliyetlerinin Tüm Yönleriyle Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırma Komisyonu Raporu, 2017/Mayıs, s. 171 ve 412).”
36-    İlk olarak TBMM Meclis Araştırma Komisyonu bir mahkeme değildir; bağımsız ve tarafsız değildir. Üyelerinin büyük çoğunluğu yürütme organını kontrol eden iktidar partisinin üyesi olup, tarafsız, bağımsız ve objektif bir görüş ortaya koymaları mümkün değildir. Meclis Araştırma Komisyonu, çekişmeli yargılama ve silahların eşitliği ilkelerine uygun olarak, suçlanan tarafın da görüşlerini alıp, bu görüşleri de dikkate alarak karar veren bir organ değildir. Bu nedenle, Meclis Araştırma Komisyonu Raporundaki görüşlerin maddi gerçeği yansıttığı sonucuna ulaşmak ve bu raporun mutlak doğruyu yansıttığı iddiasına dayalı olarak yargı kararı vermek mümkün değildir. TBMM Raporundaki iddiaları, çekişmeli yargılama, silahların eşitliği ve duruşmalı yargılama ilkelerine uygun olarak tek tek araştırmadan, bu rapora dayalı olarak karar veren mahkeme bağımsızlığını ve tarafsızlığını kaybeder (Beaumartin v. France, § 38).
37-    İkinci olarak, üyelerinin tamamının siyasi görüşleri bilinen (taraflı oldukları açık olan) bir Komisyon raporunu aynen kararına aktaran mahkeme de tarafsızlığını kaybetmiştir. 
38-    Üçüncü olarak, TBMM Raporu ve rapordaki iddialara dayanak yapılan bilgi ve belgeler, davacı tarafa sunulup görüşleri alınmadan, dosyada yer almayan belgelere dayalı olarak karar veren Ankara Bölge idare mahkemesi çekişmeli yargılama ilkesi gibi, bir yargılamanın olmazsa olmazları arasında olan en temel ilkeyi ihlal ederek karar verdiği için, temyize konu karar yargı kararı olarak dahi nitelendirilemez. TBMM Raporunu hiçbir şekilde tartışmadan, aynen kararına aktararak, çekişmeli yargılama yapmadan karar veren bir mahkemenin bu kararı “yargı kararı” olarak değerlendirilemez (Kress v. France [GC], § 76; Nideröst-Huber v. Switzerland, § 30; Feldbrugge v. the Netherlands, § 44; Lobo Machado v. Portugal, § 31; Van Orshoven v. Belgium, § 41; Göç v. Turkey [GC], §§ 55-57; Immeubles Groupe Kosser v. France, § 26; Vermeulen v. Belgium, § 33; Reinprecht v. Austria, § 31; A. and Others v. the United Kingdom [GC], § 204; Star Cate Epilekta Gevmata and Others v. Greece).
39-    Dördüncü olarak, söz konusu rapordaki iddiaların (suçlamaların) hiçbiri, bu dilekçenin yazıldığı tarihte dahi, bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kesin şekilde karara bağlanmamıştır. Bank Asya’nın ortaklarının kimler olduğu BDDK ve TMSF kayıtlarında yer almaktadır. Söz konusu iddialar siyasi olup, hukuk düzeninde herhangi bir geçerlilikleri yoktur. 
40-    Beşinci olarak, suçlama olarak atfedilen eylemlerin bir kısmı olağan ticari ilişkiler olduğu gibi (şirketleri destekleme), iddiaların bir kısmı ise suç oluşturmasına rağmen bugüne kadar herhangi bir yargı kararına konu olmamıştır. Hangi eylemlerin “bankacılık düzenleme ve teamüllerine aykırı uygulamalar” olduğu belirtilmediği gibi bu uygulamalar ile davacının ne gibi bir ilişkisi olduğu da kararda gösterilmemiştir. Bu türden uygulamalar var idiyse, 22 Temmuz 2016 tarihine kadar, Bank Asya’nın bankacılık faaliyetlerinde bulunmasına devlet kurumlarının (BDDK) neden izin verdiği de açıklanmamıştır.
41-    Ayrıca, Raporun tarihi de dikkate alındığında, Mayıs 2017 tarihindeki bulguları davacının 29 Mayıs 2015 öncesi bilmesi ve hareketlerini ona göre düzenlemesi imkânsızdır. Ayrıca, 29 Mayıs 2015 tarihine kadar, ortada ilan edilmiş veya mahkeme kararı ile saptanmış bir terör örgütü yoktur; bahse konu oluşum ilk kez bu tarihten tam bir yıl sonra, 26 Mayıs 2016 tarihinde terör örgütü ilan edilmiştir. Bu nedenle, işlendiği zaman tamamen yasal olan bankacılık faaliyetleri terör suçlamasına dayanak yapılamaz. 
42-    Pozitif hukuk kurallarına göre yargılama yapan bir mahkemenin bakması gereken olgu şudur: “işlendiği zaman söz konusu faaliyetler (Bank Asya’da hesap açma ve bu hesap aracılığıyla bankacılık faaliyetlerinde bulunma) yasal mıdır? Eğer Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre, söz konusu Banka’da hesap açma ve bankacılık faaliyetlerinde bulunma tarihlerinde, bu faaliyetler yasal ise, hiçbir cezalandırmaya dayanak yapılamaz. Adı üzerinde “yasal” olan bir faaliyet, ceza hukukunun konusuna girmez. Kanunla açıkça suç oluşturduğu önceden düzenlenmemiş bir faaliyet nedeniyle hiç kimse cezalandırılamaz. İlk ve ikinci derece mahkemeleri hukukun bu en temel ilkesini yok saydıkları için kararları hukuka aykırıdır. İşlendiği zaman suç olarak kanunla öngörülmemiş hiçbir eylem nedeniyle hiç kimse cezalandırılamaz (AİHS m. 7); işlendiği zaman yasal olan faaliyetler hiçbir cezalandırmaya dayanak yapılamaz. Hukuki güvenlik ilkesinin gereği olarak, bireyler devlet kurumlarının bankacılık faaliyetlerinde bulunmasına izin verdiği bankalardan istediğiyle bankacılık işlemlerinde bulunma istediği şekilde para yatırma ve çekme hakkına sahiptir.
43-    Bölge idare mahkemesi kararında ayrıca “… örgütün suçtan elde ettiği gelirleri aklamak için Bank Asya’nın araç olarak kullanıldığı, … FETÖ/PDY liderinin Bank Asya’ya para yatırılması yönünde 25/12/2013 tarihli çağrısı akabinde 2014 Ocak ayından itibaren normal bankacılık faaliyetleri ile bağdaşmayacak nitelikte para yatırma, hesap açtırma, bireysel emeklilik başvurusu, katılım hesabı açma, kredi kartı kullanımı gibi işlemlerde artışların meydana geldiği, yine bu dönemde 11.516 kişinin başka bankalardan kredi kullanarak faiz ödemek suretiyle edindikleri paralarını Bank Asya’daki hesaplarına yatırdığı, bu sürecin bankaya el konulma tarihi olan 29/05/2015 tarihine kadar devam ettiği anlaşılmaktadır. (AYM, Metin Evecen, B. No: 2017/744, 04/04/2018, § 26, OHAL Komisyonu 2018 Yılı Çalışma Raporu, 28/01/2019, s. 20-23).”
44-    İlk olarak, “örgütün suçtan elde ettiği gelirleri aklamak için Bank Asya’nın araç olarak kullanıldığı” suçlaması hususunda bağımsız ve tarafsız mahkemelerce verilmiş ve kesinleşmiş bir mahkeme kararı yoktur; bu iddia tüzel kişiliğin masumiyet karinesini ihlal ettiği için, hukukun en temel ilkelerinden birini ihlal eden bir iddia yargı kararında kullanılamaz. Her kimin olursa olsun, masumiyet karinesini ihlal eden bir yargı kararı hukuka açıkça aykırıdır. 
45-    İkinci olarak, “FETÖ/PDY liderinin Bank Asya’ya para yatırılması yönünde 25/12/2013 tarihli çağrısı”, yasa dışı bir çağrı olmadığı gibi, olay tarihi itibari ile ortada “FETÖ/PDY” isminde bir örgüt de yoktur. Bu nedenle söz konusu iddia, olmayan örgüte üyeliğe dayanak yapılamaz. Bahse konu isimdeki örgüt ilk kez 26 Mayıs 2016 tarihli MGK bildirisi ile ilan edilmiştir. 
46-    Üçüncü olarak, “2014 Ocak ayından itibaren normal bankacılık faaliyetleri ile bağdaşmayacak nitelikte para yatırma, hesap açtırma, bireysel emeklilik başvurusu, katılım hesabı açma, kredi kartı kullanımı gibi işlemlerde artışların meydana geldiği,” iddia edilmiş olup, 2014 yılı itibari ile de ortada ilan edilmiş bir terör örgütü yoktur. Bu eylemlerin tamamı işlendiği tarih itibari ile YASAL olup, bireylerin davranışları yasal olduğu sürece devleti ilgilendirmez; hiçbir suçlamaya dayanak yapılamaz.
47-    Dördüncü olarak, “… yine bu dönemde 11.516 kişinin başka bankalardan kredi kullanarak faiz ödemek suretiyle edindikleri paralarını Bank Asya’daki hesaplarına yatırdığı, bu sürecin bankaya el konulma tarihi olan 29/05/2015 tarihine kadar devam ettiği anlaşılmaktadır.” Bir kişinin kredi çekip çektiği parayı başka bir bankadaki hesabına yatırmasının yasa dışı hiçbir yönü yoktur. Bu da işlendiği zaman tamamen yasal bir faaliyet olup, ekonomik sonuçları da ilgili kişiyi ilgilendirir; devleti ilgilendirmez. Ayrıca, “29/05/2015 tarihine kadar” ortada ilan edilmiş bir terör örgütü yoktur ki, söz konusu yasal faaliyetler terör örgütü üyeliği suçlamasına dayanak yapılabilsin. Son olarak, 11.516 kişinin bankalardaki kişisel verileri hiçbir yargı kararı olmadan devlet kurumları tarafından ele geçirilip kullanıldığı için hem yasa dışı delil niteliğindedir; hiçbir yargılamada kullanılamaz (AY m. 38 § 6). Hem de bu uygulama ile bu kişilerin tamamının özel hayata saygı hakkı ihlal edilmiştir. Yasa dışı delile dayalı olan temyize konu karar bozulmalıdır.
48-    Ayrıca, bu gerekçede kullanılan veriler (AYM, Metin Evecen, B. No: 2017/744, 04/04/2018, § 26, OHAL Komisyonu 2018 Yılı Çalışma Raporu, 28/01/2019, s. 20-23) davacıya sunulup görüşleri alınmadan karar gerekçesinde yer aldığı için çekişmeli yargılama ilkesi (adversarial proceedings) ihlal edilmiştir. Bu ilke, bir yargılamanın olmazsa olmazları (sine qua non) arasında olup, bu ilkeye aykırı olarak verilen bir karar mutlak şekilde bozulmalıdır.
49-    Bölge idare mahkemesi kararında yukarıdaki unsurlar ve “29/05/2015 tarihinden sonra hesap açma ve para yatırma işleminin kesildiği dikkate alındığında, belirtilen tarih aralığında tamamen riskli konuma geldiği açık olan ve esasen 26/02/2014’te MGK kararı ile nitelendirilmesi yapılmış olan bir örgütün bankasına para yatırmanın ticari saikle yapıldığını söylemek mümkün değildir. Var olan paralarını yatıranların ötesinde başka bankalardan faizli kredi kullanmak suretiyle elde ettikleri kaynakları örgüt liderinin talimatlandırdığı bankaya yatıranlar bakımından ticari aklın büsbütün yok olduğu, bu durumun ancak örgüt liderine samimi bir bağ ve örgütle kurulmuş olan irtibat ile izah edilebileceği açıktır. FETÖ/PDY liderinin talimatını yerine getirme uğruna maddi ve hatta manevi varlıklarını riske atan bu kişiler bakımından iltisak ve irtibatın ötesine geçilerek, mensubiyet düzeyinin ortaya çıktığı sonucuna ulaşılmaktadır. Nitekim, Yargıtay 16. Ceza Dairesinin 20/12/2017 tarihli ve E:2017/1862, K:2017/5796 sayılı kararı ile örgüt liderinin talimatı doğrultusunda Bank Asya’ya para yatırma fiilinin terör örgütünün amacına hizmet eden yardım suçu kapsamında değerlendirilebileceği karara bağlanmıştır.”
50-    İlk olarak, 26 Şubat 2014 tarihli MGK kararı kamuoyuna açıklanmamıştır. MGK kararları gizli olup, Anayasanın 118. Maddesine göre, eğer bağlayıcı ise, sadece Bakanlar Kurulunu bağlar, bireyleri bağlamaz. MGK kararları bağlayıcı ise, Bakanlar Kurulunu bağlıyor ise, o rejime de demokratik rejim denmez. Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olup, bu türden bir rejimde yasama, yürütme ve yargı organları bellidir; MGK bir yargı organı değildir ki, herhangi bir oluşumu yargılayıp suç örgütü veya terör örgütü ilan edebilsin. MGK kararlarına bağlayıcı değer verip, onlara dayanarak karar veren bir mahkeme bağımsızlığını kaybeder (Beaumartin v. France). Eğer bir oluşum suç örgütü ise, bu durumu sadece bağımsız mahkemeler tespit edip kararlaştırabilir. 28 Şubat Dönemi olarak adlandırılan dönemde, Hükümete bazı siyasi kararları empoze eden MGK’nın aldığı kararları tenkit eden bir iktidarın, 2014 yılından sonra pozitif hukuk normlarını (Anayasa ve yasaları) yok sayıp MGK kararlarına bağlayıcı değer atfetmesi ve mahkemelerin bu kararlara dayalı olarak karar vermesi hukuk devleti ilkesini yok eder. MGK kararlarına mahkeme kararlarında dayanılması ise pozitif hukuk kurallarının yok sayıldığını ve yürütme erki içerisindeki bir organın talimatlarının mahkemelerce uygulandığını gösterir. Bu da karar veren mahkemenin bağımsızlığının ortadan kalktığına delildir. AİHM’nin belirttiği gibi, mahkeme yürütme erki içerisindeki organların kararlarına bağlayıcı değer verip kararını ona dayandıramaz; dayandırırsa bağımsızlığını kaybeder, bağımsız olmayan bir organ “mahkeme” sıfatının kullanılmasını dahi hak etmez (Beaumartin v. France).
51-    Anayasaya göre, “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.” (AY m. 6 § 3). Masumiyet karinesinin gerekleri dikkate alındığında, kişileri suçlu gösterme veya mahkûm etme, sadece yargısal bir işlevdir. “Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılır.” (AY m. 9). Dolayısıyla yürütme veya yasama organının yargılama ve kişileri suçlu ilan edip cezalandırma yetkisi yoktur. Kişi ya da kişi grupları, MGK, Bakanlar Kurulu veya Yasama organı kararlarıyla suçlu ilan edilemez; mahkûm olmuş gibi gösterilip cezalandırılamaz.
52-    İkinci olarak, 26 Şubat 2014 tarihli MGK Toplantısından sonra yapılan basın açıklamasında “halkımızın huzurunu ve ulusal güvenliğimizi tehdit eden yapılanmalar” ifadesi kullanılmış olup,  bu ifadenin dışında kamuoyuna açıklanmış hiçbir MGK bildirisi yoktur. Bireylerin bu açıklamadan, Ankara Bölge idare mahkemesinin belirttiği sonucu (26/02/2014’te MGK kararı ile nitelendirilmesi yapılmış olan bir örgütün) çıkarması imkânsızdır. Tek satırdan ibaret basın açıklamasında, o tarih itibari ile “Cemaat” olarak adlandırılan yasal oluşuma dair herhangi bir nitelendirme bulunmayıp, Bölge idare mahkemesinin bu nitelendirmeye “gizli MGK kararından” ulaştığı anlaşılmaktadır. Bu gizli karar davacıya tebliğ edilip, görüşleri alınmadan bu gerekçe oluşturulmuş ve çekişmeli yargılama ilkesi bir kez daha ihlal edilmiştir. Bu ilkeye aykırı olarak verilen bir karar “yargı kararı” olamaz (Kress v. France [GC], § 76; Nideröst-Huber v. Switzerland, § 30; Feldbrugge v. the Netherlands, § 44; Lobo Machado v. Portugal, § 31; Van Orshoven v. Belgium, § 41; Göç v. Turkey [GC], §§ 55-57; Immeubles Groupe Kosser v. France, § 26; Vermeulen v. Belgium, § 33; Reinprecht v. Austria, § 31; A. and Others v. the United Kingdom [GC], § 204; Star Cate Epilekta Gevmata and Others v. Greece).
53-    Bölge idare mahkemesine göre, “26/02/2014’te MGK kararı ile nitelendirilmesi yapılmış olan bir örgütün bankasına para yatırmanın ticari saikle yapıldığını söylemek mümkün değildir”. Hemen belirtelim ki, bu dilekçenin yazıldığı tarih itibari ile hâlâ Bank Asya’nın “örgütün bankası” olduğu yönünde verilmiş ve kesinleşmiş bir yargı kararı yoktur; bu gerekçe bir tüzel kişiliğin masumiyet karinesini açıkça ihlal etmekte olup, masumiyet karinesine ihlal eden bir karar hukuka açıkça aykırıdır. 
54-    Bölge idare mahkemesi, “örgüt liderinin talimatlandırdığı bankaya yatıranlar bakımından ticari aklın büsbütün yok olduğu, bu durumun ancak örgüt liderine samimi bir bağ ve örgütle kurulmuş olan irtibat ile izah edilebileceği açıktır.” Tekraren belirtelim ki, 29 Mayıs 2015 öncesi Bank Asya’ya para yatırma olgusunun atılı suça dayanak yapılması mümkün değildir; olay tarihinde ilan edilmiş herhangi bir terör örgütü yoktur ki, bu yasal faaliyet olmayan örgütün liderinin talimatıyla yapılmış olsun. Para yatırma veya diğer bankacılık işlemlerinin işlendiği tarihte, Bank Asya devlet kurumlarının verdiği izne dayalı yasal olarak bankacılık faaliyetleri yapan bir banka olup, her ne sebeple olursa olsun, yasal bir bankada herhangi bir bankacılık işlemi yapmak tamamen yasal bir faaliyettir ve hiçbir yaptırıma dayanak yapılamaz. Eğer Bank Asya örgütün bankası idiyse BDDK neden bu bankayı daha önce kapatmamıştır? Bank Asya’yı kapatmayarak, BDDK suç işlememiş midir? Bankacılık faaliyetlerinde bulunmasına izin vererek devlet bireylere tuzak mı kurmuştur? Hukuk devletinde devlet bireylere tuzak kurma hakkına sahip değildir. Tuzak kurarak oluşturulan deliller hiçbir yargılamada kullanılamaz. 
55-    Bölge İdare Mahkemesi’ne göre, “davacının “Ocak 2014-Mayıs 2015” tarih aralığında Bank Asya’daki hesabına para yatırdığı ve/veya katılım hesabı açtığının belirlendiği, dolayısıyla anılan bankaya finansal destek/yardım sağladığı sabit olup, davacının bu gerekçeyle de anılan örgütle iltisak ve irtibat düzeyinde ilişkisinin olduğu sonucuna ulaşılmıştır.” Tekraren belirtilmelidir ki, bahse konu isimdeki örgüt ilk kez 26 Mayıs 2016 tarihinde MGK bildirisi ile ilan edilmiştir. MGK abesle iştigal etmeyeceğine göre, eğer bu tarihten önce ortada bir terör örgütü olsaydı, ilan etme ihtiyacı duyulmazdı. 26 Mayıs 2016 tarihinde MGK ve 30 Mayıs 2016 tarihinde Bakanlar Kurulu “paralel devlet yapılanmasının terör örgütü olduğuna” karar vermişlerse, bu karar açıkça şunu göstermektedir: Belirtilen tarihlerden önce bahse konu oluşumun terör örgütü olduğuna dair herhangi bir karar yoktur. MGK ve Bakanlar Kurulu kararları yürütme organını (devleti) bağlar ve belirtilen tarihlerden önce söz konusu oluşumun terör örgütü olduğuna dair hiçbir kararın olmadığının en açık kanıtını oluşturur. Eğer “Cemaat” isimli oluşumun terör örgütü olduğu önceden saptanmış olsaydı, bahse konu MGK ve Bakanlar Kurulu kararları alınmaz ve ilan edilmezdi. Dolayısıyla, Ocak 2014-Mayıs 2015 tarihleri arasında herhangi bir terör örgütü yoktur ki, liderinin talimatına uygun olarak bankaya para yatırma faaliyeti, söz konusu örgütle iltisak ya da irtibatı göstersin.
56-    Ayrıca, istinaf dilekçesinde detaylı olarak açıklandığı gibi (bkz. §§ 137-143), Bank Asya verileri de tamamen yasa dışı şekilde elde edilmiş, yasa dışı delil niteliğindedir. Birçok ceza davası dosyasına girdiği gibi, Bank Asya’nın bir milyondan fazla müşterisine ait kişisel veriler, hiçbir mahkeme kararı olmadan, polis tarafından ele geçirilmiş ve bu konuda Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde bir de ‘merkezi veri tabanı’ hazırlanıp tüm il emniyet müdürlüklerinin hizmetine sunulmuştur. İllerdeki polisler de bu veri tabanından yararlanarak, savcılıkların taleplerini aynı gün karşılar şekilde cevaplar yazmışlardır. Örneğin, 20 Ekim 2016 tarihinde Adana İl Emniyet Müdürlüğü, Adana Cumhuriyet Başsavcılığına yazdığı “GİZLİ” ibareli  yazıda (Sayı: 75027471-66679.(12210).2016/ - Konu: ByLock), Başsavcılığın aynı tarihli taleplerine şu şekilde cevap vermiştir: “Konu ile ilgili olarak Terörle Mücadele Dairesi Başkanlığının D Şube Verileri Programı içerisinde şahsın yapılan ByLock sorgulamasında, … ByLock kullanıcısı olduğu, ayrıca şubemizde mevcut bulunan sistemde yapılan Bank Asya sorgusunda … … isimli şahsın Bank Asya isimli bankada hesabının bulunduğu tarafımızdan tespit edilmiştir.” Bu yazının ekinde, Bank Asya hesabından yapılan para hareketlerini gösteren belgeler de ekte Başsavcılığa gönderilmiştir. Bu ekler ana belgeye ekte eklenmiş ve 20.10.2016 tarihli belgenin son kısmında, “EKLER: 1-Bylock veri çıktısı (1 sayfa); 2-Bank Asya veri çıktısı (4 sayfa)” şeklinde belirtilmiştir. “Gizli” ibareli bu belge ve ekleri daha sonra sanığın yargılandığı dosyaya eklenmiş ve “209-213” sıra numaraları verilmiştir. 29 Mayıs 2015 tarihinden bu yana Bank Asya’yı bir devlet kurumu olan TMSF’nin yönettiği dikkate alındığında, bir milyondan fazla banka müşterisinin tüm kişisel verilerinin TMSF tarafından polise verildiği anlaşılmaktadır. Eş ifade ile bir milyondan fazla Bank Asya müşterisinin kişisel verileri “bir bütün olarak” polis tarafından mahkeme kararı alınmadan, illegal şekilde ele geçirilmiş ve bu hususta bir de “merkezi veri tabanı” (Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı Bilgi Sistemi) oluşturulup kullanılmıştır. Bank Asya’ya dair davacının kişisel verileri ilk olarak hiçbir mahkeme kararı olmadan, yasa dışı şekilde polis tarafından ele geçirilmiş ve kullanılmış olup, bu nedenle, söz konusu veriler yasa dışı olduğu gibi, davacının özel hayata saygı hakkını da ihlal etmiştir. Sonradan mahkeme kararıyla aynı verilerin tekrar istenmesi, yasa dışılığı gidermez. Anayasa hükümleri herkesi ve her kurumu bağladığı için, yasa dışı deliller (disiplin yargılamaları dahil) hiçbir yargılamada kullanılamaz (AY m. 38 § 6); özel hayata saygı hakkı ihlal edildiği ve yasa dışı delil kullanıldığı için Anayasa ve AİHS’ye açıkça aykırı olan temyize konu karar bozulmalıdır.
57-    Prof. Dr. İzzet Özgenç’in belirttiği gibi, “hangi amaçla olursa olsun, (Bank Asya’da) mevcut hesaba para yatırılması, hesaplar arasında para transferinde bulunulması, asla, ilgili kişinin terör örgütü üyeliği ile suçlanmasının dayanağını oluşturamaz.” (@izzetoezgenc, 5:11 – Feb 19, 2018). Yasal bir bankaya para yatırma eyleminin amacı ne olursa olsun hiçbir şekilde terör örgütü suçlamasına dayanak yapılamaz. AİHS m. 7 ve Anayasa m. 38 § 1’e göre, hiç kimse, işlendiği zaman suç oluşturmayan bir eylemden dolayı suçlanamaz ve cezalandırılamaz. Bank Asya’ya para yatırmış olma gibi işlendiği zaman tamamen yasal olan bir faaliyetin suç delili olarak gösterilerek terör örgütü üyeliği suçuna dayanak yapılması ve bu nedenle cezai bir yaptırıma maruz kalma AİHS m. 7 ve Anayasa m. 38 § 1’i ihlal etmiştir. Anayasa ve AİHS’yi açıkça ihlal eden karar bozulmalıdır.
58-    Bir kişinin yatırım amacıyla bir bankaya para yatırması ve bu yatırımdan kâr elde etmesi, mülkiyet hakkının kapsamındadır. Yatırım amacıyla yasal bir bankaya tamamen yasal olarak elde edilmiş bir miktar parayı yatırmanın soruşturma ve kovuşturma işlemlerine, tutuklama ve mahkûmiyet kararlarına ve kamu görevinden çıkarma işlemine dayanak yapılması, mülkiyet hakkına müdahale oluşturur. Yukarıda açıklanan nedenlerle yasal dayanaktan yoksun olduğu için söz konusu müdahale mülkiyet hakkını da ihlal etmiştir. Ayrıca, yasal olarak faaliyette bulunan bir bankaya para yatırma eyleminin, bir gün terör örgütü üyeliği suçuna delil olarak gösterileceğini hiç kimse öngöremez; oysa yasalar öngörülebilir (foreseeable) olmak zorundadır. Ceza yasaları mahkemelerce öngörülemez şekilde yorumlanıp uygulandığından, söz konusu yasa hükümleri AİHS anlamında “kanun” niteliğine de sahip değildir. Bu nedenle de müdahale yasal dayanaktan yoksun olup, mülkiyet hakkı açıkça ihlal edilmiştir.
59-    Bank Asya’ya para yatırma ve bu hesap aracılığı ile bankacılık işlemleri yapma gibi kişisel veriler, KHK ile kamu görevinden çıkarma işleminden sonra elde edilmiş olup, sonradan ortaya çıkan bir husus, daha önce verilmiş bir cezayı (ağırlaştırılmış müebbet kamu görevinde çalışamama cezası) hukuka uygun yapmaz. Bu nedenle de dava konusu işlem hukuka aykırıdır. 
60-    Son olarak, Bank Asya hesabına ilişkin olarak Bölge İdare Mahkemesi kararında dayanılan birçok yeni husus davacı tarafa tebliğ edilip görüşleri alınmadan kararda kullanılmış ve çekişmeli yargılama ilkesi ihlal edilmiştir. Tüm bu nedenlerle hukuka aykırı olan temyize konu karar bozulmalıdır.
c)    Cihan Medya Dağıtım A.Ş.’ye (CMD A.Ş.) Ödemede Bulunma veya Gazete ve Dergi Aboneliği
61-    İstinaf dilekçesinde belirtildiği gibi, CMD A.Ş.’ye İstanbul 9. Sulh ceza hakimliğinin 11 Mart 2016 tarihli kararıyla CMK m. 133 uyarınca kayyım atanmış ve bu tarihten itibaren şirketin yönetimi tamamen devletin kontrolüne geçmiş, Gülenist bağı ortadan kalkmıştır. Bu dilekçenin sunulduğu tarihe kadar bu şirket bir daha eski sahiplerine iade edilmemiştir. Dolayısıyla bireylerin bu şirkete yaptıkları ödemeler açısından sorumluluk olsa olsa 11 Mart 2016 tarihine kadar söz konusu olabilir. Bu tarihten sonra yapılan ödemeler, örneğin 10 Haziran 2016 tarihli bir ödeme, devletin kontrol ettiği ve yönettiği bir şirkete yapılan ödeme olup, terör örgütünün yayın organına yapılan bir ödeme olarak nitelendirilemez. 15 Temmuz 2016 tarihinden sonra çıkarılan KHK’lar uyarınca da şirketin yönetimi TMSF’ye devredilmiştir.
62-    Bahse konu basın şirketine kayyım atandığı tarihe kadar “FETÖ/PDY” isminde ilan edilmiş bir terör örgütü yoktur. Yukarıda belirtildiği gibi, bu konudaki ilk karar 26 Mayıs 2016 tarihlidir. Dolayısıyla, 11 Mart 2016 tarihinde, ilan edilmiş bir terör örgütü olmadığı için, olmayan terör örgütünün yayın organı da olamaz. Anayasanın 28-30. Maddeleri basın özgürlüğünü garanti altına alınmıştır. CMD A.Ş. yasalara uygun olarak kurulmuş bir basın şirketi olup, kayyım atandığı tarihe kadar (eski hissedarlarının yönettiği son güne kadar) tamamen yasalar çerçevesinde faaliyet göstermiş yasal bir şirkettir. 11 Mart 2016 tarihine kadar bu şirket hakkında verilmiş ve kesinleşmiş bir yargı kararı (terör örgütü üyesi) da yoktur. Dolayısıyla tamamen yasal bir şirketin yayınlarına abonelik nedeniyle (alınan gazete ve/veya derginin karşılığı) ödenen paranın suç delili olarak gösterilmesi davacının gazete ve dergiye (bilgiye) erişme hakkını ve basın özgürlüğünü ihlal eder (AİHS m. 10, BM MSHS m. 19, AY m. 28-30). 
63-     Davacının belirtilen tarihlerde yaptığı ödeme, abonesi olduğu bir gazetenin abone bedelini ödemekten ibarettir. Davacı CMD A.Ş.’ye ödeme yaptığı için değil, bir gazete veya dergiye abone olduğu için cezalandırılmaktadır. Bu durumu kamu otoriteleri de hakimler de çok iyi bilmektedirler. Herkesin bildiği gibi, CMD A.Ş. bir gazete dağıtım şirketi olup, davacı gazete aboneliği karşılığı olarak, satın aldığı gazete veya derginin bedelini bu şirkete ödemiştir. Davacı yasal olarak kurulup el konulduğu tarihe kadar yasal şekilde faaliyette bulunan bir gazete ya da dergiye abone olduğu için, gazete veya dergi okuduğu için cezalandırılmış olup, bu durum Anayasanın 28-30, AİHS’nin 10 ve BM MSHS’nin 19. Maddelerinde korunan ifade ve basın özgürlüğünü ihlal eder.
64-    Ayrıca, bir şirket, hastane, dernek, vakıf, sendika veya bakanlıktaki ya da bankadaki bilgiler kişisel veri niteliğinde olup, özel hayatın kapmasında ve koruması altındadır; sadece mahkeme kararı ile elde edilebilir. Aksi durum özel hayata saygı hakkını ihlal eder. Dosyadaki belgeler incelendiğinde görüleceği gibi, davacının kişisel verileri herhangi bir mahkeme kararı olmadan elde edilmiş olup bu bilgiler yasa dışı delil niteliğindedir. Anayasanın 38 § 6 hükmüne göre,  kanuna aykırı elde edilen deliller (hiçbir) yargılamada kullanılamaz. Mahkeme kararı alınmadan kişisel veriler ele geçirildiği için özel hayata saygı hakkını da ihlal eden, yasa dışı delil niteliğindeki bu delile dayanılarak verilen karar Anayasaya aykırıdır.
65-    Ayrıca “satın alınan gazete veya derginin karşılığı olarak ödenen para”, işlendiği zaman tamamen yasal bir aktivite olup, yasal bir işlem cezaya dayanak yapıldığı için kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi (AİHS m. 7, BM MSHS m. 15, AY m. 38 § 1) de ihlal edilmiştir.
66-    İdari yargı kararlarında, “… FETÖ/PDY silahlı terör örgütünün yayın organı olan Cihan Medya Dağıtım A.Ş.” ifadeleri kullanılmış olup, CMD A.Ş.’nin terör örgütünün yayın organı olduğu yönünde verilmiş ve kesinleşmiş herhangi bir yargı kararı yoktur. Bu ifade bir yargı kararında kullanıldığı için masumiyet karinesine aykırıdır. Hukukun en temel ilkelerinden biri olan masumiyet karinesini ihlal eden ifadelerin kullanıldığı bir karar yargı kararı olamaz; AİHS m. 6 § 2, BM MSHS m. 14 § 2 ve Anayasa m. 38 § 4’e açıkça aykırı olan bir kararın hukuka aykırı olacağı tartışmasızdır.
67-    Son olarak, bu husustaki bilgiler davacının KHK ile kamu görevinden çıkarıldığı tarihten sonra elde edilmiş ve dosyaya girmiş olup, sonradan elde edilen bir delil (ifade ve basın özgürlüğü kapsamındaki yasal bir faaliyet), herhangi bir somut delile dayanmadan daha önce verilmiş bir cezayı (ağırlaştırılmış müebbet kamu görevinde çalışamama cezasını) hukuka uygun yapmaz. Kısaca, ifade ve basın özgürlüğü, özel hayata saygı hakkı, kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi ve masumiyet karinesi gibi temel insan haklarını ihlal eden, Anayasanın 38 § 6 hükmüne aykırı olan temyize konu idari yargı kararı bozulmalıdır.
d)    Kimse Yok Mu? Veya Benzeri Bir STK’ya Bağış Yapma veya Faaliyetlerine Katılma ya da Öğrencilere Burs Verme
68-    İstinaf dilekçesinde belirtildiği gibi, talebin reddine gerekçe gösterilen faaliyetlerden biri de davacının geçmişte Gülenist bağı olduğu iddia olunan bir dernek veya benzeri insani yardım kuruluşuna bağış yapması ve/veya bu derneğin bazı faaliyetlerine katılması olup, bu durum ilk olarak örgütlenme özgürlüğünü (AİHS m. 11, AY m. 33) ihlal eder. Öğrencilere burs verme faaliyeti de hiçbir suçun kapsamına girmeyen, sivil toplum faaliyetlerinin ve dolayısıyla örgütlenme özgürlüğünün kapsamı ve koruması altındadır. Bahse konu STK, yasalara uygun olarak kurulmuş ve kapatıldığı tarihe kadar da kamu makamlarının denetim ve gözetimi altında faaliyette bulunmuştur. Yasal bir STK’ya bağış yapmak veya faaliyetlerine katılmak, bu dernek aracılığıyla burs vermek, işlendiği zaman tamamen yasal olan bir faaliyet olup, bu durumun suç delili olarak gösterilip cezalandırmaya (ağırlaştırılmış müebbet kamu görevinde çalışamama cezası) dayanak yapılması, kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesini de ihlal eder (AİHS m. 7; AY m. 38 § 1). Kararda bahse konu STK’ya terör örgütü suçlaması da yapılmış olup, kapatıldığı tarihe kadar ve hatta bu dilekçenin yazıldığı tarihe kadar, söz konusu STK’nın terör örgütü üyesi olduğuna dair kesinleşmiş hiçbir mahkeme kararı yoktur. Karardaki ifadeler masumiyet karinesini (AİHS m. 6 § 2; AY m. 38 § 4) ihlal ettiği için, söz konusu karar açıkça hukuka aykırıdır. Ayrıca davanın reddine dayanak yapılan bilgiler davacının KHK ile kamu görevinden çıkarıldığı tarihten çok sonra elde edilip dosyaya girmiş olup, sonradan elde edilen deliller (yasal faaliyetler) önceki bir işleme hukuki dayanak yapılamaz. Söz konusu bilgiler (kişisel veriler) herhangi bir mahkeme kararı olmadan elde edildiği için yasa dışı delil niteliğinde olup, hiçbir yargılamada kullanılamaz (AY m. 38 § 6). Kişisel veriler yasa dışı şekilde elde edilip mahkemenin ret kararına dayanak yapıldığı için de özel hayata saygı hakkı ihlal edilmiştir (AİHS m. 8; AY m. 20). Tüm bu nedenlerle, Anayasa ve AİHS’nin birçok hükmüne aykırı olan temyize konu karar bozulmalıdır.
e)    Gülenist Bağı Olan Okul, Kreş, Dershane, Okuma Salonu veya Benzeri Eğitim Kuruluşlarına Çocuğunu Gönderme veya Bu Okullardan Mezun Olma, Okulları Ziyaret
69-    İstinaf talebinin reddine, önceden “Gülen Hareketi” ismiyle bilinen yapıya mensup kişilerce kurulmuş özel bir okula, kreşe ya da dershaneye çocuklarını gönderme, bu kişilerin organize ettiği Türkçe Olimpiyatlarına katılma ve/veya yurt dışında açılan okulları ziyaret etme ya da yurt dışına seyahatte bulunma veya benzeri faaliyetlerden bir ya da birkaçı dayanak yapılmıştır. Tüm bu faaliyetler, işlendiği zaman tamamen yasal olan birer faaliyet olup, eğitim hakkı ve özel hayata saygı hakkının kapsamı ve koruması altındadır. Millî Eğitim Bakanlığının faaliyette bulunmasına izin verdiği bir okula çocuğunu gönderme veya bu okuldan mezun olma tamamen yasal bir faaliyet olduğu gibi, bu ve benzeri yasal faaliyetlerin terör örgütü üyeliği suçlamasına dayanak yapılması ve sadakat yükümlüğünü ihlale gerekçe gösterilip kişinin cezalandırılması bahse konu iki hakkı da ihlal eder. Bu ihlalin ana nedeni, bu hususlardaki bilgilerin de herhangi bir mahkeme kararı olmadan, yasa dışı şekilde elde edilmesi olduğu gibi, aynı zamanda tamamen yasal birer faaliyet olmalarıdır. Yasal faaliyetlerin cezalandırmaya (ağırlaştırılmış müebbet kamu görevinde çalışamama cezası) dayanak yapılması, kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesini de (AİHS m. 7, AY m. 38 § 1) ihlal eder. Söz konusu bilgiler (kişisel veriler) herhangi bir mahkeme kararı olmadan elde edildiği için yasa dışı delil niteliğinde olup, hiçbir yargılamada kullanılamaz (AY m. 38 § 6). Kişisel veriler yasa dışı şekilde elde edilip mahkemenin ret kararına dayanak yapıldığı için de özel hayata saygı hakkı ihlal edilmiştir (AİHS m. 8, AY m. 20). Ayrıca davanın reddine dayanak yapılan bilgiler davacının KHK ile kamu görevinden çıkarıldığı tarihten çok sonra elde edilip dosyaya girmiş olup, sonradan elde edilen deliller (yasal faaliyetler) önceden alınmış yasa dışı bir kararı hukuka uygun hale getirmez. Tüm bu nedenlerle, Anayasa ve AİHS’nin birçok hükmüne aykırı olan karar bozulmalı ve hukuka aykırı ceza tüm sonuçları ile ortadan kaldırılmalıdır.
f)    Digitürk veya Benzeri Yayın Platformu Aboneliğine Son Verme
70-    Talebin reddine dayanak yapılan gerekçelerden biri de davacının Digitürk veya benzeri bir yayın platformlarındaki aboneliğine son verme olgusudur. İlk olarak, Tamamen yasal bir faaliyet olan Digitürk veya benzeri abonelikleri sonlandırmanın herhangi bir cezaya gerekçe yapılması, televizyon yayınlarına erişme hakkına müdahale açısından negatif anlamda (bilgiye ve habere dijital yayın platformu aracılığıyla erişmeme hakkına) açık bir müdahaledir. Bu müdahalenin yasal hiçbir dayanağı bulunmayıp, bu nedenle hem ifade ve medya özgürlüğü (BM MSHS m. 19, AİHS m. 10, AY m. 28-30) hem de kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi (AİHS m. 7; AY m. 38 § 1) ihlal edilmiştir. Ayrıca davanın reddine dayanak yapılan bu husustaki bilgiler davacının KHK ile kamu görevinden çıkarıldığı tarihten çok sonra elde edilip dosyaya girmiş olup, sonradan elde edilen deliller (yasal faaliyetler) önceki bir işleme hukuki dayanak yapılamaz. Söz konusu bilgiler (kişisel veriler) herhangi bir mahkeme kararı olmadan elde edilip kullanıldığı için yasa dışı delil niteliğinde olup, hiçbir yargılamada kullanılamaz (AY m. 38 § 6). Kişisel veriler yasa dışı şekilde elde edilip mahkemenin ret kararına dayanak yapıldığı için de özel hayata saygı hakkı ihlal edilmiştir (AİHS m. 8; AY m. 20). Tüm bu nedenlerle, Anayasa ve AİHS’nin birçok hükmüne aykırı olan karar bozulmalı ve hukuka aykırı işlem iptal edilmelidir.
g)    Geçmişte Bazı Dini Sohbetlere Katılmış Olma İddiası
71-    Bir an için bu iddianın doğru olduğu varsayılsa dahi, bir kişinin tamamen barışçıl dini sohbetlere (peaceful religious talks) katılması hem barışçıl toplanma özgürlüğünün (AİHS m. 11, AY m. 34) hem de din ve vicdan özgürlüğünün (AİHS m. 9, AY m. 24) kapsamı ve koruması altındadır. BM Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu’nun (United Nations Working Group on Arbitrary Detention - UN WGAD) belirttiği gibi, bu türden bir toplantıdan sonra herhangi bir suçun işlendiği gösterilmediği müddetçe (toplantının bir suçun işlenmesine yol açtığı somut olarak gösterilmedikçe), bahse konu barışçıl toplantıların suç dayanağı olarak gösterilmesi mümkün değildir; bu nedenle herhangi bir soruşturma dahi açılamaz (UN WGAD, Mestan Yayman Kararı, Opinion No. 42/2018, 21 Ağustos 2018). 
72-    BM Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu, tutuklu yargılanan eski Antalya vali yardımcısı Mestan Yayman kararında özetle şu değerlendirmede bulunmuştur: “ByLock kullanma” ve “2013 yılında Gülen Hareketince organize edilen dini sohbetlere katılma” terör örgütü suçlamasına dayanak yapılamaz. Mr. Yayman’ın bu gerekçelerle tutuklanması ve yargılanması, düşünce özgürlüğü, düşünceyi açıklama özgürlüğü ve barışçıl toplantı yapma ve örgütlenme özgürlüğünü ihlal eder. BM Çalışma Grubuna göre, temel hakların kullanılmasından ibaret olan bu iddialara dayalı olarak bir kişi hakkında dava açılıp yargılama dahi yapılamaz (“the Working Group wishes to emphasize that no trial of Mr. Yayman should have taken place”, § 94). 
73-    Davanın reddine bahse konu dini sohbetlere katılma dayanak yapılmış olup, toplantının herhangi bir suçun işlenmesine yol açtığı gösterilmediği için, karar barışçıl toplanma ve örgütlenme özgürlüğüne (AY m. 33 ve 34, AİHS m. 11) aykırı olup, bu temel özgürlüğü ihlal eder. Ayrıca davanın reddine dayanak yapılan bu husustaki bilgiler davacının KHK ile kamu görevinden çıkarıldığı tarihten çok sonra elde edilip dosyaya girmiş olup, sonradan elde edilen deliller (temel bir hakkın kapsamındaki bir faaliyet) önceden alınmış ve hiçbir suç deliline dayanmayan işleme hukuki dayanak yapılamaz. Tüm bu nedenlerle, Anayasa ve AİHS’nin birçok hükmüne aykırı olan karar bozulmalı ve dava konusu işlem iptal edilmelidir.
h)    Evinde Bulunan Bazı Kitap, Gazete Nüshası ve Dergiler
74-    Talebin reddine davacının evinde bulunan bazı kitap, eski tarihli gazete nüshası ve/veya dergiler de dayanak yapılmıştır. Söz konusu yayınlar yasalara uygun olarak yayınlanmış ve/veya bandrol almış yazılı eserler olup, bu durum ilk olarak bilgiye erişme (ifade ve basın) özgürlüğünü (AİHS m. 10, AY m. 26-30) ihlal eder. Bahse konu yazılı eserler, yasalara uygun olarak geçmişte yayınlanmış olup, Basın Kanunu’nda yer alan 2-4 aylık zamanaşımı süreleri geçmesine rağmen, haklarında herhangi bir dava dahi açılmamış yasal eserlerdir. İçeriğinde hiçbir şiddet unsuru bulunmayan, yasal bir eseri evinde bulundurmanın suç olduğunu gösteren hiçbir yasa hükmü yoktur; işlendiği zaman tamamen yasal bir faaliyet olan bu durumun suç delili olarak gösterilip cezalandırmaya (ağırlaştırılmış müebbet kamu görevinde çalışamama cezası) dayanak yapılması, kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesini ihlal eder (AİHS m. 7, AY m. 38 § 1). Kararda bahse konu eserleri yayınlayan basın kuruluşlarına terör örgütü suçlaması da yapılmış olup, kapatıldığı tarihe kadar ve hatta bu dilekçenin yazıldığı tarihe kadar, söz konusu kuruluşların terör örgütü üyesi olduğuna dair kesinleşmiş hiçbir mahkeme kararı yoktur. Karardaki ifadeler masumiyet karinesini (AİHS m. 6 § 2; AY m. 38 § 4) ihlal ettiği için, temyize konu karar bu nedenle de açıkça hukuka aykırıdır. Ayrıca davanın reddine dayanak yapılan bilgiler davacının KHK ile kamu görevinden çıkarıldığı tarihten çok sonra elde edilip dosyaya girmiş olup, sonradan elde edilen deliller (yasal yayınlar) daha önce hükmedilen bir “cezaya” hukuki dayanak yapılamaz. Tüm bu nedenlerle, Anayasa ve AİHS’nin birçok hükmüne aykırı olan karar bozulmalı ve hukuka aykırı işlem iptal edilmelidir.
i)    Davacının Aynı Suçtan Mahkûm Edildiği Olgusu
75-    İstinaf mahkemesi kararında, talebin reddine dayanak olarak gösterilen hususlardan biri de “aynı faaliyetlere dayalı olarak davacının Ağır ceza mahkemesince yargılanıp ağır hapis cezasına mahkûm edildiği” hususudur.
76-    İlk olarak, mahkûmiyet kararı da davacının KHK ile kamu görevinden çıkarıldığı tarihten çok sonra ortaya çıkmış bir durum olup, sonradan ortaya çıkan bir husus, daha önce verilmiş bir cezayı (ağırlaştırılmış müebbet kamu görevinde çalışamama cezası) hukuka uygun hale getirmez. Yukarıdaki tüm hususlar için de aynı durumun geçerli olduğu anlaşılmakta olup, ret kararında dayanılan tüm deliller (yasal faaliyetler), davacının KHK ile kamu görevinden çıkarıldığı tarihten sonra elde edilmiştir. Bu nedenle, verildiği tarihte (KHK’nın yayınlandığı tarihte) hiçbir somut suç deliline dayanmayan ceza (ağırlaştırılmış müebbet kamu görevinde çalışamama cezası) hukuka aykırıdır. Bu hukuka aykırılık ilk ve ikinci derece idari yargı organlarınca da giderilmemiş olup, bu nedende temyize konu karar da hukuka aykırıdır.
77-    İkinci olarak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti 10 Mart 2016 tarih ve 6684 sayılı Onaya Uygun Bulma Kanunu ile (Bu kanun, 25 Mart 2016 tarih ve 29664 sayılı Resmî Gazetede yayımlanmıştır.) AİHS’ye Ek 7 No.lu Protokol’ü onaylamış olup 7 No.lu Protokol’ün 4. Maddesine göre, bir kişi aynı suçlamaya dayalı olarak iki kez yargılanıp iki ayrı cezaya mahkûm edilemez (non bis in idem ilkesi). Davacıya terör örgütü üyeliği suçlaması yapılarak sonuçları ölünceye kadar sürecek kamu görevinde çalışamama (ağırlaştırılmış müebbet kamu görevinde çalışamama cezası) gibi son derece ağır bir ceza verilmiştir. Suçlamaların niteliği (terör örgütü üyeliği) ve cezanın ağırlığı (ölünceye kadar kamu görevinde çalışamama) dikkate alındığında, bu ceza, AİHS’nin 6. maddesi anlamında (ceza hukuku anlamında) bir ceza olup, somut olayda ceza hukukuna ilişkin tüm güvenceler uygulanır (Engel and others v. The Netherlands, Öztürk v. Germany, Matyjek v. Poland). Eş ifade ile, somut olayda idari bir ceza söz konusu olmayıp, davacıya ceza hukuku anlamında bir ceza uygulanmıştır. Venedik Komisyonu ile Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri de yayınladıkları raporlarda, OHAL döneminde hükmedilen kamu görevinden çıkarma cezasının “ceza hukuku anlamında birer ceza” (a criminal punishment) olarak nitelendirmişler.  Dolayısıyla, somut olayda davayı inceleyen idari yargı organları da ceza hukukuna dair tüm ilkeleri (AİHS m. 6, 7 ve Ek 7. Protokol m. 4 gibi) dikkate alarak yargılama yapmak ve non bis in idem ilkesine uygun davranılıp davranılmadığını da değerlendirerek karar vermek zorundadır. 
78-    AİHS’ye Ek 7. Protokolün 4. maddesine göre aynı eylem ya da suçlamalar nedeniyle bir kişi hakkında iki ayrı yargılama yapılamayacağı gibi iki ayrı cezaya da hükmedilemez. Bu açıdan AİHM atılı suçu ya da suçlamaları değil, suçlamalara dayanak gösterilen eylemleri dikkate almaktadır (Grande Stevens and others v. Italy [GC], § 277). Dolayısıyla bir kişi aynı eylem ya da faaliyetler veya aynı suçlama gerekçe gösterilerek iki kez yargılanamaz veya iki ayrı cezaya mahkûm edilemez (AİHS’ye Ek 7 No.lu Protokol m. 4, BM MSHS m. 14 § 7). AİHS’ye Ek 7 No.lu Protokolün 4 § 3 hükmüne göre, aynı suçtan iki kez yargılanmama ve cezalandırılmama hakkı (non bis in idem ilkesi) mutlak haklardan olup, OHAL döneminde dahi askıya alınamaz; “Sözleşmenin 15. maddesi çerçevesinde bu madde ile öngörülen yükümlülüklere aykırı hiçbir tedbir alınamaz.” Eş ifade ile, OHAL gerekçe gösterilerek non bis in idem ilkesi askıya alınamaz.
79-    Somut olayda, davacının aynı suçlama ve faaliyetlere dayalı olarak ağır bir hapis cezasına mahkûm edildiği bilinmesine (kararda yazılı) ve dava ve istinaf dilekçelerinde non bis in idem ilkesinin ihlal edildiği açıkça belirtilmesine  rağmen, idari yargı organları bu nedenle dava konusu işlemi iptal etmesi gerekirken davayı ve istinaf talebini reddetmişlerdir. Üstelik dilekçede belirtilen bu husus hiçbir şekilde incelenmeden dava reddedildiği için, gerekçeli karar hakkı da ihlal edilerek karar verilmiştir.  AİHS’ye Ek 7 No.lu Protokol’ün 4. Maddesinde öngörülen non bis in idem ilkesine açıkça aykırı olarak ve gerekçeli karar hakkını ihlal ederek verilmiş idari yargı kararı bozulmalı ve hukukun bu en temel ilkesini ihlal eden işlem iptal edilmelidir.
j)    OHAL Döneminde Kapatılan Kurumlardan Bir ya da Birkaçında Geçmişte SGK Kaydı ile Çalışmış Olma
80-    Talebin reddine, davacının OHAL döneminde kapatılan kurumlarda, geçmişte SGK kaydı ile sigortalı olarak çalıştığı hususu da dayanak yapılmıştır. 
81-    Öncelikle ‘SGK kaydı ile kapatılan kurumlarda çalışma’ hususundaki delil, polis tarafından, hiçbir mahkeme kararı olmadan ele geçirilen ve ‘Emniyet Genel Müdürlüğünde arşivlendiği’ belirtilen havuzdan elde edilmiştir. Bir kişinin banka, hastane, üniversite, lise, okul, özel şirket veya tüm devlet kurumlarındaki verileri, ‘kişisel veri’ niteliğinde olup, AİHS’nin 8. Maddesi anlamında özel hayata saygı hakkının kapsamı ve koruması altındadır; bu nedenle, belirtilen türden kişisel veriler sadece ‘önceden alınmış bir mahkeme kararına’ dayalı olarak elde edilebilir; sadece bu aşamadan sonra yasal delil olarak kullanılabilir. Ayrıca, mahkemeler veya soruşturma organları, ‘şüpheli – şüpheli olmayan’ ayrımı yapmadan, bir kurumdaki tüm kişilere ait tüm kişisel verileri toplu olarak elde edemez; buna mahkeme kararı da dayanak yapılamaz.
82-    Dosya içeriği incelendiğinde görüleceği gibi, davacının SGK kaydı ile çalıştığı kurumdaki kişisel verileri, önceden alınmış herhangi bir mahkeme kararı olmadan, şüpheli olsun ya da olmasın, tüm kişisel veriler toplu olarak polis tarafından ele geçirilmiş ve kullanılmıştır. Davacının SGK veya çalıştığı kurumda yer alan verileri kişisel veri kapsamında olup, kişisel veriler özel hayata saygı hakkının koruması altındadır; sadece önceden alınmış mahkeme kararı ile elde edilebilir. Önceden alınmış hiçbir mahkeme kararı olmadan polis tarafından ele geçirildiği için bu veriler yasa dışı delil niteliğinde olup, CMK m. 217 § 2 ve Anayasa m. 38 § 6 uyarınca hiçbir yargılamada kullanılamaz; yasa dışı delile dayalı olarak mahkûmiyet kararı verilemez. Aksi durum Anayasanın 38 § 6 ve CMK’nın 217 § 2 maddelerini tanımamak anlamına gelir; Anayasa hükümleri yasama, yürütme ve mahkemeleri bağlar (AY m. 11). Hiçbir mahkeme kararı olmadan, yasa dışı şekilde elde edilmiş bir delile dayalı olarak karar verme adil yargılanma hakkını ihlal eder. Anayasa Mahkemesi de 10 Nisan 2018 tarihinde verdiği bir kararda (Başvuru No: 2014/4704), hâkim kararı olmadan yapılan arama ile elde edilen delillerin kullanılmasını, yasa dışı delillerin kullanılması olarak nitelendirmiş ve bu durumun adil yargılanma hakkını ihlal ettiğine hükmetmiştir.  
83-    Önceden alınmış herhangi bir mahkeme kararı olmadan, kişisel verilerin polis tarafından toplu olarak ele geçirilmesi ile sanığın AİHS m. 8’de korunan özel hayata saygı hakkı ihlal edilmiştir. Yasal dayanağı olmadan veya yasal dayanağa aykırı olarak (yasa dışı şekilde) kişisel verileri ele geçirme ve kullanma tek başına özel hayata saygı hakkını ihlal eder.
84-    Olay tarihinde (kurumda çalışmaya başlama ve ayrılma tarih aralığında) davacının sigortalı olarak çalıştığı kurumlar yasalara uygun olarak kurulmuş ve faaliyette bulunmuş kurumlar olup, yasalara uygun olarak kurulmuş bir kurumda sigortalı olarak çalışma Anayasanın 48. maddesinde korunan temel bir haktır. “Herkes dilediği alanda çalışma hürriyetine sahiptir. Özel teşebbüsler kurmak serbesttir.” (AY m. 48 § 1). Anayasada korunan temel bir hakkı suç delili olarak göstermek imkânsızdır. Suç, ‘kanunun açıkça yasakladığı ve müeyyideye bağladığı, tipe uygun hukuka aykırı eylemdir.’ Bir kişinin yasal olarak faaliyette bulunan bir kurumda çalışması, işlendiği zaman tamamen yasal olan bir faaliyet olup, kanunun suç olarak saydığı eylemlerden olamaz. Hiç kimse sonradan KHK ile kapatılmış bir kurumda, daha önce çalıştığı için suçlanıp cezalandırılamaz. Anayasada korunan temel bir hakkı ve tamamen yasal bir faaliyeti suç delili sayıp davacıyı ağır bir cezaya mahkûm etme AİHS m. 7’de korunan kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesini ihlal eder. Üstelik bu delil de (yasal faaliyet) kamu görevinden çıkarma tarihinden sonra elde edilmiş olup, sonradan elde edilen bir delil, önceden alınmış hukuka aykırı kararı hukuka uygun hale getirmez. Tüm bu nedenlerle, temyize konu karar bozulmalı ve hukuka aykırı işlem iptal edilmelidir.
k)    17-25 Aralık 2013 ve hatta 15 Temmuz 2016 Öncesi Gülenist Olduğu İddia Olunan Kişilerle İletişim Kaydının (HTS kaydı) Bulunması
85-    Talebin reddi kararında dayanılan delillerden biri de davacının ‘Gülenist olduğu belirtilen kişi ya da kişilerle veya bir tepe yöneticisi ile geçmişte iletişim kaydının (HTS kaydı) tespit edildiği’ iddiasıdır.
86-    Bu delilin önceden alınmış bir mahkeme kararı ile elde edilip edilmediği dosya içeriğinden anlaşılmamakla birlikte, bir an için yasal yollara uygun şekilde elde edildiği varsayılsa dahi aşağıdaki gerekçe ile somut olayda ret kararına dayanak yapılamaz. İlk olarak, bahse konu tarihte (örneğin 2010 yılında) FETÖ/PDY isminde bir terör örgütü bulunmamakta olup, bir an için iddia olunan telefon görüşmesinin (HTS kaydının) doğru olduğu varsayılsa dahi, o tarihteki ismiyle “Cemaat” tamamen yasal bir oluşum olup (bkz. 24 Haziran 2008 tarihli Yargıtay CGK kararı), tüm iktidar mensuplarınca da takdir ve teşvik edilmekteydi. Ayrıca olay tarihinde, iletişim kaydı tespit edildiği belirtilen ve Gülenist olduğu bilinen kişi hakkında da herhangi bir soruşturma bulunmamaktaydı. Bir kişinin, 2016 yılında terör örgütü olduğu ilan  edilen bir oluşumun mensuplarından biriyle geçmişte iletişim kurduğu iddiasıyla cezalandırılması, suç ve cezaların geçmişe yürümezliği ilkesini, hukuki güvenlik, öngörülebilirlik ve hukuk devleti ilkelerini ihlal eder. 
87-    Bu durumun hukuka aykırılığını bir örnekle açıklamakta yarar bulunmaktadır. Örneğin, 1907 yılında kurulan Kanarya Sevenler Derneği tamamen hukuka uygun olarak hareket eden yasal bir dernek (örgüt) iken, 2007 yılında aniden şiddete başvurduğunu ve terör örgütüne dönüştüğünü varsayınız. 2007 yılındaki şiddet olaylarından hiçbir haberi ve ilişkisi olmayan ve aynı zamanda dernek üyesi olan Ahmet Kanaryasever, derneğin başkanı Lefter Sarıkanarya ile 2001 yılında yüzlerce defa iletişim kurmuş olsa, (yüzlerce HTS kaydının varlığına rağmen) bu olay Ahmet Kanaryasever’in terör örgütü üyesi olduğunu gösterir mi? Tabii ki göstermez. 2001 yılına ait HTS kayıtları Ahmet Kanaryasever’in terör örgütü üyeliği ile suçlanmasına delil olur mu? Hukuki güvenlik ilkesinin gereği olarak, tabii ki olmaz. Aynen bu örnekte olduğu gibi, somut olayda da terör örgütü ilan edilmeden yıllarca veya aylarca öncesine ait bir iletişim kaydı, velev ki bu iddianın gerçek olduğu varsayılsın, davacının terör örgütüne üyeliğine ve dolayısıyla sadakat yükümlülüğünü ihlal ettiğine delil olamaz. Zira iletişim kurulduğu tarihlerde bahse konu oluşum bir terör örgütü olmadığı gibi, aynı tarihte söz konusu kişi hakkında da herhangi bir ceza soruşturması bulunmamaktaydı. Eğer bu şekilde suçlamalar yapılır ve kişiler cezalandırılırsa, gelecekte cezalandırılacağından korkarak, hiç kimse diğer kişiler ile iletişim dahi kuramaz; bireyler kendi benzerleri ile iletişim kurmaktan korkarak yaşamaya itilmiş olur. Bu da insan onuruna uygun (AİHS m. 3) yaşamayı ve özel hayata saygı hakkını (AİHS m. ? ihlal eder. AİHM kararlarında yer aldığı gibi, her birey, çevresini belirleme ve kişiliğini geliştirme amacıyla kendi benzerleriyle korkmadan, özgürce iletişim kurma ve kişiliğini geliştirme hakkına sahiptir (Burghartz v. Switzerland). 
88-    Yargıtay 16. Ceza Dairesi de 29 Mayıs 2018 tarih ve (2018/106E – 2018/1709K) sayılı kararında “terör örgütü üyeliği suçlaması açısından 17-25 Aralık 2013 öncesi olayların mahkûmiyete esas alınamayacağına” hükmetmiştir. 16. Ceza Dairesi bu içtihadını, 3 Temmuz 2018 tarih ve 2018/2995E – 2018/2289K sayılı kararında da tekrarlamıştır. Dolayısıyla davacıya atfedilen geçmişteki telefon görüşmesinin, bir an için doğru olduğu varsayılsa dahi, terör örgütü üyeliğine ve bu nedenle sadakat yükümlülüğünü ihlal ettiğine dayanak yapılması mümkün değildir. Aksi uygulama, suç ve cezaların geçmişe yürümezliği ilkesi (AİHS m. 7), hukuki güvenlik ilkesi ve (toplumun tüm üyelerinin birbirleriyle özgürce iletişim kurmasında her bir bireye korku salacağı için) özel hayata saygı hakkını (AİHS m. ? ihlal eder. Belirtilen nedenlerle hukuka aykırı olan karar bozulmalı ve dava konusu ceza iptal edilmelidir.
l)    ByLock kullanma
89-    “Cemaat” isimli oluşumun “FETÖ/PDY” ismi verilerek terör örgütü olduğu yönünde verilmiş ilk ve kesinleşmiş yargı kararı 24 Nisan 2017 tarihli Yargıtay 16. Ceza Dairesi kararı olup, bu karar 26 Eylül 2017 tarihli Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararıyla onaylanmıştır. ByLock konusunda verilen ve kesinleşen ilk karar da bu karardır. Ancak bahse konu karar, 30 Nisan 2015 ve 1 Mayıs 2015 tarihlerinde (darbe girişiminden 1 yıl 2 ay 15 gün önce) tutuklanan iki hâkime ilişkin olup, bu kararda dayanılan ve “Gülen Hareketi” isimli oluşumun şiddete başvurduğunu gösteren ilk ve tek delil 15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişimidir. İki hâkim, bu girişimin yaşandığı tarihte cezaevinde tutuklu oldukları için, darbe girişimini üstlerine almamışlar ve bu hususta savunma dahi yapmamışlardır; sadece olay tarihinde cezaevinde olduklarını belirtip, bu suçla suçlanmalarının mümkün olmadığını belirtmişlerdir. Zaten, darbe girişimi kendilerine bağlayacak en küçük iddia dahi yapılmamıştır. Kısaca, 24 Nisan 2017 tarihli Yargıtay 16. CD kararı ve bu kararı onayan 26 Eylül 2017 tarihli Yargıtay CGK kararı, darbe girişimini organize ve orkestra edenlerin tespiti açısından “çekişmeli yargılama ve silahların eşitliği ilkelerine” aykırı olarak verilmiş bir karardır. Zira bahse konu yargılamada, darbe girişiminde bulunanlar yargılanmamış, tüm deliller kendilerine sunularak savunma yapmaları sağlanıp deliller çekişmeli olarak tartışılmamıştır. Bir yargılamanın olmazsa olmazları arasında olan bu iki ilkeye aykırı olarak verilen bir karara yargı kararı denemez (Kress v. France [GC], § 76; Nideröst-Huber v. Switzerland, § 30; Feldbrugge v. the Netherlands, § 44; Lobo Machado v. Portugal, § 31; Van Orshoven v. Belgium, § 41; Göç v. Turkey [GC], §§ 55-57; Immeubles Groupe Kosser v. France, § 26; Vermeulen v. Belgium, § 33; Reinprecht v. Austria, § 31; A. and Others v. the United Kingdom [GC], § 204; Star Cate Epilekta Gevmata and Others v. Greece). “Toplumu dehşete düşürecek türden şiddete başvurma bir terör örgütünün olmazsa olmaz” nitelikleri arasında olup, şiddet eylemi olmadan, hiçbir grup terör örgütü ilan edilemez. Kısaca, bahse konu Yargıtay kararları, örgütün varlığının tespiti açısından, temel yargısal güvencelere uyulmadan verildiği için “yargı kararı” olarak değerlendirilemez.
90-    Yargıtay kararında belirtilen “ByLock’un münhasıran (sadece) FETÖ/PDY’nin bir kısım mensupları tarafından kullanılan bir ağ olduğu” iddiası tamamen temelsizdir. İnternet üzerinden 38 ülkeden bu uygulamayı indiren ve kullananın olduğu, 500 000 kez Google Play Store ve 100 000 kez Apple Store’dan indirildiği bilimsel olarak internet üzerindeki araştırmalarda dahi görülmektedir.  Hiçbir Gülenist bağı dahi olmayan BM Uluslararası Ceza hakiminin bu uygulamayı Burkino Faso Dışişleri Bakanının tavsiyesi üzerine Play Store’dan indirip kullandığı mahkeme kayıtlarına dahi geçmiş iken  ve Ak Partiye yakın bazı kişilerin de bu nedenle gözaltına alınıp serbest bırakıldığı herkesçe bilinmekte iken,  hâlâ “ByLock münhasıran bazı Gülenistlerce kullanılmıştır” iddiasında bulunmak, maddi gerçekleri açıkça çarpıtarak karar vermedir. Olayların nitelendirilmesinde açık bir yanılgıya düşme veya olayları maddi gerçeğe tamamen aykırı şekilde nitelendirme, bir kararın bozulması için yeterli nedendir. İdare ve Bölge idare mahkemeleri yukarıdaki Yargıtay kararına dayandığı için, Yargıtay içtihadını aynen kabul ettiği sonucu çıkmaktadır. Dolayısıyla maddi olguları nitelendirmede ilk ve ikinci derece idari yargı organları da açıkça yanılgıya düşmüştür. Olaylar açıkça maddi gerçeğe aykırı olarak nitelendirilerek karar verildiği için temyize konu karar bozulmalı ve hükmedilen ceza iptal edilmelidir.
91-    Ayrıca, her ne kadar kesinleşmiş olsa da idari yargı organlarının yukarıda belirtilen Yargıtay kararına dayanması, yaptığı değerlendirmeyi hukuka uygun hale getirmez. Zira aşağıdaki Anayasaya ve hukuka aykırılıklar Yargıtay kararında da yapılmıştır. 
aa) ByLock Verileri Yasa Dışı Delil Olup, Hiçbir Yargılamada Kullanılamaz
92-    ByLock’a ilişkin veriler her aşamasında kanuna aykırı olarak elde edilmiş olup, Anayasanın 38 § 6 hükmü uyarınca hiçbir yargılamada kullanılamaz. İlk olarak, MİT tarafından yapılan açıklamaya göre, ByLock’a ilişkin tüm veriler, ilk kez MİT tarafından, istihbarat çalışmaları çerçevesinde ele geçirilmiştir.  1983 tarihli MİT Kanununun 6 § 1 hükmünde MİT’in yetkileri belirtilmiş olup, bu Kanuna 2005 yılında yasalaşan 6 § 2 ve devamı maddeleri ile “telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin tespiti, kaydedilmesi ve veri toplanması” hususlarında özel hükümler eklenmiştir. ByLock aracılığıyla yapılan iletişimin telekomünikasyon yoluyla yapılan bir iletişim olduğunda en küçük kuşku bulunmayıp, MİT’in ByLock ile yapılan iletişime müdahale edebilmesi için MİT Kanunu 6 § 2 ve devamı hükümleri uyarınca önceden alınmış mahkeme kararı bulunmalıdır. Bugüne kadar, MİT’in ByLock verilerini ele geçirmeden önce mahkeme kararı alındığını gösteren tek bir delil ya da iddia yoktur. Dolayısıyla, ByLock verileri ilk ele geçirilme aşamasında tamamen yasa dışı olarak elde edilmiş olup, sonradan alınacak bir mahkeme kararı, illegal yapılan işlemi yasal hale getiremez. MİT Kanunu m. 6 § 6 hükmü uyarınca, zaten istihbari veriler delil olarak da kullanılamaz. Yargıtay, yukarıda belirtilen kararında, olaya ilişkin özel kanun hükmü (MİT Kanunu m. 6 § 2)  dururken, MİT’in yetkilerini genel olarak düzenleyen 1983 tarihli MİT Kanunu m. 6 § 1 hükmüne  (genel kanuna) dayanarak bu yasa dışılığı gidermeye çalışmış olup, Hukuk Fakültelerinin 1. Sınıfında öğretilen bilgelerden bilindiği gibi, özel kanunla genel kanun çatıştığında “özel kanun hükmü” uygulanır (lex specialis derogat lex generalis). Ayrıca, iki yasa hükmü çatıştığında, sonradan çıkarılan (2005) kanun hükümleri uygulanır (lex posterior derogat legi priori). Yargıtay’ın kanunların nasıl yorumlanacağından habersiz şekilde verdiği karar hukuka aykırıdır; 24 Nisan 2017 tarihli Yargıtay 16. CD kararı ile bu kararı onaylayan 26 Eylül 2017 tarihli Yargıtay CGK kararı hukuk dışı olup, ByLock’u legal delil yapmaya yetmez. Kaldı ki, Yargıtay 16. CD 14 Şubat 2018 tarihli kararında, ByLock’a ilişkin verilerin usule (kanunlarda öngörülen şartlara uyulmadan) ele geçirildiğini zaten kabul etmiştir (Y. 16. CD, 2017/3609E – 2018/335K). 
93-    İkinci olarak, Yargıtay 16. CD’nin 24 Nisan 2017 tarihli kararında belirtildiği gibi, ByLock verileri ilk kez MİT tarafından (Litvanya’dan – eklendi) “satın alma yoluyla” ele geçirilmiş ve MİT tarafından bir hard disk ile flaş belleğe yüklenerek Emniyet Genel Müdürlüğü ve Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilmiştir. MİT tarafından illegal şekilde ele geçirilen delilleri daha sonra legal hale getirmek için savcılığın talebi üzerine Ankara 4. Sulh ceza hâkimliğinden CMK’nın 134. maddesi uyarınca 9 Aralık 2016 tarihinde inceleme izni alınmıştır.  İllegal şekilde ele geçirilen verileri legalleştirmek için (bilgisayar kütüklerine el koyma ve inceleme başlıklı) CMK m. 134’e dayanılmıştır. Oysa Yargıtay 16. CD’nin de belirttiği gibi, somut olayda “telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişim” söz konusu olup, bu konudaki özel kanun (lex specialis) CMK’nın 135. maddesidir (telekomünikasyon yoluyla iletişime müdahale). Bu kararın verildiği tarihe kadar, Türkiye genelinde tüm mahkemeler (Whapsapp ve benzeri uygulamalar dâhil) e-mail yoluyla yapılan iletişime müdahale için CMK’nın 135. maddesine (lex specialis) dayanmışken, bu olayda özel yasa hükmü uygulanmayarak CMK’nın 134. Maddesine (lex generalis) dayanılması yasaların keyfi yorumlanıp uygulanmasıdır; keyfilik hukukta korunmaz. Yasaların keyfi yorumlanıp uygulanması, kanun önünde eşitlik, hukuk güvenliği ve öngörülebilirlik ve dolayısıyla adil yargılanma hakkını ihlal eder (bkz, a contrario, Garcia Ruiz v. Spain - Teixeira de Castro v. Portugal - Van Mechelen and others v. The Netherlands). Ayrıca, CMK m. 134 sadece şüphelinin (sanığın dahi değil) kullandığı bilgisayar ve bilgisayar kütüklerine el koymaya izin vermektedir; bu nedenle MİT’in kullandığı ve veri yüklediği “hard disk ve flaş bellekte” inceleme yapıp delil elde etmeye yasal dayanak olamaz. CMK m. 134’ü açık lafzına tamamen aykırı olarak uygulamak hukuki güvenlik ilkesine (legal certainty) aykırı olup, yasa dışı ByLock verilerini yasal delil yapmaya yetmez (Bir kanun hükmünün (CMK m. 140) lafzına ve ruhuna uygun olarak AİHM tarafından nasıl yorumlandığı hususunda bkz. Aydoğdu c. Turquie, no. 25745/07, …, 11 janvier 2011). Yargıtay 16. CD ve CGK’nın 24 Nisan ve 26 Eylül 2017 tarihli kararlarında yaptıkları gibi, yargı organları bir yasa hükmünün lafzını değiştirir gibi yorumlayıp uygulayamaz.
94-    Yargıtay 16. Ceza Dairesi, 24 Nisan 2017 tarihli kararında ByLock’a dair verilerin ele geçirilmesi ve ceza soruşturmalarında kullanılması sürecini şu şekilde özetlemiştir: “MİT, satın alma yoluyla elde ettiği verileri  bir hard disk ve flaş belleğe yükleyerek Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ve Emniyet Genel Müdürlüğüne (Polis) göndermiştir. Başsavcılık da 9 Aralık 2016 tarihinde, CMK’nın 134. Maddesi uyarınca Ankara 4. Sulh ceza hâkimliğinden inceleme izni talep etmiştir. Aynı gün 4. Sulh ceza hakimliği de CMK m. 134 uyarınca inceleme izni vermiştir. Daha sonra bu izne dayalı olarak ByLock’a ilişkin hard disk ve flaş bellek incelenmiş, kimlerin ByLock kullanıcısı olduğu tespit edilerek listeler oluşturulmuştur.” Eş ifade ile, Yargıtay 16. Ceza Dairesine göre, ByLock verilerinin yer aldığı dijital materyaller yargı kararı alındıktan sonra incelenip tespitler yapıldığı için CMK m. 134 uyarınca yasal delildir. 16. Ceza Dairesinin bu kararı, 26 Eylül 2017 tarihinde Yargıtay Ceza Genel Kurulu tarafından onanmış, aynı tespitlere yer verilmiş ve kesin hükme dönüşmüş olup, Türkiye’deki tüm mahkemeler de somut olayda olduğu gibi, bu iki karara referans yaparak ByLock’un yasal delil olduğuna hükmetmektedir.
95-    Ancak Yargıtay 16. Ceza Dairesinin 24 Nisan 2017 tarihli kararında belirtilen bilgiler maddi gerçeklere tamamen aykırı olup, ByLock’a ilişkin hard disk ve flaş bellek, 9 Aralık 2016 tarihinden çok önce, hiçbir mahkeme kararı olmadan incelenmiş ve soruşturmalarda kullanılmıştır.  Aşağıda, Yargıtay 16. Ceza Dairesi kararındaki bilgileri çürüten ve hâkim kararı olmadan bahse konu dijital materyaller üzerinde inceleme yapıldığını gösteren somut delillerden sadece birkaçına yer verilmiş olup, bu husustaki diğer örnekler ve detaylı bilgi için bkz. https://drive.google.com/drive/folders/1rB_m0umJCkjok9vfneXtMfrmKq_l51Lx.  
96-    20 Ekim 2016 tarihinde (9 Aralık 2016 tarihli hâkimlik kararından bir ay yirmi gün önce) Adana Cumhuriyet Başsavcılığı, Adana İl Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğüne yazdığı bir yazıda (Soruşturma No: 2016/59438-53), şüphelinin “ByLock isimli programı kullanıp kullanmadığının tespiti, … hususunda araştırma yapılarak düzenlenecek evrakın Başsavcılığa gönderilmesini” talep etmiştir. 20 Ekim 2016 tarihinde (aynı gün) Adana İl Emniyet Müdürlüğü, Adana Cumhuriyet Başsavcılığına yazdığı “GİZLİ” ibareli yazıda (Sayı: 75027471-66679.(12210).2016/ - Konu: ByLock), Başsavcılığın taleplerine şu şekilde cevap vermiştir: “Konu ile ilgili olarak Terörle Mücadele Dairesi Başkanlığının D Şube Verileri Programı içerisinde şahsın yapılan ByLock sorgulamasında, … ByLock kullanıcısı olduğu, … tarafımızdan tespit edilmiştir.” Bu yazının ekinde, sanığın ByLock kullanıcıları arasında olduğunu ve “Kırmızı Liste” olarak adlandırılan listede (yoğun kullanıcı) isminin yer aldığını gösteren bir de belge gönderilmiştir. “Gizli” ibareli bu belge ve ekleri daha sonra sanığın yargılandığı dosyaya eklenmiş ve “209-213” sıra numaraları verilmiştir. İstanbul Üniversitesinde bir araştırma görevlisi hakkında düzenlenen raporda da, “Terörle Mücadelesi Dairesi Başkanlığının D Şube verileri programında(v.2.2) ByLock işlemleri modülünden yapılan sorgulamada” ibaresine yer verilmiştir.
97-    Adana İl Emniyet Müdürlüğü, Adana Cumhuriyet Başsavcılığına 9 Kasım 2016 tarihinde (9 Aralık 2016 tarihli karardan tam bir ay önce), “GİZLİ” ibareli olarak gönderdiği başka bir yazıda da (Sayı: 75027471-66679.(12210).2016/4613 - Konu: ByLock) ise, “Terörle Mücadele Dairesi Başkanlığının D Şube verileri programı içerisinde 1 Kasım 2016 tarihinde yapılan ByLock sorgulamasında … … isimli şahsın ByLock kullanıcısı olduğu … tespit edilmiştir.” ifadesi kullanılmıştır. “Gizli” ibareli bu belge ve ekleri de bahse konu sanığın yargılandığı dosyaya eklenmiştir.
98-    HSYK Başkanvekili Mehmet Yılmaz da, ByLock’a dair digital materyallerin incelenmesine izin veren 9 Aralık 2016 tarihli ilk hâkimlik kararından iki ay beş gün önce, 5 Ekim 2016 tarihinde şu açıklamaları yapmıştır: "ByLock örgütün iletişim yazılımı ve bizim en güçlü delilimiz. ByLock'un örgüt elemanları dışında başkaları tarafından kullanılabilen bir program olmadığı net. ByLock çalışmaları da devam ediyor. Elimize gelen listede daha önce ihraç ettiğimiz 1 000 (bin) hâkimin ByLock kullandığı sonradan tespit edildi. Bu programı kullandığını bilmeden, diğer delillerle ihraç etmişiz bu kişileri. ByLock kullandığı belirlenenler arasında Danıştay, Yargıtay üyeleri de var, eski HSYK üyesi de var. İhraç edilen 5 HSYK üyesi arasında da ByLock kullanıcısı bulunuyor. Eski kurul üyelerinden N.Ö., A.K., K.T.'un da çıktı. Ergenekon hâkimlerinden de ByLock kullananlar olduğu belirlendi."  Bu ifadelerden açıkça anlaşılacağı gibi, ByLock’a dair digital materyaller (hard disk ve flaş bellek), Ankara 4. Sulh ceza hâkimliği kararından çok önce incelenmiş, en güçlü delil olduğuna kanaat getirilmiş, bu uygulamanın sadece Gülenistler tarafından kullanıldığı ve onların dışında başka bir kişinin kullanmasının mümkün dahi olmadığı belirtilmiştir. Hiçbir yargı kararı olmadan, kimlerin ByLock kullanıcısı olduğu tespit edilmiş, ByLock liste(leri) hazırlanmış, bu listelerde 1000 civarında hâkimin de bu uygulamayı kullandığı saptanmış ve bu listeler HSYK Başkanvekiline ulaştırılmıştır.
99-    Yukarıda belirtilen somut kanıtlar, ByLock’a ilişkin hard disk ve flaş belleğin hiçbir hâkim kararı olmadan incelendiğini ve bu dijital materyallerden elde edilen ByLock verilerinin tamamının yasa dışı delil niteliğinde olduğunu gösteren örneklerden sadece birkaçıdır. 15 Temmuz 2016 – 9 Aralık 2016 tarihleri arasında, haklarında soruşturma açılıp tutuklananların dosyaları incelendiğinde, bu hususta sayısız kanıt elde edileceğinde kuşku yoktur. Yargıtay 16. Ceza Dairesi ve Ceza Genel Kurulu’nun 24 Nisan ve 26 Eylül 2017 tarihli kararlarında belirtilenin tamamen aksine, ByLock’a dair dijital materyaller 9 Aralık 2016 tarihli Ankara 4. Sulh ceza hakimliği kararından çok önce hiçbir hâkim kararı olmadan incelenmiştir. Bu inceleme sonucu, tespit ve tasnifler yapılmış, ByLock kullanıcılarına dair listeler oluşturulmuş, Polis tarafından bu konuda bir de ‘merkezi veri tabanı’ hazırlanmıştır. Bu veri tabanından yararlanılarak, şüphelilerin ByLock kullanıcısı olup olmadığı çok kısa bir süre içinde tespit edilerek Başsavcılıkların yazılarına aynı gün cevap dahi verilebilmiştir. Tüm bu işlemler 9 Aralık 2016 tarihli Ankara 4. Sulh ceza hakimliği kararından aylarca önce yapılmıştır. Kısaca, ByLock dijital materyalleri, CMK’nın 134. maddesi uyarınca, önce hâkim kararı alınıp daha sonra incelenmemiştir. İllegal şekilde elde edilen ve kullanılan delilleri legal gösterebilmek için, sonradan (9 Aralık 2016 tarihli) hakimlik kararı alınmıştır. Sonradan alınmış bir hakimlik kararı, yasa dışı elde edilen delilleri yasal hale getirmez. ByLock konusundaki tüm veriler MİT’in savcılığa ve polise gönderdiği bir hard disk ve flaş bellekte yer almakta olup, bu iki dijital materyal, hiçbir hâkim kararı olmadan incelendiği için, ByLock’a ilişkin tüm veriler yasa dışı delil niteliğindedir. Yargıtay 16. CD ve Ceza Genel Kurulunun dayandığı maddi olgu (önce hakimlik kararı alındı; sonra inceleme yapıldı.) tamamen gerçek dışı olup, yargı kararında dayanılan maddi vakıa çöktüğü için, Yargıtay’ın ByLock konusundaki bu ilk kararı da hukuka tamamen aykırı olup, hiçbir yargı kararına dayanak yapılamaz.
100-    Ayrıca, MİT söz konusu dijital materyalleri Mayıs 2016’da Başsavcılığa ve Emniyet Genel Müdürlüğü’ne “Teknik Analiz Raporu” ile birlikte göndermiştir. Eş ifade ile MİT söz konusu verileri hiçbir hakim kararı olmadan incelemiş ve bir de rapor hazırlayıp, bu raporla birlikte soruşturma organlarına göndermiştir. Bu durum da ByLock verilerinin hiçbir hakim kararı olmadan MİT tarafından da incelendiğini ve yasa dışı delil niteliğinde olduğunu açıkça gösterir.
101-    Yargıtay 16. CD, 14 Şubat 2018 tarihinde verdiği bir kararda, ByLock’a ilişkin verilerin yasa dışı olarak elde edildiğini şu ifadelerle de açıkça kabul edilmiştir: “ByLock delili usulüne uygun olarak temin edilmemiş(tir)” (Y. 16. CD, 2017/3609E – 2018/335K).
102-    Anayasanın 38 § 6 hükmüne göre yasa dışı şekilde elde edilen deliller hiçbir yargılamada kullanılamaz. Anayasa Mahkemesi de 10 Nisan 2018 tarihinde verdiği bir kararda (Başvuru No: 2014/4704), hâkim kararı olmadan yapılan arama ile elde edilen delillerin kullanılmasını, yasa dışı delillerin kullanılması olarak nitelendirmiş ve bu durumun adil yargılanma hakkını ihlal ettiğine hükmetmiştir.  Yukarıda belirtilenlerden anlaşılacağı gibi, ByLock verileri MİT Kanununun 6 § 2 ve CMK’nın 134. ve 135. maddelerine de tamamen aykırı şekilde elde edilmiş olup, bu durum 14 Şubat 2018 tarihli Yargıtay 16. CD kararı ile de açıkça tanınmıştır. Anayasanın amir hükmü dikkate alındığında, yasalara en küçük aykırılık sonucu elde edilen hiçbir bulgu, ceza yargılamaları dahil hiçbir yargılamada (adli, idari, cezai veya disiplin yargılamalarında) delil olarak kullanılamaz.  İlk ve ikinci derece idare mahkemeleri, Anayasa m. 38 § 6 hükmünü yok sayarak, yasa dışı elde edildiği sabit olan ByLock’a ilişkin verileri delil olarak kullanıp iptal davasını ve istinaf talebini reddettiği için, Anayasanın 38 § 6 hükmüne açıkça aykırı olan bu karar bozulmalı ve hükmedilen ceza iptal edilmelidir.
103-    Ayrıca, ceza davalarında sanığın mahkûmiyetine Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK)’dan alınan ve sanığın geçmişte ByLock IP adreslerine bağlandığına dair bir rapor da dayanak yapılmıştır. Ceza davasında mahkûmiyet için kullanılan bu rapor idari yargıdaki iptal davasında da dolaylı olarak kullanılmış ve davanın ve talebin reddine dayanak yapılmıştır. BTK’nın kişilerin internet trafiğine ilişkin bilgileri saklama gibi bir görevi yoktur. BTK, internet erişim sağlayıcıların verdiği bilgilere dayalı olarak, kişilerin ziyaret ettikleri hedef IP adreslerini gösteren raporlar düzenleyip mahkemelere gönderme görevi vardır. 
104-    5651 sayılı İnternet Ortamında İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkındaki Kanunun 6 § 1(b) hükmüne göre, “Erişim sağlayıcı, sağladığı hizmetlere ilişkin, yönetmelikte belirtilen trafik bilgilerini  altı aydan az ve iki yıldan fazla olmamak üzere, yönetmelikte belirlenecek süre kadar saklamakla ve gizliliğini sağlamakla yükümlüdür.” Anlaşılacağı gibi, Internet trafik bilgilerinin 2 yıldan fazla süre saklanması ya da depolanması kanunla açıkça yasaklanmıştır. İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesine Dair Usul Ve Esaslar Hakkında Yönetmeliğin 7. Maddesine göre de “erişim sağlayıcı trafik bilgisini (en fazla) bir yıl saklamak ve gizliliğini temin etmekle yükümlüdür.” Elektronik Haberleşme Sektöründe Kişisel Verilerin İşlenmesi Ve Gizliliğinin Korunması Hakkında Yönetmeliğin 14. Maddesine göre de “13. madde kapsamında tanımlanan veri kategorileri, haberleşmenin yapıldığı tarihten itibaren bir yıl, gerçekleşmeyen aramalara ilişkin kayıtlar ise üç ay süre ile saklanır.” Dolayısıyla, internet trafik bilgileri, erişimin sağlandığı tarihin üzerinden bir yıl geçmekle silinmek zorundadır; aksi durum yasa dışı şekilde kişisel verileri depolama ya da kaydetme anlamına gelir ve suç oluşturur. 
105-    Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) “Kişisel verilerin kaydedilmesi” başlıklı 135. maddesine göre, “Hukuka aykırı olarak kişisel verileri kaydeden kimseye bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası verilir.” (TCK m 135 § 1). “Kişisel verileri, hukuka aykırı olarak bir başkasına veren, yayan veya ele geçiren kişi, iki yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” (TCK m. 136 § 1). “Kanunların belirlediği sürelerin geçmiş olmasına karşın verileri sistem içinde yok etmekle yükümlü olanlara görevlerini yerine getirmediklerinde bir yıldan iki yıla kadar hapis cezası verilir” (TCK m. 138 § 1).
106-    Tüm bu belirtilenler birlikte değerlendirildiğinde, bireylerin Internet trafik bilgilerinin, Yönetmelik hükmü uyarınca, bir yıl geçtikten sonra yok edilmesi zorunludur. Herhangi bir Internet trafiğine dair bilgileri, erişimin üzerinden bir yıl geçtikten sonra yok etmeyen suç işlemiş olacağı gibi, başkalarına verenler, talep edip elde edenler ve kullananlar da suç işlemiş olur. Suç oluşturan bir faaliyet yasa dışı faaliyettir; kanunla açıkça yasaklanmış bir eylemdir. Herhangi bir Internet erişimin üzerinden bir yıl geçtikten sonra, bir kişinin Internet trafik bilgilerinin elde edilmesi 5651 sayılı Kanunun 6 § 1(b) maddesi ile açıkça yasaklanmıştır. Saklanması ve elde edilmesi kanunla açıkça yasaklanmış olan verilerin yasa dışı delil niteliğinde olacağında en küçük kuşku yoktur. Bilindiği gibi, ByLock uygulaması en son Şubat 2016 tarihinde kullanılmış olup, bu tarihin üzerinden bir yıl geçtikten sonra, Şubat 2017 tarihinden sonra kişilerin Internet trafik bilgilerinin BTK tarafından servis sunucusu GSM şirketleri veya diğer Internet servis sağlayıcısı olan şirketlerden elde edilmesi tamamen yasa dışı ve hatta suçtur. Bu eylemi gerçekleştiren hem BTK hem de servis sunucusu şirketin görevlileri suç işlemektedir. Konusu suç olan verilerin yasa dışı delil niteliğinde olacağında en küçük kuşku yoktur. Yasa dışı deliller Anayasanın amir hükmü uyarınca hiçbir yargılamada (ceza, disiplin, idari, medeni hukuk) kullanılamaz (AY m. 38 § 6).
107-    Somut olayda Ağır ceza mahkemesi Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu Başkanlığına (BTK) davacı hakkındaki 1 Ocak 2014 ile 31 Aralık 2016 tarihleri arasındaki Bylock IP numaraları ile iletişim dökümünün istenmesine karar vermiştir. BTK da …/02/2018 tarihli yazısının ekinde 2014 yılı Eylül ayından 2015 yılı Mart ayına kadar, nereden (hangi erişim sağlayıcıdan) elde edildiği belirtilmeyen trafik bilgilerini mahkemeye göndermiştir. Oysa 5651 sayılı Kanun ve Yönetmeliğe göre, BTK sadece bu tarihten geriye doğru bir yıllık süre için (Şubat 2017 - Şubat 2018 arası) internet trafik bilgilerini mahkemeye gönderebilir. 
108-    BTK’nın internet trafik bilgilerini ilgili kuruma aktarma yönünde aracılık görevi dışında başkaca hiçbir yetkisi ve görevi yoktur. BTK’nın Internet trafik bilgilerini saklama yetkisi olmadığı gibi elde ettiği veriyi aktarma amaçlı dondurma, kaydetme veya depolama yetkisi de yoktur; bu uygulamaların tamamı suç oluşturur. Davacının bahse konu IP adresine son erişim tarihi (ki bu bir iddiadır.) 10 Ekim 2014’tür. Aradan bir yıl geçtikten sonra, 9 Ekim 2015 tarihinden sonra bahse konu internet trafik bilgilerinin GSM operatörü veya erişim sağlayıcı tarafından tamamen yok edilmiş olması gerekir; mahkeme kararıyla olsa dahi BTK’ya gönderilmesi, kişisel verilerin yok edilmediğinin, illegal şekilde depolandığının ve suç işlendiğinin (TCK m. 135 § 1) açık kanıtıdır. 5651 sayılı Kanun ve Yönetmeliğin amir hükümlerine rağmen, BTK’nın “Internet trafik bilgilerine dair nereden, hangi erişim sağlayıcıdan elde ettiğini belirtmediği (suç işleyen operatörü gizlediği) kişisel verilere dair rapor” düzenlemesi ve bu raporu göndermesi tamamen illegal ve suçtur (TCK m. 136 § 1). Suç oluşturan bir eylemin “yasa dışı” olduğunda kuşku yoktur. Söz konusu Internet trafik bilgileri 5651 sayılı Kanun ve Yönetmelik hükümlerine açıkça aykırı olarak elde edildiği için illegal şekilde elde edilmiş delil niteliğindedir. Anayasanın 38 § 6 hükmü uyarınca bahse konu yasa dışı delile dayalı olarak hiçbir hüküm kurulamaz. Anayasanın açık hükmünü uygulamayarak yasa dışı delilleri kararına dayanak yapan mahkemelerin bu kararları hukuka açıkça aykırıdır.
bb) ByLock ve Çekişmeli Yargılama ve Silahların Eşitliği İlkelerinin İhlali
109-    CMK’nın 134 § 4 maddesine göre, el konulan bilgisayar kütüklerinin birer kopyası yapılarak (talep olmadan) derhal şüpheliye verilir. Yargıtay 16. CD, yasa dışı elde edilip kullanıldığı sabit olan ByLock verilerine yasal kılıf uydurabilmek için CMK’nın 134. Maddesine dayanmasına rağmen, CMK m. 134 § 4’ün amir hükmü bu dilekçenin yazıldığı tarihe kadar hiçbir şekilde uygulanmamıştır. 15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişiminin üzerinden üç yıla yakın bir süre geçmesine ve bugüne kadar binlerce sanık ve avukatlarının talep etmelerine rağmen, “Ankara Cumhuriyet Başsavcılığında tutulan ByLock’a ilişkin hard disk ve flaş belleğin” birer örneği hiçbir sanığa veya vekiline verilmemiştir. Bu hard disk ve flaş bellek birer devlet sırrı gibi herkesten saklanmaktadır. Mahkemeler, sadece MİT, Ankara Başsavcılığı, Emniyet Genel Müdürlüğü (polis) veya BTK tarafından yazılan “Bu kişi ByLock kullanıcısıdır” şeklindeki yazılara ve/veya “ekindeki mesaj içeriklerine” dayanarak, kişilerin ByLock kullanıcısı olduğuna kanaat getirmekte ve karar vermektedirler.
110-    AİHS’nin 6. maddesi anlamında bir “mahkemenin” olmazsa olmazları arasında, “çekişmeli yargılama ve silahların eşitliği ilkelerine uygun yargılama yapma” unsuru da vardır. Bu iki ilke “yargılama işlevinin” en önemli nitelikleri arasında olup, yargılamanın tüm aşamalarında saygı gösterilmesi gerekir. Eş ifade ile, bu iki ilke, birinci, ikinci ve üçüncü derece mahkemelerinin tamamının uygun davranması gereken temel yargısal güvenceler (fundamental guarantees of judicial procedure) arasındadır (Mantovanelli v. France, § 33). Bu ilkelere aykırı bir yargılama yapan organ, mahkeme olarak adlandırılamaz. Mahkemeler, yargılanan tarafların talebi olmadan, “mahkeme” olmalarının gereği olarak, çekişmeli yargılama ve silahların eşitliği ilkelerine uygun şekilde yargılama yapmak zorundadırlar.
111-    Yargıtay 16. C.D. ve Yargıtay C.G.K.’nın yukarıda belirtilen kararlarında belirtildiği gibi, ByLock verilerin incelenmesine CMK’nın 134. maddesi dayanak yapılmıştır. CMK’nın 134 § 4 maddesine göre, ByLock’a ilişkin hard disk ve flaş belleğin birer kopyası, talep dahi olmadan, davacı veya avukatına mutlak şekilde verilmek zorundadır. ByLock verilerinin yer aldığı hard disk ve flaş bellek Ankara Cumhuriyet Başsavcılığında saklanmakta olup, bu konudaki ana deliller (hard disk ve flaş bellek), CMK’nın 134 § 4 maddesi yok sayılarak, davacı veya avukatına verilmemiştir. Oysa mahkemelerin tek görevi vardır: ‘yasaları uygulamak’. Mahkemeler yasaları yok sayamayacakları gibi, değiştirir şekilde yorumlayarak da yargılama yapamazlar; aksi durum mahkemeleri yasama organı yerine geçirir ki, bu da kuvvetler ayrılığını ihlal eder. Yasaları yok saymak veya ilga olmuş gibi davranmak, uygulamamak ya da değiştirmek, değiştirir gibi yorumlamak hiçbir mahkemenin haddine değildir.
112-    MİT’in Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına gönderdiği ByLock’a ilişkin hard disk ve flaş bellek bugüne kadar, talep etmelerine rağmen on binlerce sanıktan hiçbirine verilmemiştir. Sadece MİT, Emniyet, BTK ve/veya savcılığın gönderdiği yazılara itibar edilerek, bu yazıların hatasız ve mutlak şekilde maddi gerçeği yansıttığı iddiasıyla kişiler tutuklanmış ve/veya mahkûm edilmiştir. Eğer sanıklardan birine verilmiş olsa, herkesin söz konusu dijital materyallere erişme ve inceletme imkânı olacak ve ByLock’un sadece “belirli bir grup” tarafından “münhasıran” kullanılıp kullanılmadığı iddiası ve bu delilin otantik olup olmadığı, verilerde değişiklik, ekleme, çıkarma ve sahtecilik yapılıp yapılmadığı, şüpheye yer vermeyecek şekilde aydınlatılabilecektir. ByLock uygulamasını sadece cep telefonuna indirmenin terör örgütü üyeliğine tek başına delil gösterilmesinin tek nedeni “münhasıran kullanma” iddiası olup, bu iddianın doğru olup olmadığını ispatlayabilmek için ByLock ile yapılan tüm iletişim bilgilerinin yer aldığı hard disk ve flaş belleğin sanıklara ve davacılara da verilmesi ve onlar tarafından da incelenebilmesi gerekir. Hard disk’te yer alan tüm kullanıcılar tek tek tespit edilip tamamının bahse konu oluşuma üye olduğu objektif şekilde gösterilmediği sürece, MİT, savcılık, polis ve mahkemelerin, “münhasıran kullanma” iddiasını kabul etmek akla ve bilime aykırıdır. Zira hiçbir Gülenist bağı olmayan tek bir ByLock kullanıcısının varlığını göstermek, “münhasıran kullanma” iddiasını çürütür. Böylece “münhasıran kullanma” iddiası temelsiz hale geleceği için, bu iddia ile de terör örgütü üyeliği artık iç hukukta da gerekçelendirilemez. Somut olayda mahkeme, hiyerarşiye tabi idari organların (MİT, Emniyet, savcılık, BTK) yazdıkları yazılara dayalı ve bu yazılara mutlak doğru muamelesi yaparak, davacı aleyhine kararlar verilmiştir.
113-    Ayrıca belirtmek gerekir ki, ByLock Google Play Store’dan 500 000 kez, Apple Store’dan da 100 000 kez, toplamda 600 000 kez indirilmiştir. Ancak 2019 yılının Mayıs ayı itibari ile sadece 95 000 ByLock kullanıcısı hakkında Gülenist oldukları iddiası ile soruşturma ve ceza davaları açılmıştır. 600 000 kez indirilmiş bir akıllı telefon uygulamasında sadece 95 000 kişinin Gülenist olabileceği dikkate alındığında, bugüne kadar mahkeme kararlarında dayanılan “ByLock münhasıran (sadece) bazı Gülenistlerce kullanılmıştır” iddiası dünyanın en büyük yalanlarından biridir. Bir yargı kararının gerekçesinde dayanılan maddi vakıa gerçek dışı olduğunda, söz konusu karar otomatikmen hukuk dışı hale gelir. Aşağıda ByLock’un sadece Google Play’den indirim adedini (500 000) gösteren grafik  yer almaktadır:
 
114-    CMK’nın 134. maddesi emretmesine rağmen, davacı aleyhine verilen karara dayanak gösterilen ByLock’a ilişkin hard disk ve flaş bellek ceza yargılamasında kendisine veya avukatına verilmediği gibi, idari yargı organları tarafından da karardan önce kendisine veya avukatına verilmemiştir. Böylece, ret kararına dayanak yapılan ana delili inceleyip görüşlerini hazırlayarak, mahkemenin kararını etkileyecek şekilde, bu konudaki görüşlerini mahkemeye sunma hakkı davacının elinden alınmıştır. Eş ifade ile, kendisinin gerçekten ByLock kullanıcısı olup olmadığını, bu uygulamanın “münhasıran belirli bir grup üyelerince kullanılıp kullanılmadığını” ve verilerde ekleme ya da çıkarma yapılıp yapılmadığını (sahte delil üretilip üretilmediğini), hard disk ve flaş bellekteki verilere dayalı olarak ispatlayabilmesi ve masumiyetini kanıtlayabilmesi mutlak şekilde elinden alınmıştır. Böylece çekişmeli yargılama (adversarial proceedings) ilkesi açıkça ihlal edilmiştir. AİHM’ye göre, çekişmeli yargılama ilkesi, kural olarak, dosyaya giren veya yargılamada ve kararda kullanılan tüm bilgi, belge, delil ve görüşlerin (Hatta bu görüşler bağımsız bir ulusal yargı organının görüşleri de olabilir.), yargılamanın taraflarına tebliğ edilmesini, bir örneğinin verilmesini ve taraflara yeterli süre, imkân ve kolaylık sağlanarak, mahkemenin kararını etkileyecek ölçüde görüşlerini (savunmasını) hazırlayıp mahkemeye sunabilmelerini gerektirir (Ruiz-Mateos v. Spain, § 63; McMichael v. the United Kingdom, § 80; Vermeulen v. Belgium, § 33; Lobo Machado v. Portugal, § 31;  Kress v. France  [GC], § 74)). Somut olayda idare ve Bölge idare mahkemesi, davacının yargılandığı ceza dosyasındaki bilgilere dayalı olarak kendisinin ByLock kullanıcısı olduğunu kabul etmiş, ancak bu husustaki ana delilleri (hard disk ve flaş bellek) isteyip davacıya birer örneğini tebliğ ederek, görüşlerini almadan karar verdiği için çekişmeli yargılama ilkesini ihlal etmiştir. 
115-    Ayrıca, kesinleşen ceza mahkûmiyeti kararlarında dayanılan ByLock delili de çekişmeli yargılama ilkesine aykırı olarak kararda kullanıldığı için, idari yargı organlarının dayandığı (ceza mahkemelerinin verdiği) mahkûmiyet kararı da hukuk dışıdır. Çekişmeli yargılama ilkesini ihlal ederek verilen bir karara “yargı kararı” denemez. Bu türden bir durumda, idare ve Bölge idare mahkemeleri kesinleşmiş bir ceza mahkemesi kararına dayanarak davacının talebini reddettiğinde, kendileri de çekişmeli yargılama ilkesini ihlal etmiş olur.
116-    Ayrıca, savcılığın elinde olan ByLock’a ilişkin hard disk ve flaş bellek sanığa verilmeyerek (sanığın masumiyetini ispatlama hakkı elinden alınarak), delillere erişim açısından yargılanan kişi ile savcılık, idare (suçlayan kurum, iddia makamı) arasında açık bir eşitsizlik oluşturulmuş ve böylece silahların eşitliği (equality of arms) ilkesi de ihlal edilmiştir. Bu ilke, yargılamanın tarafları arasında adil bir denge gözetilmesini, delillere erişim ve mahkemeye sunma dâhil tarafların görüşlerini eşit şartlarda sunabilmelerini ve bir tarafın diğer tarafa nazaran dezavantajlı duruma yerleştirilmemesini gerektirir (Dombo Beheer B.V. v. the Netherlands, § 33). Bu konudaki ihlal, idare ve Bölge idare mahkemesi önündeki yargılamada giderilmediği için, aynı ilke davanın reddine ilişkin yargılamada da ihlal edilmiştir. Çekişmeli yargılama ve silahların eşitliği ilkelerini ihlal ederek verilen Bölge idare mahkemesi kararı bozulmalı ve temyize konu “ceza” iptal edilmelidir.
cc) ByLock ve Bağımsızlık İlkesinin İhlali
117-     Somut olayda olduğu gibi, Türkiye’deki tüm mahkemeler ByLock konusunda sadece MİT, Emniyet, BTK ve Cumhuriyet savcılıklarının gönderdiği yazılara dayalı olarak ve bu yazıların mutlak doğruyu yansıttığını değerlendirerek kararlar vermektedirler. Oysa 27 Aralık 2017 tarihinde, 11 486 kişi hakkında hata yapıldığı, bizzat ByLock’a ilişkin hard disk ve flaş bellek ellerinde olan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca açıklanmıştır. Belirtilen kurumlar yürütme erki içerisinde olup, bağımsız ve tarafsız değildirler; yürütmenin talimatlarını harfiyen uygulamak zorundadırlar. Bir mahkeme, ana delili ya da tek delili (hard disk ve flaş bellek) doğrudan incelemeden veya objektif ve bağımsız bilirkişilere inceletmeden, yürütmenin talimatlarını doğrudan uygulayan (talimat alan) idari kurumların bu husustaki yazılarını baz alarak, bu yazıların maddi gerçeği yansıtıp yansıtmadığını hiçbir şekilde araştırmadan, söz konusu yazıların mutlak maddi gerçeği yansıttığını kabul ederek karar verirse bağımsızlığını kaybeder (Beaumartin v. France, § 38; Chevrol v. France). Bağımsızlık talimat almamaktır; talimat alan bir idari kurumun yazısının maddi gerçeği yansıtıp yansıtmadığını araştırmadan, bu yazıyı noter gibi onaylayarak karar veren mahkeme bağımsız olamaz. Bağımsız olmayan bir organ AİHS’nin 6. maddesi anlamında “mahkeme” (court) olarak nitelendirilemez; hatta “mahkeme” sıfatının kullanılmasını dahi hak etmez (Beaumartin v. France). ByLock delili açısından, talimat alan ve bağımsız olmayan idari organların yazılarını noter gibi onaylayan ve böylece bağımsızlığını kaybeden bir organ tarafından verilen karar adil yargılanma hakkının en önemli gereğini (bağımsız mahkeme önünde yargılanma hakkını) ihlal eder. ByLock’a ilişkin ana deliller (hard disk ve flaş bellek) Ankara Cumhuriyet Başsavcılığından istenip bir örneği davacıya tebliğ edilerek görüşleri alınmadığı ve bağımsız bir bilirkişi incelemesi yaptırılarak ana delil bizzat idare ve/veya Bölge idare mahkemesince de incelenip tartışılmadığı için, Ceza mahkemesi önündeki bahse konu eksiklik idare ve Bölge idare mahkemesi önündeki yargılamada giderilmediği için, idare ve Bölge idare mahkemesi de bu açıdan bağımsız olmayıp, temyize konu karar bozulmalı ve “ceza” iptal edilmelidir. 
dd) ByLock’a ilişkin Yargıtay kararı diğer mahkeme kararlarına dayanak olabilir mi?
118-    Yukarıda belirtildiği gibi, Yargıtay 16. CD’nin 24 Nisan 2017 tarihli kararında dayanılan maddi olgu (olay) (ByLock verilerinin yer aldığı hard disk ve flaş belleğin CMK m. 134 uyarınca hakimlikten izin alındıktan sonra incelendiği iddiası) tamamen gerçek dışıdır. Bir yargı kararında dayanılan olaylar maddi gerçeğe aykırı ise, bu olaylara (maddi vakıaya) dayanılarak verilen yargı kararı da tamamen çöker, hukuk dışı hale gelir. Bu nedenle, Yargıtay 16. CD’nin belirtilen kararının ByLock’a ilişkin kısmı ve bu kararı onayan Yargıtay CGK’nın 26 Eylül 2016 tarihli kararının aynı husustaki bölümü tamamen hukuka aykırı hale gelmiştir; zira dayanılan olay (önce hakimlikten izin alındığı, daha sonra hard disklerin incelendiği iddiası) maddi gerçeğe tamamen aykırıdır. Kısaca, 9 Aralık 2016 tarihinde, Ankara 4. Sulh ceza hakimliğinden CMK m. 134 uyarınca inceleme izni alınmadan çok önce ByLock verilerinin yer aldığı hard disk ve flaş bellek incelenip soruşturmalarda kullanıldığı için ByLock verileri bir bütün olarak tamamen yasa dışı olup, bu konudaki maddi olguda yanılgıya düşen Yargıtay kararları da hukuk dışıdır. Dolayısıyla, Yargıtay 16. CD.’nin bahse konu kararı ve bu kararı onayan Yargıtay CGK kararının ByLock’a ilişkin kısmı hukuken geçersiz bir karar olup, hiçbir mahkemece bu kararlara atıf yapılarak ByLock’un yasal delil olduğu gösterilemez.
119-    İkinci olarak, ByLock’a ilişkin verilerin yer aldığı hard disk ve flaş belleğin Yargıtay 16. CD tarafından da Ankara Cumhuriyet Başsavcılığından birer örneği istenip dosyaya konmadan, tutuklu yargılanan iki hâkime ve avukatlarına verilip bu husustaki görüşleri alınmadan, sadece MİT, polis ve savcılık yazılarına dayanılarak bu uygulamanın “münhasıran bazı Gülenistlerce kullanıldığı” kabulüne varılmış ve iki hakimin ByLock kullanıcısı olduklarına hükmedilmiştir. Böylece 16. Ceza Dairesi tarafından da çekişmeli yargılama ve silahların eşitliği ilkelerine aykırı bir karar verilmiştir. 16. CD, 24 Nisan 2017 tarihli kararında, ByLock’a dair hard disk ve flaş belleği isteyip, bağımsız bilirkişilere inceletmeden, sadece yürütmenin talimatlarını harfiyen uygulayan MİT ve Polis’in yazılarına veya raporlarına dayanarak “ByLock münhasıran bazı Gülenistlerce kullanılmıştır” sonucuna vararak, bağımsızlığını da kaybetmiştir. ByLock’un terör örgütü üyeliğine suç delili olarak gösterilmesinin tek nedeni, münhasıran Gülenistlerce kullanıldığı iddiası olup, bu durumun ispatı için, söz konusu hard disk ve flaş belleğin istenip dosyaya konarak, çekişmeli yargılama ve silahların eşitliği ilkelerine uygun olarak, tüm kullanıcıların incelenerek tamamının Gülenist olup olmadığının tespiti gerekir. Bunlar yapılmadan, sadece yürütmeye bağlı MİT ve Polis yazılarına dayalı olarak münhasıran Gülenistlerin kullandığı sonucuna varmak, çekişmeli yargılama ve silahların eşitliği ilkelerini açıkça ihlal eder. Bu eksiklik, Yargıtay CGK’nın 26 Eylül 2017 tarihli kararıyla da giderilmemiş olup, bir yargılamanın olmazsa olmaz iki ilkesini ihlal ederek verilen karar, yargı kararı olamaz. 
120-    Bir kararın önüne “mahkeme kararı” veya “Yargıtay kararı” yazmakla, o karar “yargı kararı” olmaz. Bir kararın yargı kararı olabilmesi için, bir yargılamanın olmazsa olmaz ilkeleri arasında olan çekişmeli yargılama ve silahların eşitliği ilkelerine uygun bir prosedür işletilerek karar verilmesi gerekir. Yargıtay 16. CD’nin 24 Nisan 2017 tarihli ByLock’a ilişkin kararı ve bu kararı onayan Yargıtay CGK’nın 26 Eylül 2017 tarihli kararının “ByLock’a ilişkin kısmı”, en temel iki yargısal güvenceye saygı gösterilmeden verildiği için yargı kararı olamaz. Üstelik, Yargıtay da yürütmenin talimatlarını harfiyen uygulayan MİT ve Polisin yazılarını mutlak doğru kabul edip, aynen noter gibi onayarak, MİT ve Polisin yazılarına dayalı iki hâkimin ByLock kullandığına ve bu uygulamanın münhasıran bazı Gülenistlerce kullanıldığına hükmettiği için bağımsızlığını da kaybetmiştir (Beaumartin v. France). Tüm bu nedenlerle ByLock’a ilişkin Yargıtay’ın belirtilen kararları kesinleşmiş bir “yargı kararı” olarak nitelendirilip, diğer mahkemelerce kullanılamaz; zira “ByLock’a ilişkin kısımla” sınırlı olarak belirtmek isteriz ki, ortada bir “yargı kararı” yoktur.
121-    Belirtilen nedenlerle, ByLock konusunda sadece bahse konu Yargıtay kararlarına dayanarak karar veren mahkemeler de ‘illegal delile dayalı, çekişmeli yargılama, silahların eşitliği ve bağımsızlık ilkelerini’ ihlal ederek karar vermiş olurlar.
122-    Son olarak belirtmek isteriz ki, Anayasa Mahkemesi de aynı ilkeleri ihlal ederek 2017 yılında Aydın Yavuz ve diğerleri kararını vermiştir. Bu yüksek mahkeme de, ‘illegal delile dayalı, çekişmeli yargılama, silahların eşitliği ve bağımsızlık ilkelerini’ ihlal ederek, bahse konu kararı vermiş olup, bu karar da “bir yargılamanın olmazsa olmazlarına aykırı şekilde” verildiği için, yargı kararı olarak nitelendirilemez ve hiçbir karara da dayanak yapılamaz.
ee) BM Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu Mestan Yayman Kararı ve ByLock
123-    BM Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu (UN Working Group on Arbitrary Detention – UN WGAD), ByLock kullandığı iddiasıyla tutuklu yargılanan Antalya eski vali yardımcısı Mestan Yayman hakkında verdiği 21 Ağustos 2018 tarihli kararda (Opinion No. 42/2018) ByLock’a ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuştur:
124-    BM Keyfi Tutuklama Çalışma Grubu, Mr. Yayman’ın ByLock gibi olağan bir iletişim uygulamasını (regular communication application) sadece kullanmasının, ne türden illegal bir suç eylemi oluşturduğunu Hükümetin gösteremediğini not etmiştir. Çalışma Grubuna göre, Hükümet, her ne kadar mahkemenin, sanığın ByLock ile yaptığı iletişime dair kayıtları istediğini ve elde ettiğini belirtse de Hükümet, spesifik olarak Mr. Yayman’ın yazışmalarının nasıl bir suç eylemi oluşturduğunu da gösterememiştir. BM Çalışma Grubuna göre, olağan bir iletişim uygulamasını kullanmak tek başına suç delili olamaz; soruşturma ve kovuşturma organlarının (Hükümetin), sanığın bu uygulamayı kullanarak hangi suçların işlenmesinin talimatını verdiğini ve/veya bu uygulamanın hangi suçların işlenmesine aracılık yaptığını göstermesi gerekir. Çalışma Grubu, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri tarafından 7 Ekim 2016 tarihinde yayınlanan Memoranduma atıf yaparak, “bir Türk vatandaşı için, hayatının herhangi bir aşamasında bu (Gülen) Hareketiyle şu ya da bu şekilde iletişime geçmiş olmaması veya ilişki kurmamış olması son derece istisnai bir durumdur.” 
125-    BM Çalışma Grubuna göre, Mr. Yayman’ın ByLock uygulamasını kullanmış olduğu varsayılsa dahi (Mr. Yayman bu iddiayı reddetmektedir.), “Mr. Yayman’ın ByLock uygulamasını kullanması, sadece düşünce ve ifade özgürlüğünü kullanmasından ibarettir.”. Düşünce özgürlüğü ve ifade özgürlüğü, bireyin tam olarak kişiliğini geliştirmesinin olmazsa olmaz koşulları arasında olup bu iki özgürlük her toplum için temel değerinde özgürlüklerdir. Bu özgürlükler, her özgür ve demokratik toplumun temel taşlarındandır. 
126-    BM Çalışma Grubuna göre, “ifade özgürlüğü, ülke sınırları gözetilmeksizin, bilgi, haber ve görüş alma, araştırma ve başkalarına iletme hakkını kapsar. İfade özgürlüğü ayrıca, politik görüşler dahil her türlü fikir ve görüşü açıklama ve diğer kişilere iletilecek nitelikte olan her türlü bilgi ve haberleri elde etme hakkını da kapsar. Üstelik BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin (BM MSHS) 19 § 2 hükmü, her türlü düşünce açıklamasını ve bu açıklamaları yayma yöntemlerini de korur. Buna, görsel ve işitsel, elektronik ve İnternet temelli bilgiyi iletme ve açıklama yöntemleri de dahildir. İfade özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar, bu özgürlüğün kendisini kullanılamaz hale getirir nitelikte olamaz.” BM Çalışma Grubuna göre, Hükümet, Mr. Yayman’ın ifade özgürlüğüne uyguladığı kısıtlamanın, BM MSHS’nin 19 § 3 hükmüyle nasıl bağdaştığını da açıklayamamıştır.
127-    BM Çalışma Grubu, ByLock kullanmanın yasa dışı hiçbir niteliğinin olmadığını tespit ettikten sonra, Mr. Yayman’ın gözaltına alınıp tutuklanmasının BM MSHS’nin 19, 21 ve 22. Maddelerinde korunan hakları kullanmaktan ibaret olduğu sonucuna varmıştır. BM Çalışma Grubu, Mestan Yayman hakkında verdiği kararda özetle şu değerlendirmede bulunmuştur: “ByLock kullanma” ve “2013 yılında Gülen Hareketince organize edilen dini sohbetlere (religious talks) katılma” terör örgütü suçlamasına dayanak yapılamaz. Mr. Yayman’ın bu gerekçelerle tutuklanması ve yargılanması, düşünce özgürlüğü, düşünceyi açıklama özgürlüğü ve barışçıl toplantı yapma ve örgütlenme özgürlüğünü ihlal eder. BM KTÇG’ye göre, temel hakların kullanılmasından ibaret olan bu iddialara dayalı olarak bir kişi hakkında dava açılıp yargılama dahi yapılamaz (“the Working Group wishes to emphasize that no trial of Mr. Yayman should have taken place”, § 94). 
128-    Olağan bir iletişim uygulamasını kullandığı için bir kişinin terör örgütü üyesi kabul edilip cezalandırılması, AİHM içtihatları ışığında özel hayata ve iletişim özgürlüğüne saygı hakkına (AİHS m. ? da müdahale oluşturur. ByLock verileri tamamen yasa dışı şekilde ele geçirildiği için, yasal dayanaktan yoksun bu müdahale AİHS m. 8’i de ihlal eder. ByLock kullanma iddiasının terör örgütü üyeliğine dayanak yapılıp davacının ağırlaştırılmış müebbet kamu görevinde çalışmama cezasına çarptırılması Anayasa, AİHS ve BM MSHS’de korunan birçok hakkı ihlal eder. Bu illegal delile dayalı ve birçok temel insan hakkını ihlal eden ret kararı hukuka aykırı olup bozulmalı ve dava konusu “ceza” iptal edilmelidir.
129-    Son olarak, davacının ByLock uygulamasını kullandığına dair yazı ve bu hususta mahkemeye sunulan belgelerin tarihi ile davacının kamu görevinden çıkarılmasına dair KHK’nın tarihi dikkate alındığında görüleceği gibi, kendisinin ByLock kullandığına dair delil, KHK ile kamu görevinden çıkarıldığı tarihten çok sonra tespit edilmiştir. Bir an için davacının ByLock kullandığı iddiasının doğru olduğu ve bu delilin yasal delil olduğu varsayılsa dahi (Ki yasa dışı delil olduğu sabittir.), sonradan elde edilen bir delil, daha önce verilen kamu görevinden çıkarma kararını hukuka uygun yapmaz. Ayrıca, AİHM’ye göre, bir kararda dayanılan “tek delil” veya “ana delil” yasa dışı elde edilmiş ise, o karar adil yargılanma hakkını (AİHS m. 6) da ihlal eder (AİHM, a contrario, Bykov v. Russia, §§ 98, 100). Somut olayda yaşanan da bu olup, tüm bu nedenlerle temyize konu karar bozulmalı ve hükmedilen “ceza” iptal edilmelidir.
Açıklama: Aşağıda belirtilen ve bu temyiz dilekçesinin sonuna kadar devam eden kısım her davacı için ortak yazılmış olup, aşağıdaki tüm açıklamaları ve argümanları her davacının kullanmasında yarar vardır. Bu açıklamayı da okuduktan sonra dilekçenizden çıkarmayı unutmayınız. 

m)    “Kamu Görevinden Çıkarma Suretiyle Yapılan Müdahalenin Anayasa ve Uluslararası Hukuk Sınırlarında Kalıp Kalmadığı” Hususundaki Gerekçeye Dair Değerlendirme
130-    Bölge İdare Mahkemesi ilk olarak somut olayda OHAL’e neden olan tehdidin giderilmesi amacıyla “bireylerin KHK ile kamu görevinden çıkarıldığını” ve bu duruma Anayasa m. 15, AİHS m. 15 ve BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin 4. maddelerinin izin verdiğini belirtmiştir.
131-    Unutulmamalıdır ki, OHAL 19 Temmuz 2018 tarihinde sona ermiştir. Belirtilen her üç hüküm de sadece OHAL süresiyle sınırlı olarak (süre) ve OHAL’e neden olan şiddet olaylarının bastırılması amacıyla (konu), belirtilen türden tedbirler alınabileceğini öngörmektedir. Anayasanın 15 ve 121. maddeleri uyarınca OHAL döneminde sadece OHAL’in gerektirdiği ölçüde (AY m. 15), OHAL’e neden olan konularla ve OHAL süresiyle sınırlı geçici tedbirler alınabilir (AY m. 121). AİHS’ye göre de OHAL ve benzeri dönemlerde sadece durumun kesinlikle gerektirdiği türden geçici tedbirler alınabilir (AİHS m. 15). Aynı düzenleme BM MSHS m. 4’te de öngörülmüştür. Danıştay, 12 Eylül Darbesi sonrası ilan edilen sıkıyönetim döneminde, 1402 sayılı Kanunla öğretim üyeliklerine son verilen akademisyenlere uygulanan tedbirin geçici nitelikte olduğunu, Sıkıyönetim sona erdikten sonra uygulamasının devam ettirilemeyeceğini kararlaştırmış ve 1402 sayılı Kanun ile üniversitelerden uzaklaştırılan öğretim üyelerinin mesleklerine iadesine karar vermiştir. Davacı OHAL döneminde alınan tedbirler çerçevesinde kamu görevinden çıkarılmıştır. 19 Temmuz 2018 tarihinde OHAL uygulamasına son verilmiş olup, davacıya uygulanan kamu görevinden çıkarma işleminin Anayasal dayanağı kalmamıştır. OHAL’e son verildiği için, OHAL süresiyle sınırlı olarak alınabilecek bir tedbir olan kamu görevinden çıkarma işleminin dayanağı KHK ve dava konusu OHAL Komisyonu kararının iptali gerekirken, davanın reddi yönünde verilen ilk ve ikinci derece mahkemesi kararları Anayasanın 15. ve 121. Maddeleri ile AİHS m. 15 ve BM MSHS’nin 4. maddesine aykırıdır.
132-    Ölçülülük ilkesi: İlk olarak davacının silah kullanma yetkisi yoktur; darbe girişimine doğrudan ya da dolaylı olarak müdahil olduğunu gösteren en küçük delil kırıntısı dahi bulunmamaktadır. “FETÖ/PDY’ye karşı alınacak tedbirleri engelleme şüphesini” gösteren en küçük hareketi dahi yoktur. 15 Temmuz 2016 sonrası “terör örgütü ile düşük seviyede de olsa kurulan bir ilişkiyi” gösteren en küçük iz dahi yoktur. Davacının cezalandırılmasına neden olan tüm eylemler 15 Temmuz 2016 tarihinden çok öncesine aittir. Bu nedenle Bölge idare mahkemesi kararının bu hususlardaki gerekçesi temelsizdir.
133-     Bölge idare mahkemesi, ölçülülük ilkesi altında, “sadakat yükümlülüğünün Anayasa öngörüldüğünü ve (sonradan çıkarılan) KHK ile de kamu görevinden çıkarma işlemine yer verildiğini” belirterek, müdahalenin yasal dayanağının bulunduğunu iddia etmiştir. Daha sonra ise, “idarenin kamu güvenliğinin korunması ve Devlete sadakat yükümlülüğünün sağlanması amacıyla hareket ettiği hususu dikkate alındığında, kamu görevinden (sivil ölüm oluşturur şekilde) çıkarma tedbirinin ölçülü” olduğuna hükmetmiştir.
134-    Müdahalenin yasal dayanağının bulunmadığı, sonradan çıkarılan KHK’ların, önceden işlenmiş yasal faaliyetleri cezalandırmaya dayanak olamayacağı, kanunların sadece yayınlandıktan sonraki hukuki ilişkilere uygulanacağı, ceza yasalarının geçmişe yürür şekilde uygulanamayacağı, “iltisak ve irtibat” kavramlarının sadece kanunla tanımlanabileceği ve bu kavramlara mahkemece yüklenen anlamlar dikkate alındığında, KHK ile öngörülen düzenlemenin hiçbir şekilde öngörülemez olduğu ve keyfiliğe yol açtığı, somut olayda AİHS anlamında “kanun” niteliklerine sahip herhangi bir düzenleme bulunmadığı yukarıda açıklanmıştır. Dolayısıyla, Bölge idare mahkemesinin söz konusu gerekçesi temelsizdir.
135-    Sadakat yükümlülüğü kavramına gelince, bu husus da istinaf dilekçesinde detaylı olarak açıklanmıştır.
136-    Sadakat yükümlülüğü açısından ilk belirtilmesi gereken husus, kamu görevinden çıkarma işlemine dayanak olarak, KHK’da sadece “terör örgütü üyeliği” suçlamasına dayanılmış olup, Bölge idare mahkemesinin iddia ettiği gibi, “Anayasada düzenlenen sadakat yükümlüğünü ihlal” gerekçesi hiçbir karar ya da KHK’da belirtilmemiştir. Davacı kısaca, “terör örgütü üyesi” (iltisak, irtibat, mensubiyet) olduğu gerekçesiyle, bir KHK ile kamu görevinden çıkarılmıştır. Mahkemeler yasalarda veya idari kararlarda, KHK’da belirtilmeyen unsurlara dayanarak, bir işlemin hukuka uygun olup olmadığına karar veremez.
137-    Davacı bir terör örgütüne üye olduğu iddiasıyla KHK ile suçlanıp kamu görevinden çıkarıldığı (cezalandırıldığı) için, dikkate alınacak suçlama “terör örgütü üyeliği” suçlamasıdır. “Gülen Hareketi” isimli oluşumun terör örgütü ilan edildiği ilk tarih 26 Mayıs 2016 tarihidir. Bir an için MGK’nın bahse konu kararının hukuken geçerli ve bireyleri bağladığı varsayılacak olsa dahi, davacıya Anayasaya sadakat yükümlülüğü açısından yüklenecek eylemler 26 Mayıs 2016 tarihinden sonrasına ilişkin olmak zorundadır. Bu tarihten önce ilan edilmiş “FETÖ/PDY” isminde bir terör örgütü bulunmadığı için, davacıya olmayan, varlığı ilan edilmemiş bir örgüte üye olduğu gerekçesiyle (geçmişteki “cemaatsel (yasal) faaliyetler” nedeniyle) herhangi bir ceza verilemeyeceği gibi, sadakat yükümlülüğünü ihlal ettiği de ileri sürülemez. Bir hukuk devletinde, bireyler sadece önceden ilan edilmiş kararları dikkate alarak hareketlerine yön verme yükümlülüğü altındadırlar; henüz terör örgütü olup olmadığı ilan edilmemiş bir yapıyla şu ya da bu şekilde ilişkisi (iltisak, irtibat, mensubiyet) olduğu için, kişiler geçmişteki yasal faaliyetleri nedeniyle “terör suçlaması” ile cezalandırılamaz. Bölge idare mahkemesinin ret kararında dayanılan ve davacıya atfedilen eylemlerin tamamı 26 Mayıs 2016 tarihi öncesine ait olduğu için, bu tarihten önce olmayan (ilan edilmemiş) bir terör örgütüne üyelikten de bahsedilemez. Bölge idare mahkemesi, ilk derece mahkemesi gibi, olaylar ve olguların değerlendirilmesinde yanılgıya düşerek karar verdiği ve bu durum suç ve cezaların geçmişe yürümezliği ilkesine (AY m. 38 § 1; AİHS m. 7) aykırı olduğu için, Anayasa ve AİHS’de korunan birçok temel insan hakkını da ihlal eder.
138-    Davacı, kamu görevlisi olduğu tarihten itibaren sadakat yükümlülüğü altına girdiğinin bilincinde olarak hareket etmiş ise de sadakat yükümlülüğünün içeriğinin zamana göre değişebileceğini öngörememiştir. Aralık 2013 öncesi tüm iktidar mensuplarının desteklediği, teşvik ettiği ve açıktan birlikte hareket ettikleri bir grubun, mahkeme kararı olmadan veya ilan edilmeden terör örgütü olduğunu kestirememiştir; sadakat yükümlülüğünün içeriğinin bir gün keyfi olarak yorumlanıp, kendisine yasalarda öngörülmemiş bir cezanın verilebileceğini öngörememiştir. Sadakat yükümlülüğünün bilincinde olsa da bu yükümlülüğünün içeriğinin hukuk devleti ilkesinin gereklerine aykırı şekilde yorumlanarak, tamamen yasal faaliyetlerin bu yükümlülüğü ihlal ettiğine dayanak yapılabileceğini öngörememiştir. Sadakat yükümlülüğü gibi soyut bir kavramın, muğlak ve keyfi yorumlanıp uygulanabileceğini ve yasal faaliyetlerin bu yükümlülüğü ihlal ettiğine hükmedilip, önceden öngörülmemiş bir cezaya maruz kalabileceğini öngörememiştir. Davacı, bir suçlama ile karşılaşırsa savunma hakkının olduğunu, memuriyetten çıkarılırsa mahkemeye başvurabileceğini öngörmüş ise de “bankaya para yatırma, sendika üyesi olma ve çocuğunu özel bir okula gönderme” gibi işlendiği zaman tamamen yasal olan faaliyetlerin (geçmişe dönük olarak) terör örgütü suçlamasına dayanak yapılarak cezalandırılabileceğini gerçekten öngörememiştir. Anayasanın 38 § 1 hükmü açıkça yasakladığı için, sonradan çıkarılan KHK ile öngörülen ağırlaştırılmış müebbet kamu görevinden çıkarma cezası gibi bir cezaya (yasalarda önceden öngörülmediği için) çarptırılabileceğini hayallerinde dahi düşünememiştir. Türkiye’nin hukuk devleti olduğunu değerlendirerek, bu türden temel Anayasal normların askıya alınabileceğini de öngörememiştir. Esasında, hukuk eğitimi almış insanlar dahil, işlendiği zaman tamamen yasal olan faaliyetlerin bir gün terör örgütü üyeliği suçlamasına dayanak yapılarak, bir KHK ile kişilerin terör örgütü üyesi ilan edilip, yasalarda olmayan bir cezaya çarptırılacağını hiç kimse öngöremezdi. Davacı, savunması alınmadan, önceden yasalara uygun olarak toplanmış deliller gösterilmeden, bir KHK ile, terör örgütü üyesi ilan edilip masumiyet karinesi ihlal edilerek, önceden öngörülmemiş bir cezaya (ağırlaştırılmış müebbet kamu görevinden çıkarma cezasına) çarptırılabileceğini öngörememiştir; öngörmesi de mümkün değildir. Hukuk devleti olduğu Anayasasında yazılı olan bir devlette bu durumun yaşanmasının imkânsız olduğunu öngörmüştür. Davacı, başkalarının eylemlerine dayalı olarak kendisinin de suçlanıp, hiçbir işleme gerek kalmadan kamu görevinden sürekli olarak çıkarılabileceğini de öngörememiştir; zira hukukun en temel prensiplerinden biri olan suç ve cezaların şahsiliği ilkesinin yürürlükte olduğu bir devlette, bunun mümkün olamayacağını öngörmüştür. Suç ve cezaların şahsiliği ilkesinin ihlalinin en açık delili, ilk derece mahkemesi kararındaki gerekçedir. Ayrıca, yasalarda olmayan ve sonradan çıkarılmış cezalar, sadece KHK’nın çıkarıldığı tarihten sonraki eylemler için uygulanırsa öngörülebilir olur. Bu ceza, geçmişteki faaliyetlere uygulanırsa Anayasa ihlal edilmiş olur. Anayasanın 38 § 1 hükmüne göre, “Kimse işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suç işlendiği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.” Davacının bir an için sadakat yükümlülüğünü ihlal ettiği varsayılsa dahi, bu durumda uygulanacak ceza KHK ile sonradan öngörülmüş olan ağırlaştırılmış müebbet kamu görevinden çıkarma ve benzer işleri de yapamama cezası değildir. Devlet Memurları Kanunundaki olağan “memuriyetten çıkarma cezasıdır”.  “Hiç kimse işlendiği zaman ulusal ve uluslararası hukuka göre suç oluşturmayan bir eylem veya ihmalden dolayı suçlu bulunamaz. Aynı biçimde, suçun işlendiği sırada uygulanabilir olan cezadan daha ağır olan bir ceza verilemez.” (AİHS m. 7 § 1). Kısaca, Bölge idare mahkemesi kararında, davacının sadakat yükümlülüğünü önceden bildiği için bu yükümlülüğün ihlali durumunda kamu görevinden çıkarılacağını öngörebildiği ima edilmiş ise de ‘dayanılan gerekçeler’ ve ‘uygulanan ceza’ dikkate alındığında, somut olayda “uygulaması öngörülebilir bir normdan” bahsetmek imkânsızdır. Yaptırıma dayanak yapılan Anayasa hükmü (AY m. 129 § 1), ‘erişilebilir’ olsa da ‘uygulaması öngörülemez’ olduğu için bahse konu cezaya ve insan haklarına müdahaleye yasal dayanak olamaz. Kısaca, ne Anayasanın 129 § 1 hükmü ne de davacıyı hiçbir işleme gerek kalmaksızın kamu görevinden çıkaran KHK hükmü, AİHS anlamında bir “kanunda” bulunması gereken niteliklere sahiptir. Her iki hüküm de insan hakları ihlallerine yasal dayanak olamaz. Ayrıca, söz konusu KHK, 30 günlük süresi içerisinde TBMM tarafından onaylanmadığı için temel haklara müdahaleye dayanak yapılamaz. 
139-    Davacı sadakat yükümlülüğünün olduğunu bilmekte olup, bu yükümlülüğüne aykırı hareket ettiğini gösteren hiçbir somut delil de yoktur. Olsaydı, 15 Temmuz 2016 öncesi hakkında soruşturma açılıp disiplin süreci işletilmesi gerekirdi. Sonradan (26 Mayıs 2016) ilan edilmiş bir terör örgütüne, bu tarihten önceki yasal faaliyetleri gerekçe gösterilerek üye olduğu gerekçesiyle sadakat yükümlülüğünü ihlal ettiğini iddia edenler, Anayasanın açık hükümlerine (AY m. 2, 15, 38 § 1, 118, 121, 129, 139 gibi) ve hukukun en temel prensiplerine (suç ve cezaların geriye yürümezliği, şahsiliği, kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi, öngörülebilirlik, hukuk devleti ve keyfilik yasağı gibi) aykırı karar vermektedirler. Anayasa, AİHS ve BM MSHS’nin birçok hükmünü ihlal eden dava konusu işlem ve temyize konu karar hukuka aykırıdır.
140-    Bir hukuk devletinde, “kamu görevlileri önceden hukuka uygun olarak toplanmış somut delillere dayalı olarak suçlanır, savunması alınır, savunma ikna edici bulunmazsa kamu görevine son verilir. Bu karar yargı denetimine tabi olur ve anayasaya sadakat yükümlülüğünü ihlal eden kişinin kamu görevinden çıkarılması işlemi” bu şekilde sonuçlanır. Somut olayda, davacı bir KHK ile “sadakat yükümlülüğünü ihlal ettiği için değil”, “terör örgütü üyesi olduğu gerekçesiyle” hiçbir somut delil gösterilmeden, savunması alınmadan, adil bir yargılama süreci işletilmeden ve yürütme organının (ve daha sonra yasama organın) bir işlemi ile suçlu ilan edilmiş, masumiyet karinesi yok sayılmış ve kamu görevinden çıkarılma cezası ile cezalandırılmıştır. İdare ve Bölge idare mahkemesi kararlarında dayanılan deliller incelendiğinde görüleceği gibi, davacıya atfedilen ve neredeyse tamamı işlendiği zaman yasal faaliyetler olan tüm deliller, kamu görevinden çıkarıldıktan sonra toplanmış olup, ihraç kararından önce toplanmış herhangi bir somut delil de gösterilmemiştir. Bu nedenle, hukuk devleti ilkesinin tüm gerekleri ihlal edilerek verilen kamu görevinden çıkarma cezası Anayasanın 2. Maddesini ihlal etmiş olup, söz konusu işlemin iptali gerekirken, dava ve istinaf talebi reddedilmiştir. Anayasanın değiştirilmesi dahi teklif edilemeyecek bir ilkesini ihlal edilerek verilen ceza ve aynı ilkeyi ihlal eden mahkeme kararları hukuka aykırıdır.
141-    Tedbirin ölçülü olduğu iddiasına gelince, AİHM’ye göre, bir kişi “kamu görevlisi (olmakla), deneme sürecinde olanlar dahil, Sözleşmenin kapsamından çıkmaz; Sözleşmede korunan hak ve özgürlüklerden yararlanmaya devam eder” (Leander v. Switzerland, § 71). Kamu görevlilerinin bazı ödev ve sorumlulukları bulunsa da kamu görevlileri de AİHS’de korunan haklardan (örneğin 10. maddede korunan ifade özgürlüğünden) yararlanmaya devam ederler (Vogt v. Germany, § 53). AİHM kararlarından anlaşılacağı gibi, bir kişi kamu görevlisi olmakla, Anayasa ve AİHS’de korunan hak ve özgürlükleri kullanmaktan vazgeçmiş olmaz. Kamu görevlisi de olsa, birey, yaşam hakkına, özgürlük ve güvenlik hakkına, adil yargılanma hakkına, yargılanmadan suçlu ilan edilmeme hakkına (masumiyet karinesi), işkence ve kötü muameleye tabi tutulmama hakkına, kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesinden yararlanma hakkına, özel hayat, aile hayatı ve iletişim özgürlüğüne saygı hakkına, din ve vicdan özgürlüğüne, ifade özgürlüğüne, dernek (örgütlenme) ve barışçıl toplanma ve gösteri yapma özgürlüğüne, eğitim hakkına, mülkiyet hakkına ve non bis in idem ilkesinden yararlanma hakkı gibi hak ve özgürlüklere saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Kamu görevlisinin sadakat yükümlülüğü, temel hak ve özgürlüklerden yararlanmaya engel değildir; sadakat yükümlülüğü ile diğer ödev ve sorumluluklar çerçevesindeki tüm yükümlülükler, temel hakların özüne dokunmamak kaydıyla (AY m. 13), ölçülü olarak (ve genellikle iş yeri ile sınırlı olarak) öngörülebilir. Somut olayda uygulanan ceza (ağırlaştırılmış müebbet kamu görevinden çıkarılma cezası), özellikle Anayasanın 70. Maddesinde korunan temel bir hakkı, davacı dahil 150 000’den fazla kişi için tamamen yürürlükten kaldırdığı, temel bir hakkı kökten ortadan kaldırdığı ve Anayasa hükmünü 150 000’den fazla bir grup için ilga ettiği için, hakkı tamamen yok etmiştir; dolayısıyla ölçülü olduğunu söylemek akıl sınırlarını zorlayan bir iddiadır. Masumiyet karinesini, kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesini ve non bis in idem ilkesini ihlal ederek uygulanan bir cezanın ölçülü olduğu incelemesi dahi yapılamaz. Zira bu haklara yönelik müdahalelerde ölçülülük incelemesi yapılmadan karar verilir.
142-    Milletlerarası hukuktan doğan yükümlülüklere uyma: Bölge idare mahkemesi her ne kadar BM Genel Sekreterliği ve Avrupa Konseyi Genel Sekreterliğine “deragasyon” (temel hakların kullanımını OHAL süresiyle sınırlı olarak askıya alma) bildiriminde bulunduğunu belirterek, somut olayda milletlerarası hukuktan doğan yükümlülüklerin ihlal edilmediğine hükmetmiş ise de, mahkeme OHAL’in sona erdiğini unutmuş ve kararını hâlâ OHAL’e dayalı olarak gerekçelendirmiştir. Bazı temel hakların kullanımının askıya alınması sadece OHAL süresiyle sınırlı olup, OHAL’e son verildiği 19 Temmuz 2018 tarihinden itibaren artık devam eden insan hakları ihlalleri OHAL ve deragasyonlarla gerekçelendirilemez. Dolayısıyla, OHAL sona erdikten sonra, devam eden insan hakları ihlalleri açısından, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin uluslararası hukuktan doğan yükümlülükleri yeniden ortaya çıkmıştır.
143-    Ayrıca, OHAL süresince yapılan uygulamalar da uluslararası hukuktan kaynaklanan birçok yükümlülüğü ihlal etmiştir. İstinaf dilekçesinde detaylı belirtildiği gibi, başkalarının eylemleri davacıya atfedilip suçlanarak cezalandırılma yoluna gidilmiş, hukukun en temel prensipleri arasında olan suç ve cezaların şahsiliği ilkesi ve bu ilkeyi de kapsayan kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi, suç ve cezaların geçmişe yürümezliği ilkesi (AİHS m. 7), non bis in idem ilkesi (7. Protokol m. 4) ihlal edilmiştir. “… suçun işlendiği sırada uygulanabilir olan cezadan daha ağır olan bir ceza verilemez.” (AİHS m. 7 § 1) ilkesi yok sayılarak, sonradan kabul edilen KHK ile “ağırlaştırılmış müebbet kamu görevinden çıkarma cezası” icat edilip davacıya bu ceza verilmiştir. Bu ilkeler OHAL durumunda dahi askıya alınması mümkün olmayan ilkeler olup, somut olaydaki uygulama nedeniyle uluslararası hukuktan kaynaklanan yükümlülüklere aykırı uygulamalara başvurulduğu açıktır. BM İnsan Hakları Komitesi’ne göre, “yaşama hakkından keyfi olarak mahrum etme, işkence, insanlık dışı ve aşağılayıcı muameleye tabi tutma, rehin alma, kolektif cezalar verme, keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma, masumiyet karinesi dâhil, adil yargılanma hakkının temel ilkelerinden sapma” gibi temel hak ve ilkeler jus cogens kapsamındadır. Özellikle idare mahkemesi kararında dayanılan gerekçeler ve 150 000’den fazla kişiye uygulanan toplu cezalar dikkate alındığında, suç ve cezaların şahsiliği ilkesi yok sayılarak açıkça kolektif bir cezalandırma yapılmakta olup, uluslararası hukukun emredici prensiplerini (jus cogens) ihlal eden bu uygulama, normlar hiyerarşisinde tüm normların üzerinde olan jus cogens kapsamındaki ilklere aykırıdır.
144-    Çekirdek haklara müdahale: Bölge idare mahkemesi OHAL durumunda dahi askıya alınamayacak hakları (masumiyet karinesi, kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi (suç ve cezaların geçmişe yürümezliği ilkesi), işkence yasağı, yaşam hakkı, din, vicdan düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanma yasağı, kölelik yasağı ve ırk, renk, cinsiyet, dil, din veya toplumsal köken temelinde ayrımcılık yasağı) tek tek belirtmesine rağmen, somut olayda bu haklardan hiçbirinin ihlal edilmediğine hükmetmiştir. Oysa istinaf dilekçesinde açıkça masumiyet karinesinin ihlal edildiği, kanunsuz suç ve ceza olmaz (suç ve cezaların geçmişe yürümezliği) ile non bis in idem ilkelerinin ve ayrımcılık yasağının ihlal edildiği defalarca gerekçeleriyle birlikte belirtilmiştir (özellikle bkz. §§ 4, 10, 86, 88, 89, 92, 174-176, 183, 185, 197).  İstinaf dilekçesindeki argümanları hiçbir şekilde incelemeden talebi reddeden ikinci derece mahkemesi gerekçeli karar hakkını da ihlal etmiştir. Davacı yargılanmadan, bir KHK ile, yürütme erki tarafından terör örgütü üyesi olmakla suçlanmış, mahkûm edilmiş ve cezalandırılmıştır. Eş ifade ile davacının kamu görevinden çıkarılmasına dayanak yapılan OHAL KHK’sı masumiyet karinesini açıkça ihlal etmiştir. Aynı eylemler nedeniyle hem ceza mahkemesinde yargılanmış ve cezalandırılmış hem de aynı faaliyetlere dayalı olarak “sivil ölüm oluşturur şekilde kamu görevinden çıkarılma cezasına” mahkûm edilmiştir (non bis in idem ilkesinin ihlali). İşlendiği zaman tamamen yasal olan faaliyetler (Bank Asya, Sendika, okul vb.) nedeniyle cezalandırıldığı için kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi ihlal edilmiştir. Sonradan çıkarılan bir KHK ile önceden işlenmiş yasal faaliyetler cezalandırıldığı için suç ve cezaların geçmişe yürümezliği ilkesi ihlal edilmiştir. “… suçun işlendiği sırada uygulanabilir olan cezadan daha ağır olan bir ceza verilemez.” (AİHS m. 7 § 1) ilkesi de KHK ile açıkça ihlal edilmiştir.  Oysa jus cogens niteliğindeki hukukun bu temel ilkeleri  OHAL döneminde dahi ihlali mümkün olmayan mutlak haklar (çekirdek haklar) arasındadır. Bu nedenle, Bölge İdare Mahkemesi kararının bahse konu gerekçesi de hukuka aykırı olup, temyize konu karar bu nedenlerle de bozulmalıdır.
B-    BİR OHAL KHK’SI İLE KAMU GÖREVİNDEN ÇIKARILMA SONUCU YAŞANAN İNSAN HAKLARI İHLALLERİ
145-    Dava dilekçesinde belirtildiği gibi, kamu görevinden bir OHAL KHK’sı ile doğrudan çıkarılanlar tarafından AİHM’ye yapılan başvurulardan biri AİHM tarafından seçilerek 12 Haziran 2017 tarihinde karara bağlanmıştır. AİHM, Köksal v. Turkey isimli kararda, başvurucunun ileri sürdüğü insan hakları ihlalleri açısından öncelikle OHAL Komisyonuna başvurması gerektiğini, OHAL Komisyonunun söz konusu insan hakları ihlallerini giderme yetkisine sahip olduğunu ve bu açıdan Komisyonun ilk bakışta etkisiz olduğunu gösteren bir durumun görünmediğini, bu iç hukuk yolu tüketildikten sonra gerek kalırsa tekrar AİHM’ye başvurulabileceğine karar vermiştir. Anayasa Mahkemesi de 70 000 civarındaki benzer başvuruları, AİHM’nin belirttiği benzer gerekçelerle reddetmiş ve öncelikle OHAL Komisyonuna başvurulması gerektiğine karar vermiştir. Anayasa Mahkemesi kararlarından ve AİHM’nin Köksal v. Turkey kararından anlaşılacağı gibi, OHAL Komisyonu, ihraç edilen kamu görevlilerinin sadece kamu görevine iadesi konusunda yetkili olmayıp, buna ek olarak bu kişilerin KHK ile ihraçla yaşadığı insan hakları ihlallerini giderme yetkisine de sahiptir. Anayasa Mahkemesi ve AİHM’nin değerlendirmeleri bu yönde olup, Komisyon, öncelikle insan hakları ihlallerini gidermezse, giderilmeyen her bir insan hakkı ihlali açısından verdiği kararın iptal edilmesi gerekir.
146-    AİHS’nin 13. maddesi anlamında bir iç başvuru yolunun etkili olabilmesi için, hak ihlallerinin bu organ önünde ileri sürülebilmesi, bu organın şikâyetlerin esasını inceleyebilmesi ve uygun bir giderim sunabilmesi gerekir (AİHM, Kudla v. Poland). Oluşan hak ihlallerini açıkça tanıyabilmesi, yeni ihlalleri engelleyebilmesi, devam eden ihlallere derhal son verebilmesi (AİHM, Sürmeli v. Germany) ve ihlalleri ortadan kaldırıp mümkünse eski hale getirebilmesi (restitutio in integrum) gerekir. Mümkün değilse, ihlalleri giderici diğer tedbirleri kararlaştırabilmesi ve yaşanmış ihlaller konusunda uygun maddi ve manevi tazminata hükmedebilmesi gerekir (AİHM, Apicella v. Italyı). Bu organ yargısal bir organ olmasa da bağımsızlık ve tarafsızlık (AİHM, De Souza Ribeiro v. France) ile çekişmeli yargılama gibi temel bazı usulî güvencelere uygun çalışması gerekir (AİHM, Silver v. The United Kingdom). Bu organın erişilebilir, teori ve pratikte etkili ve makul sürede karar vermesi de gerekir (AİHM, Scordino v. Italy, no.1). 
147-    Tüm bu nitelikler her bir hak ihlali ya da her bir şikâyet açısından ayrı ayrı sağlanmalı ve gerekleri yerine getirilmelidir. Örneğin, mülkiyet hakkı açısından memuriyete iade ve maddi ve manevi tazminat ödenmesi etkin bir giderim sunsa da masumiyet karinesi ihlali açısından aynı değerlendirmeyi yapmak imkânsızdır. Zira masumiyet karinesinin ihlali açısından bu ihlale doğrudan neden olan KHK’nın iptal edilmesi ve tüm izlerinin ortadan kaldırılıp başvurucunun isminin terör örgütü üyeliği listelerinden çıkarılması gerekir; bu husustaki tüm izlerin internet ve devlet kayıtları dâhil her ortamdan silinip yok edilmesi gerekir. Masumiyet karinesini ihlal eden KHK hukuken varlığını devam ettirdiği ve devlet birimlerinde ve internette başvurucunun ismi terör örgütü üyesi olarak gösterilmeye devam ettiği sürece, memuriyete iade ile bu ihlal giderilmiş olmaz. 
148-    15 Temmuz 2016 tarihinden itibaren kamu görevinden çıkarılanlar açısından aşağıdaki hak ihlalleri yaşanmıştır. OHAL Komisyonunca öncelikle bu hak ihlallerinin tanınması ve uygun giderimin sağlanması gerekirken, açıkça ileri sürülen bu hak ihlalleri hiçbir şekilde incelenmeden başvuru reddedilmiştir. Böylece, Anayasa Mahkemesi ve AİHM’nin belirttiği gibi, OHAL Komisyonu 685 sayılı KHK’nın kendisine yüklediği görevleri yerine getirmemiş, daha önce yaşanmış insan hakları ihlalleri konusunda hiçbir inceleme yapmadan başvuruyu reddetmiştir. 685 sayılı KHK emretmesine ve AİHM ve AYM açıkça vurgu yapmasına rağmen, aşağıda gerekçeleri belirtilen insan hakları ihlallerini gidermediği için OHAL Komisyonu kararı ve bu davanın konusu olan KHK hukuka aykırı olup iptali gerekirken, iptal davası ve istinaf başvurusu reddedilmiştir.
149-    OHAL Komisyonuna sunulan başvuru dilekçesinde  ve iptal dava dilekçesinde  belirtildiği gibi, OHAL döneminde kabul edilen bir KHK ile (yürütme organı işlemi ile), “sivil ölüm oluşturur şekilde kamu görevinden çıkarılma cezası” aşağıdaki insan hakları ihlallerine yol açmıştır:
150-    a-) Sonradan çıkarılan KHK ile önceden işlendiği iddia olunan eylemlere dayalı olarak ceza hukuku anlamında suç (iltisak, irtibat) ve ceza icat edip (ağırlaştırılmış müebbet kamu görevinden çıkarılma cezası) davacıyı cezalandırmak, suç ve cezaların geçmişe yürümezliği ilkesini ihlal etmiştir (AİHS m. 7, BM MSHS m. 15, AY m. 38 § 1).
151-    Suçlamalar konusunda ilgili KHK’da herhangi bir hüküm olmamasına rağmen, davacıya atfedilen suçlamalara ilişkin eylemlerin tamamı veya büyük çoğunluğu, işlendiği/yapıldığı/gerçekleştirildiği tarihte yasaların izin verdiği legal faaliyetler olup, normal bir hukuk devletinde kesinlikle atılı suça dayanak yapılamaz. Eş ifade ile, işlendiği zaman yasal olan “bankaya para yatırma, ByLock gibi olağan bir iletişim uygulamasını (a regular communication tool) kullanma (içeriğinde suç unsuru olmadığı sürece ByLock kullanmak suç delili olamaz) , piyasada özgürce satılan ve hiçbir şiddet unsuru içermeyen bandrollü kitapları bulundurma, Zaman Gazetesi veya benzeri süreli yayınların aboneliği karşılığı CMD veya benzeri şirketlere satın alınan yayının bedelini ödeme, derneğe/sendikaya/vakfa üye olma, yasal bir derneğe bağış yapma, yasal bir okula çocuğunu gönderme ve bitirme gibi faaliyetler” daha sonra yapılacak yargılamalarda terör örgütü üyeliği suçlamasına dayanak yapılamaz. Bu konuda yukarıda belirtildiği gibi, “Gülen Hareketi” ilk olarak 26 Mayıs 2016 tarihli MGK kararına dayalı olarak 30 Mayıs 2016 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile “FETÖ/PDY” ismi verilerek terör örgütü ilan edilmiştir. Bu tarihten önceki yasal faaliyetler, kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesinin gereği olarak, belirtilen tarihten sonraki terör örgütü üyeliği suçlamasına dayanak gösterilemez. Ayrıca, ceza kanunlarını geniş ve keyfi yorumlayarak atılı suçla (terör örgütü üyeliği) ilgisi olmayacak şekilde yasal faaliyetleri suç olarak değerlendirip kişilere yaptırım uygulamak da kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesini ihlal eder (AİHM, S.W. v. The United Kingdom). Somut olayda yasaların suç olarak öngörmediği ve işlendiği zaman tamamen yasal olan faaliyetler nedeniyle cezalandırılma AİHS’nin 7. maddesini ihlal etmiştir. “Hiç kimse işlendiği zaman suç oluşturmayan bir eylem veya ihmalden dolayı suçlu bulunamaz.”
152-    OHAL Komisyonu ve idare mahkemesinin yaptığı gibi, Bölge idare mahkemesi de “Cemaatin” yasal olarak bilindiği dönemdeki (en azından 26 Mayıs 2016 öncesi) “Cemaatsel faaliyetleri” veya “Cemaate bağlantı göstergesi sayılan yasal faaliyetleri” dikkate alarak talebi reddetmiştir. 26 Mayıs 2016 tarihinden önceki tamamen yasal faaliyetler, bu tarihte “FETÖ/PDY” ismi altında terör örgütü ilan edildikten sonraki “terör suçlamasına” dayanak yapıldığı için hukuk devleti, hukuki güvenlik, öngörülebilirlik, suç ve cezaların geçmişe yürümezliği ve kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi gibi birçok ilke ihlal edilmiştir.
153-    b-) Davacının kamu görevinden çıkarılmasına dayanak olan KHK’ya göre, “Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan (eklerde yer alan listelerde ismi geçen kamu görevlileri) başka hiçbir işleme gerek kalmaksızın çıkarılmıştır.” KHK’nın ekindeki listelerde davacının ismine yer verilerek, kendisinin bir terör örgütüne üye olduğu şüpheye yer vermeyecek şekilde kararlaştırılmış, yasa niteliğindeki bir işlemle yargılanmadan cezalandırılmıştır. Hiçbir yargılama yapılmadan, kesinleşmiş bir mahkeme kararı olmadan, başvuran bir terör örgütüne üye olmakla suçlanmış ve mahkûm edilmiştir. Yürütme organının kabul ettiği bir KHK ile terör örgütünün üyesi gösterilerek ve aynı KHK’nın TBMM tarafından onaylanması ile masumiyet karinesinden yararlanma hakkı açıkça ihlal edilmiştir. Zira Anayasanın 38 § 4 maddesine göre, “Suçluluğu hükmen (kesin bir yargı kararı ile) sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.”
154-    Henüz ceza mahkemelerince verilmiş ve kesinleşmiş bir yargı kararı olmadan, davacının terör örgütü üyesi, iltisaklısı veya irtibatlısı gösterilerek veya bu anlamları ifade ya da ima eden veya bu anlamlara gelen gerekçelerle OHAL Komisyonu başvurusunun ve açtığı davanın ve yaptığı istinaf başvurusunun reddedilmesi masumiyet karinesini ihlal etmiştir (Urat v. Turkey, § 58). OHAL Komisyonu ve idare mahkemesi kararlarında olduğu gibi Bölge İdare Mahkemesi kararının gerekçesinde yer verilen birçok ifade de (“davacının örgütle iltisak ve irtibat, hatta mensubiyet düzeyinde ilişkisinin olduğu sonucuna ulaşılmıştır” ve benzeri ifadelerde) davacının masumiyet karinesi açıkça ihlal edilmiştir.
155-    c-) KHK ile kamu görevinden çıkarılanlar hususunda ilgili KHK’da sadece şu veya benzeri gerekçeler kullanılmıştır: “Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan (eklerde yer alan listelerde ismi geçen kamu görevlileri) başkaca hiçbir işleme gerek kalmaksızın kamu görevinden çıkarılmıştır.” Böylece, davacı, yargılanmadan bir terör örgütünün üyesi gösterilmiş, ceza kanunu anlamında kendisine bir suçlama atfedilmiş (terör örgütü üyeliği) ve bu suçtan mahkûm olmuş gibi, bir daha ömrü boyunca çalışması imkânsız olacak şekilde kamu görevinden çıkarılmıştır. Kısaca, bir KHK ile suçlanmış, mahkûm edilmiş ve bu mahkûmiyetin karşılığı olarak kendisine, sonuçları son derece ağır bir yaptırım (sivil ölüm) uygulanmış ve cezalandırılmıştır. AİHS’nin 6 § 1 hükmündeki temel güvencelere ve 6 § 3 maddesinde öngörülen asgari sanık haklarına saygı gösterilmeden, yasa niteliğindeki bir KHK ile başvuranı mahkûm etmek, AİHS’nin 6 § 1 ve 6 § 3 hükmündeki tüm güvenceleri ihlal eder; açık bir denial of justice (adaletin yok sayılması) oluşturur. Yargılanmadan suçlanma ve ceza hukuku anlamında bir cezaya mahkûm edilme AİHS m. 6 §§ 1 ve 3’teki tüm hak, güvence ve ilkeleri bir bütün olarak ihlal etmiştir. Tüm bu ihlaller yaşanmış olup, OHAL Komisyonu bu ihlali tanıyıp giderici tedbirler almadığı gibi, idare mahkemesi ve istinaf mahkemesi önündeki yargılamalarda da bu ihlallerin büyük kısmı giderilememiştir.
156-    d-) OHAL Komisyonu başvuru formu ve dava dilekçesinde belirtildiği gibi, herhangi bir ceza soruşturması başlatılmadan, bireylerin özel hayatı ve aile hayatı kapsamındaki bilgileri toplamak ve kaydetmek (fişleme) TCK m. 134 ve devamı hükümlerinde açıkça suç olarak öngörülmüştür. Konusu suç olan faaliyetlerin (fişleme) yasa dışı olduğunda ve özel hayata saygı hakkını ihlal edeceğinde şüphe yoktur. Dava dilekçesinde detaylı olarak açıklandığı gibi, 15 Temmuz 2016 tarihinden sonra, 150 000’den fazla kamu görevlisinin “fişlemelere (sosyal çevre bilgisi) dayalı olarak” önceden hazırlanmış listeler uyarınca KHK’lar ekinde isimlerine yer verilerek kamu görevinden çıkarıldığında da hiçbir şüphe yoktur; “fişleme” TCK anlamında suç olup (TCK m. 134), bu kavrama “sosyal çevre bilgisi” ismi verilerek legalleştirilemez. Bu husus Sayın Cumhurbaşkanı ve o tarihteki iki ayrı Başbakan Yardımcısı (Sayın Numan Kurtulmuş, Sayın Mehmet Şimşek) ve diğer devlet görevlileri tarafından açıkça kabul edilmiştir. Sayın Cumhurbaşkanı darbe girişiminden hemen sonra, “Kimlerin FETÖ üyesi olduğunu biliyorduk; kanunlar bize engel oluyordu” açıklamasını yapmıştır. Bu husus, yetkili devlet organları tarafından Venedik Komisyonu yetkililerine de açıkça deklare edilmiş ve Venedik Komisyonu raporunda da açıkça belirtilmiştir.  . OHAL Komisyonu da, ret kararlarının neredeyse büyük çoğunluğunda “kurumu tarafından Komisyona intikal ettirilen personel bilgi dosyasında, başvurucunun kurumu tarafından FETÖ/PDY terör örgütü ile irtibatlı ve iltisaklı olduğu yönünde değerlendirmelerin bulunduğu” gerekçesine dayanmaktadır. Hiçbir ceza soruşturması ve hakimlik kararı olmadan, kişilerin inançları, etnik ve toplumsal kökenleri, özel hayat ve aile hayatları kapsamındaki bilgi ve belgelerini toplayıp kişileri fişlemek özel hayata ve aile hayatına saygı hakkını ihlal eder.
157-    OHAL Komisyonu, genel olarak, başvurucuların çalıştığı kurumların gönderdiği yazılarda yer alan ve büyük çoğunluğu bireyin özel hayatı ve aile hayatına saygı hakkının kapsamında olan fişlemelere dayalı olarak başvuruları reddetmiştir. OHAL Komisyonu, ret kararlarının neredeyse büyük çoğunluğunda “kurumu tarafından Komisyona intikal ettirilen personel bilgi dosyasında, başvurucunun kurumu tarafından FETÖ/PDY terör örgütü ile irtibatlı ve iltisaklı olduğu yönünde değerlendirmelerin bulunduğu” gerekçesine dayanmaktadır. Bu gerekçe masumiyet karinesini ihlal etmekte olup, idare mahkemesi önünde, OHAL Komisyonu kararının bu nedenle iptal edilmesi gerektiği ileri sürülmesine rağmen karar iptal edilmemiş, istinaf talebi de reddedilmiştir; OHAL Komisyonu kararında kullanılan ifade nedeniyle de masumiyet karinesi ihlal edilmiştir. Hiç kimse, suçluluğu kesinleşmiş bir yargı kararı ile sabit oluncaya kadar suçlu gösterilemez (AİHS m. 6 § 2). Ayrıca, söz konusu kişisel veriler ile aile hayatına dair veriler, idare tarafından hiçbir yasal dayanağı olmadan toplanmış olup, suç oluşturmaktadır (TCK m. 134-138). Konusu suç olan tüm bulgular yasa dışı olup, Anayasanın 38 § 6 hükmü uyarınca hiçbir yargılamada kullanılamaz; hiçbir yargısal karara dayanak yapılamaz. OHAL kararında ve ilk ve ikinci derece idari yargı organlarının kararlarında dayanılan tek delil ya da ana delil yasa dışı elde edildiği için adil yargılanma hakkı da ihlal edilmiştir (AİHM, a contrario, Bykov v. Russia, §§ 98, 100). Yasa dışı delile dayalı her karar hukuk dışı olup, iptal edilmeli ya da bozulmalıdır. Konusu suç olan ve özel hayata ilişkin verileri illegal şekilde elde edip kişileri fişlemek ve kullanmak ayrıca özel hayata ve aile hayatına saygı hakkını da ihlal eder; yasal dayanağı olmadığı için bu ihlal de kesindir. 
158-    Bireylerin mesleki ve profesyonel hayatı da özel hayata saygı hakkının kapsamı ve koruması altındadır (AİHM, Sidabras and Dziautas v. Latvia). Bir kamu görevlisini olağan kanun yolları dışında, hiçbir savunma hakkı tanımadan, masumiyet karinesini ihlal eder şekilde suçlayıp kamu görevinden çıkarma, kendisinin mesleki ve profesyonel hayatına yasa dışı bir müdahaledir. Kendisine devlet tarafından terörist damgası yapıştırılan bir bireyin özel sektörde de iş bulması neredeyse imkânsızdır; zaten birçok KHK’lının özel sektörde çalışmasına da kamu gücünü elinde tutanlarca fiilen engel olunmaktadır. KHK ekinde “teröristler” listesinde ismi yayınlanan bir kamu görevlisinin özel sektörde de iş bulması imkânsızlaşacağı için hayatını devam ettirecek, ailesinin ve kendisinin geçimini sağlayacak bir işte çalışıp gelir elde etmesi ve asgari insan onuruna yakışır standartlarda yaşamını sürdürmesi de imkânsızlaşır. Yasal hiçbir dayanağı bulunmayan (yukarıya bakınız) bu müdahaleler nedeniyle de özel hayata saygı hakkı ihlal edilmiştir.
159-    Hiçbir somut delil gösterilmeden, bir kamu görevlisinin isminin KHK’da, Resmî Gazetede ve internette yayınlanarak, KHK hükmü ile bir terör örgütünün üyesi ilan edilmesi, diğer insanlar tarafından terörist olarak damgalanmasına ve böylece kendi benzerleriyle hayatının sonuna kadar bir daha olağan ve sağlıklı ilişki ve arkadaşlık kurmasına da engel olur. Hiçbir yargılama yapılmadan, davacının bir KHK hükmü ile terör örgütü üyesi ilan edilmesi ve lekelenmesi, kendisinin şeref ve itibarına (reputation) saygı hakkına da müdahale oluşturur (AİHM, Chauvy and others v. France). Bir kişiyi yargılamadan, ceza hukuku anlamında bir suçla itham ve mahkûm etme, şeref ve itibara saygı hakkını da ihlal eder.
160-    KHK ile meslekten ihraç edilenlere, sosyal güvenlik kurumu verilerinde, işe son verme nedeni olarak “OHAL/KHK” veya benzeri kayıtlar düşülmekte ve bu kişiler ayrıca fişlenmektedir. Bu kaydı gören özel sektör temsilcileri de davacıya iş vermeyecek ve davacı ve ailesi sivil bir ölümle karşı karşıya kalacaktır. OHAL döneminde işini kaybedenlerden özel sektörde iş bulanların ilk SGK primleri yatırıldığında, bu kişilere işverenler uyarılmakta ve işlerine son verilmektedir. Böylece KHK ile kamu görevinden çıkarılanlardan özel sektörde iş bulanların özel sektörde çalışmalarına da müdahale edilmekte ve tüm bir aile sosyal ve sağlık güvencesi olmadan yaşamaya mecbur bırakılmakta, gerçek bir sivil ölüme terk edilmektedir. SGK kayıtlarındaki fişleme sadece davacıyla sınırlı kalmamakta, eşi ve çocuklarının geleceğini de etkilemekte, böylece sadece kendisi değil, aile fertleri de cezalandırılmış olmaktadır. Sivil bir ölüme yol açan bu damgalama, fişleme ve özel sektörde çalışmayı da engelleme özel hayata ve aile hayatına saygı hakkını ayrıca ihlal eder (yasal dayanağı bulunmadığı yukarıda açıklanmıştır.).
161-    e-) Davacı bir KHK hükmü ile hiçbir mahkeme kararı olmadan, suçlu ilan edilmiş, bu karar Resmi Gazetede ve internet sitelerinde yayınlanmış, dünyaya duyurulmuş, BM ve Avrupa Konseyi’ne sunulan KHK eklerinde uluslararası örgütlere ismi terör örgütü üyesi olarak bildirilmiştir. Böylece damgalanmış, masumiyet karinesi, şeref ve itibarı ve lekelenmeme hakkı ihlal edilmiştir. Herhangi bir mahkeme kararı veya herhangi bir suç şüphesi gösterilmeden ve yargılama yapılmadan terör örgütü üyesi ilan edilerek, diğer bireylere göre açık bir ayrımcılığa tabi tutulmuştur. Diğer bireylerin suçlu ilan edilebilmesi için kesinleşmiş yargı kararı gerekirken (AY m. 38 § 4), davacı bir yasama işlemi niteliğindeki yürütme organı kararı (OHAL KHK’sı) ile suçlu ilan edilmiş ve masumiyet karinesinden yararlanmada davacı ile diğer bireyler arasında ayrımcılık yapılmıştır. Aynı ayrımcılık AİHS’nin 7, 8, 10 ve 11. Maddeleri açısından da yaşanmıştır. Bu ayrımcılığın objektif ve makul herhangi bir gerekçesi yoktur.
162-    f-) Bir kişinin belirli bir eğitim sonucu elde ettiği diploma ve benzeri belgelerin kendisine verdiği yetkileri kullanıp eğitim aldığı alanda çalışması, eğitim hakkının kapsamı ve koruması altındadır. Aksi halde belirli bir eğitim sonucu elde edilen diplomaların hiçbir anlamı kalmaz; kişiler, eğitim aldıkları alanda çalışamayacaklarsa, elde ettikleri diplomaların kendilerine verdiği yetkileri kullanamayacaklarsa, o alanda eğitim almalarının hiçbir anlamı olmaz. Davacının çalışabileceği işlerde çalışması açısından mesleki yeterliliğini gösteren diploma ve lisanları, ruhsatname, izin, staj belgesi ve benzeri tüm eğitim, öğretim ve profesyonel diploma ve sertifikaları, kamu görevi veya benzeri serbest meslekleri yapmasının engellenmesi ile geçersiz hale getirilmiştir. Diploma ve benzeri sertifikaları geçersiz sayma, davacının eğitim hakkına ömrü boyunca devam edecek nitelikte müdahale oluşturur; ömür boyu sürecek bu müdahale ağır ve ölçüsüz bir cezalandırmadır. Davacının tüm eğitim, öğretim ve staj ve benzeri faaliyetleri sonucu elde ettiği eğitim hakkı kapsamındaki belgeleri geçersiz kılındığı için, yasal dayanağı olmayan bu durum davacının eğitim hakkını da ihlal etmiştir.
163-    g-) Hukuka uygun davrandığı sürece, bir kamu görevlisi, emeklilik yaşına kadar çalışma, maaş elde etme, sosyal güvenlikten yararlanma ve emeklilik haklarına sahip olma hakkına sahiptir. Disiplin suçu işlemedikçe ve adil bir yargılama sonucu kamu görevinden çıkarılmadıkça, kamu görevlileri düzenli olarak maaş alır ve emekli oluncaya kadar da maaş almaya devam ederler. İç hukuk, kamu görevlilerine maaş alma, emeklilik haklarını süresinde elde etme ve sosyal güvenlik konularında son derece sağlam hukuki dayanaklar sunmaktadır. Kamu görevlileri yasalara uygun davrandıkları sürece, emekli oluncaya kadar maaş alma ve emeklilik haklarını kazanma konusunda meşru bir beklentiye (legitimate expectation) sahiptirler. Maaş, sosyal güvenlik ve emeklilik hakları bu nedenle mülkiyet hakkının kapsamı ve koruması altındadır. Davacının hiçbir yargılama yapılmadan, masumiyet karinesi ihlal edilerek, keyfi şekilde kamu görevinden çıkarılması, daha sonra açtığı davaların işlendiği zaman tamamen yasal olan faaliyetlere dayalı olarak reddedilmesi ve hukuk devleti ilkesinin gereği olarak önceden yayınlanmış yasaların öngördüğü suç ve cezalar dışında, yeni suç ve cezalar icat edilerek cezalandırıp kamu görevine son verilmesi nedeniyle maaş ve diğer ekonomik haklarından mahrum bırakılmasından dolayı mülkiyet hakkı da ihlal edilmiştir. 
164-    h-) İptal dilekçesinde detaylı olarak açıklandığı gibi, somut olayda davacıya karşı yöneltilmiş “ceza hukuku anlamında bir suçlama ve ceza” bulunmakta olup, aynı “faaliyet ve suçlamalara” dayalı olarak davacı hakkında ayrıca ceza soruşturması ve ceza davası da yürütülmüştür. AİHS’ye Ek 7. Protokolün 4. maddesine uyarınca bir kişi hakkında aynı eylem ya da suçlamalar nedeniyle iki ayrı yargılama yapılamayacağı gibi iki ayrı cezaya da hükmedilemez. Bu açıdan AİHM atılı suçu ya da suçlamaları değil, suçlamalara dayanak gösterilen eylemleri dikkate almaktadır (AİHM, Grande Stevens and others v. Italy [GC], § 277). Dolayısıyla bir kişi aynı eylem ya da faaliyetler veya aynı suçlama gerekçe gösterilerek iki kez yargılanamaz veya iki ayrı cezaya çarptırılamaz. Aynı suçtan iki ayrı yargılama ve cezaya hükme yasağı (non bis in idem ilkesi) mutlak haklardan olup, OHAL döneminde dahi askıya alınamaz (AİHS’ye Ek 7 No.lu Protokol m. 4 § 3).
165-    Ayrıca, Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 24 Haziran 2008 tarihli kararıyla kesinleşen eylemlerin tekrar terör örgütü suçlamasına dayanak ve yargılama (tartışma) konusu yapılması ve bu nedenle davacının suçlanıp cezalandırılması ayrıca non bis in idem ilkesine (AİHS’ye Ek 7 No.lu Protokol m. 4) aykırıdır. Non bis in idem ilkesi gereğince, 2008 yılında kesinleşen dosyada incelenen olaylar, olgular, iddialar ve suçlamalar, kesin hükme dönüşmüş bir beraat kararının konusunu oluşturdukları için, yargı organları tarafından bir daha tartışma konusu yapılamaz (AİHM, Grande Stevens and others v. Italy [GC], § 277). Söz konusu atılı faaliyetlerin daha önce kesin hükme dönüşmüş bir yargı kararı ile suç oluşturmadıkları kesin şekilde saptandığı için, aynı eylemlere dayalı olarak suçlanma ve cezalandırılma, her halükârda kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesini (AİHS m. 7) ihlal eder.
166-    i-) Bir kısmı istinaf dilekçesinde belirtildiği gibi,  HSK otoritesi altında işlev yapan ilk (ve ikinci) derece mahkemeleri bağımsızlık ve tarafsızlık ile kanunla önceden kurulmuş mahkeme niteliklerine sahip değildir. Özel yetkili Ankara 19, 20, 21 ve 22. İdare mahkemelerinin verdikleri kararları incelemekle görevlendirilen özel yetkili Ankara Bölge idare mahkemesi 13. İdari Dava Dairesi 19 Aralık 2018 tarihli HSK kararı ile kurulmuştur. İlk derece mahkemesi olduğu gibi, ikinci derece mahkemesi de “kanunla önceden kurulmuş mahkeme ilkesinin gereklerine” aykırı olarak, uyuşmazlık doğduktan çok sonra, özel olarak kurulmuş ve yetkilendirilmiştir. 19/12/2018 tarih ve 1945 sayılı HSK müstemir yetki kararnamesi ile “Ankara Bölge İdare Mahkemesi 13. İdari Dava Dairesinin 02/01/2019 tarihi itibarıyla faaliyete geçirilmesine” (kurulmasına) karar verilmiş ve bu mahkemeye İsmail Hakkı Sayın (Başkan), Mubin Emirmahmutoğlu, Talip Kurt ve Dr. Veli Karataş (üye) olarak atanmışlardır. 
 
167-    19/12/2018 tarihli HSK kararı ile özel yetkili Ankara Bölge İdare Mahkemesi 13. İdari Dava Dairesinin yetkisi şu şekilde belirlenmiştir:
 
168-    Böylece hem ilk derece mahkemeleri (Ankara 19, 20, 21 ve 22. İdare mahkemeleri) hem de ikinci derece mahkemesi uyuşmazlık doğduktan sonra HSK kararı ile kurulmuş olup, bu durum kanunla önceden kurulmuş mahkeme önünde yargılanma hakkını açıkça ihlal eder. Ayrıca, ilk derece mahkemesinde olduğu gibi, istinaf mahkemesi kararında da, dosyada yer almayan, davacıya sunulup görüşlerinin alınmadığı “gizli MGK kararları” ve diğer bazı bilgi ve belgelere dayanılmış olup, bu uygulama çekişmeli yargılama ve silahların eşitliği ilkelerini ihlal etmiştir. Belirtilen tüm bu nitelikler bir mahkemenin ve yargılamanın olmazsa olmaz nitelikleri arasındadır. AİHM’ye göre, “bağımsız olmayan bir organ “mahkeme” sıfatının kullanmasını dahi hak etmez” (Beaumartin v. France). Kanunla önceden kurulmuş, bağımsız ve tarafsız olmayan bir organca, çekişmeli yargılama ve silahların eşitliği ilkelerine aykırı olarak verilen karar nedeniyle davacının adil yargılanma hakkı (AİHS m. 6 § 1) ihlal edilmiştir.
169-    j-) Gerekçeli karar hakkı: İstinaf dilekçesinde belirtildiği gibi, ilk derece mahkemesi kararı gerekçeli karar hakkının gereklerine aykırı olduğu gibi,  ikinci derece mahkemesi kararı da bu hakkın gereklerini ihlal etmiştir. İstinaf dilekçesinde ileri sürülen ve davanın sonucunu esastan etkileyecek nitelikte olan birçok hukuka aykırılık ve argüman, Bölge idare mahkemesince hiçbir şekilde incelenmeden talep reddedildiği için somut olayda gerekçeli karar hakkı (AİHS m. 6 § 1) ikinci derece mahkemesince de ihlal edilmiştir. Bir kısmı yukarıda belirtilen argümanlardan bazıları şunlardır: “OHAL dönemindeki işlemler geçici olup, OHAL KHK’ları ile kalıcı tedbirler alınamaz; KHK ile terör örgütü üyesi ilan edilerek kamu görevinden çıkarmanın masumiyet karinesi ihlal ettiği, OHAL durumunda dahi bu hakkın ihlali yasaklandığı için dava konusu işlem Anayasanın 15. Maddesine açıkça aykırıdır. Suç ve cezaların geçmişe yürümezliği ilkesi de Anayasanın 15. Maddesi uyarınca OHAL durumunda dahi ihlal edilemez; oysa davacıya sonradan çıkarılan KHK ile ceza hukuku anlamında bir ceza (Matyjek v. Poland) verilmiş; işlendiği zaman yasal olan faaliyetler bahse konu cezaya dayanak yapılmıştır. Cezalandırmaya dayanak olan KHK 30 gün içerisinde TBMM tarafından onaylanmadığı için, kamu görevinden çıkarma işleminin yasal dayanağı yoktur. Aynı suçlama ile iki ayrı cezaya mahkûm edilme non bis in idem ilkesini ihlal etmiştir. Anayasanın 38 § 3 hükmünde korunan, “Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur” ilkesi ihlal edilmiştir. Anayasanın 70. Maddesindeki hüküm 150 000’den fazla kişi için bir KHK ile tamamen yürürlükten kaldırılmış olup, bu durum 70. Maddede korunan hakkın özünü değil, hakkı kökünden yok etmiştir. Sivil ölüm oluşturur şekilde kamu görevinden çıkarılma cezasına mahkûm edilmenin ölçülü olduğu iddiası akla aykırıdır. Kullanılan delillerin tamamı, KHK ile kamu görevinden çıkarıldıktan sonra toplanmış olup, sonradan elde edilen deliller (yasal faaliyetler) önceki kararı hukuka uygun yapmaz. KHK ile kamu görevinden çıkarma işlemi hiçbir somut delile dayanmadan alınmış keyfi bir karardır. Yasa dışı delillere dayalı olarak OHAL Komisyonunca ve idare mahkemesince başvuru ve dava reddedilmiş olup bu durum Anayasanın 38 § 6 hükmünü yok sayma anlamına gelir. Ayrıca dava konusu “ceza”, Anayasanın 15 ve 121; 6 § 3, 9, 15 ve 38 § 4; 2, 11, 138 ve 141; 13, 70, 129 ve 130; 37, 138 ve 142 hükümlerine aykırıdır. Tüm bu ve yukarıda belirtilen ve davanın sonucunu esastan etkileyecek olan birçok argüman ile insan hakları ihlalleri idare ve Bölge idare mahkemelerince incelenmeden dava ve istinaf talebi reddedildiği için, ilk ve ikinci derece mahkemelerinin kararları gerekçeli karar hakkını (AİHS m. 6 § 1) ihlal etmiştir. Aynı durum insan hakları ihlalleri açısından da geçerlidir. Dava ve istinaf dilekçesinde detaylı olarak açıklanan insan hakları ihlallerinin büyük çoğunluğu da ilk ve ikinci derece mahkemelerince hiçbir şekilde incelenmeden (OHAL Komisyonu da hiçbir şekilde incelememiştir.) dava ve talep reddedilmiştir. Komisyon kararı da bu nedenle iptal edilmesi gerekirken iptal edilmemiş ve bu husus dava ve istinaf dilekçelerinde yazılmasına rağmen idare ve Bölge idare mahkemelerince hiçbir şekilde dikkate alınmadan dava ve talep reddedildiği için, gerekçeli karar hakkı bu nedenlerle de ihlal edilmiştir.
170-    Diğer insan hakları ihlalleri, istinaf mahkemesi kararının değerlendirilmesi başlığı altında, kullanılan her bir delil çerçevesinde ayrıca ifade edilmiş olup, tekrardan kaçınmak için burada ayrıca belirtilmeyecektir.
171-    İlk ve ikinci derece mahkemelerinin kararlarında dayanılan (bazıları gizli) birçok bilgi, belge ve delil (MGK kararları, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi, ByLock’a ilişkin verilerin yer aldığı hard disk ve flaş bellek gibi) davacıya tebliğ edilerek, kendisine makul süre, imkân ve kolaylıklar sağlanıp görüşleri alınmadan karar verildiği için çekişmeli yargılama ve silahların eşitliği ilkelerine açıkça aykırı bir yargılama yapılarak karar verilmiştir. Bir yargılamanın olmazsa olmazları arasında olan bu iki ilkeye aykırı bir karar yargı kararı olamaz.
172-    Mahkeme kararında dayanılan bilgi, belge ve delillerin büyük çoğunluğu (ByLock, Bank Asya, Dernek/sendika üyeliği, gazete aboneliği gibi), hiçbir mahkeme kararı olmadan elde edilip kullanıldığı için yasa dışı delil niteliğindedir. Anayasanın amir hükmü yasaklamasına rağmen (AY m. 38 § 6), bahse konu kanuna aykırı elde edilmiş delil unsurlarına dayalı karar Anayasaya aykırıdır. Anayasanın idari yargı organlarını da bağladığında en küçük kuşku yoktur.
173-    OHAL Komisyonu başvuru dilekçesinde ileri sürülen insan hakları ihlalleri giderilmeden reddedilen başvuru, özellikle bu açıdan hukuka aykırı olup, iptali gerekirken, bu yönde açılan iptal davasının ve istinaf talebinin reddedilmesi birçok açıdan Anayasa ve AİHS’ye aykırıdır. KHK’nın yayınlanması ile yaşanmış ve tamamlanmış ihlallerin tanınıp giderilmesi, eski hale getirilmesi ve/veya tazmin edilmesi gerekirken, bunların hiçbiri yapılmadığı için Anayasa ve AİHS’de korunan birçok hak ve özgürlük ihlal edilmiştir; ihlaller yaşanmış olmasına ve devam etmesine rağmen idare ve Bölge idare mahkemesi davayı ve talebi reddederek bu ihlalleri gidermemiştir. Hukuka açıkça aykırı olan dava konusu “ceza”, OHAL Komisyonu tarafından kaldırılıp insan hakları ihlalleri giderilmediği gibi, ilk ve ikinci derece idari yargı organlarınca da bu ihlaller incelenip giderilmemiştir. Yukarıda açıklanan nedenlerle birçok açıdan hukuka (AİHS, BM MSHS ve Anayasa’ya) açıkça aykırı olan temyize konu karar bozulmalı ve insan hakları ihlalleri tespit edilerek, bu ihlaller tüm sonuçları ile giderilmelidir.

SONUÇ VE TALEP        : Yukarıda açıklanan nedenler ve re'sen dikkate alınacak sair bozma nedenleri ile; 
174-    Ankara Bölge İdare Mahkemesi’nin .../.../ 2019 tarih ve 2018/… Esas, 2019/… Karar Sayılı İstinaf Talebinin Reddi kararının BOZULMASINA,
175-    Yargılama giderleri ile, ileride vekil ile temsil edilmem halinde avukatlık ücretinin davalı tarafa yükletilmesine karar verilmesini arz ve talep ederim. .../…/ 2019. 
                                     

Temyiz Yoluna Başvuran Davacı 

İmza


VardırBirHayr

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş

     DANIŞTAY İLGİLİ DAİRESİ BAŞKANLIĞI’NA Sunulmak Üzere ….. NÖBETÇİ İDARE MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI’ NA

       “ADLİ YARDIM TALEPLİDİR!”

DAVACI : …….. (T.C: …….)

ADRESİ :

DAVALI : T.C. BAŞBAKANLIĞI/ANKARA

KONU : 01.09.2016 tarihli mükerrer Resmi Gazetede yayımlanan Bakanlar Kurulu Kararı ile tesis edilen 15.08.2016 tarihli 672 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 2. Maddesi ile şahsımın memuriyetten çıkarılmasına dair işlemin iptali (1 No’lu Ek) ile bu işlem sebebi ile uğradığım zararımın tazmini talebidir.

TEBLİĞ TARİHİ : İlgili KHK kapsamındaki düzenlemeye göre tebliğ edilmemiş olup yayım tarihi itibarıyla tebliğ edilmiş sayılmıştır. Bu tarihe göre 01.09.2016’dır.

AÇIKLAMALAR :

OLAYLAR

1. Ben .......... Üniversitesi .......... Fakültesi .......... Bölümünden .......... yılında mezun oldum. .......... yılından bu yana Devlet Memuru olarak .......... kadrosunda çalışmaktaydım. En son .......... İli ..........İlçesi’nde veya .......... (kurumunda) görev yapıyordum. (BURAYA KISACA ÖZGEÇMİŞ YAZILABİLİR)

2. Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini ve temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik Devletimize ve milletimize karşı 15 Temmuz 2016 tarihinde menfur bir darbe girişimi başlatılmış ancak aziz milletimizin demokrasiye sahip çıkması ile bu girişim başarısız olmuştur.

3. Menfur darbe girişimi neticesinde kamu düzeni ve güvenliğinin hızlı ve etkili bir şekilde tesis edilmesi için Anayasa’nın 120. Maddesi ile 25.10.1983 tarihli ve 2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanunun 3. Maddesinin birinci fıkrasının (b) bendine göre, 20.07.2016 tarihli ve 2016/9064 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla ülke genelinde 21.07.2016 Perşembe günü saat 01:00’dan itibaren doksan (90) gün süreyle olağanüstü hal ilan edilmiştir.

4. 1116 sayılı Ülke Genelinde Olağanüstü Hal İlanına Dair Karar, TBMM Genel Kurulu’nun 21.07.2016 tarihli 117. Birleşiminde onaylanmıştır.

5. OHAL ilanıyla birlikte Bakanlar Kurulu peşi peşine KHK’ler yayımlamaya başlamıştır.

6. Bu kapsamda; 01.09.2016 tarihli Mükerrer Resmi Gazetede yayımlanan 15.08.2016 tarihli 672 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin “Kamu personeline ilişkin tedbirler” başlıklı maddesi şöyledir:

“Kamu personeline ilişkin tedbirler

MADDE 2- (1) Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan;

a) Ekli (1) sayılı listede yer alan kişiler kamu görevinden,

b) Ekli (2) sayılı listede yer alan kişiler Emniyet Genel Müdürlüğü teşkilatından,

c) Ekli (3) sayılı listede yer alan kişiler Jandarma Genel Komutanlığı teşkilatından,

ç) Ekli (4) sayılı listede yer alan kişiler Sahil Güvenlik Komutanlığı teşkilatından,

başka hiçbir işleme gerek kalmaksızın çıkarılmıştır. Bu kişilere ayrıca herhangi bir tebligat yapılmaz. Haklarında ayrıca özel kanun hükümlerine göre işlem tesis edilir.

(2) Birinci fıkra gereğince kamu görevinden, Emniyet Genel Müdürlüğü teşkilatından, Jandarma Genel Komutanlığı teşkilatından ve Sahil Güvenlik Komutanlığı teşkilatından çıkarılan kişilerin, mahkûmiyet kararı aranmaksızın, rütbe ve/veya memuriyetleri alınır ve bu kişiler görev yaptıkları teşkilata yeniden kabul edilmezler; bir daha kamu hizmetinde istihdam edilemezler, doğrudan veya dolaylı olarak görevlendirilemezler; bunların uhdelerinde bulunan her türlü mütevelli heyet, kurul, komisyon, yönetim kurulu, denetim kurulu, tasfiye kurulu üyeliği ve sair görevleri de sona ermiş sayılır. Bunların silah ruhsatları, gemi adamlığına ilişkin belgeleri ve pilot lisansları iptal edilir ve bu kişiler oturdukları kamu konutlarından veya vakıf lojmanlarından onbeş gün içinde tahliye edilir. Bu kişiler özel güvenlik şirketlerinin kurucusu, ortağı ve çalışanı olamazlar. Bu kişiler hakkında ilgili bakanlık ve kurumlarca ilgili pasaport birimine derhal bildirimde bulunulur. Bu bildirim üzerine ilgili pasaport birimlerince pasaportlar iptal edilir.

(3) Birinci fıkra kapsamında kamu görevinden çıkarılanlar, varsa uhdelerinde taşımış oldukları büyükelçi, vali gibi unvanları ve müsteşar, kaymakam ve benzeri meslek adlarını ve sıfatlarını kullanamazlar ve bu unvan, sıfat ve meslek adlarına bağlı olarak sağlanan haklardan yararlanamazlar.”

7. Söz konusu maddede geçen listenin ekinde yer alan “..... nolu Liste”nin .... sayfasında ..... satırında, şahsımın da ismi yer almaktadır. Bu şekilde hakkımda memuriyetten çıkarma işlemi yapılmıştır.

8. Mezkur KHK ile varlığı henüz hiçbir mahkeme kararı ile saptanmayan ve benim ne ilgim olduğu belirtilmeden bir terör örgütüne aidiyetim, iltisakım veya irtibatım olduğu iddia edilmiş olup hiçbir somut delil ve gerekçe sunulmaksızın meslekten çıkarıldım. Hiçbir geçerli sebebe ve somut delillere dayanmayan bu işlem Anayasamıza ve AİHS’ne aykırıdır.

9. Bugüne kadar tarafıma hakkımda ihraca gerekçe olan yapı, oluşum veya gruplara mensubiyetimin, iltisakımın veya irtibatımın ne olduğu, nasıl olduğu açıklanmamış, söylenmemiştir. Bugüne kadar yasadışı hiçbir oluşum içerisinde olmama rağmen, hukuka aykırı olarak işlem tesis edilmiştir.

BOZMA VE HUKUKA AYKIRILIK NEDENLERİ

01.09.2016 tarihli mükerrer Resmi Gazetede yayımlanan Bakanlar Kurulu Kararı ile tesis edilen 15.08.2016 tarihli 672 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 2. Maddesi ile şahsımın memuriyetten çıkarılmasına dair işlemin anayasaya aykırılık hali bulunması sebebiyle sebebiyle, öncelikle AYM’ye iptal başvurusu yapılması ve bu talebim kabul edilmeyecek olursa, mezkur işlemin hukuka aykırı olarak tesis edilmesi sebebiyle iptali gerekmektedir.

Sayın Başkanlığınıza tarafımızca sunulmakta olan dilekçemde; “ÖZET” bölümünde, davalı idare tarafından tesis edilen işlemin konusu ve hukuka aykırı yönlerine değinilmiş; daha sonra ise, dava konusu kararın hukuka aykırı yönleri Usul ve Esas açısından detaylıca izah edilmiştir.

ÖZET

1- Son görev yerim …. Okulu’dur.

2- Mezkur KHK ile özel bir düzenleme yapılarak Tebligat Kanunu’na aykırı tebliğ işlemi öngörülmüş olup idare, Anayasayı ihlal dâhil daha birçok suçun işlenmesine sebebiyet vermiştir.

3- Hakkımdaki “Meslekten Çıkarma” kararı verilmeden önce, savunmam alınmamış ve böylelikle temel haklardan olan savunma hakkım ihlal edilmiştir.

4- İlgili işlemde yer alan isnatların konusu da tarafıma bildirilmemiş olup basına yansıdığı haliyle;

• Bank Asya’da hesabının bulunmasının,

• Sendikalara üye olmanın,

• Çocuklarını bu yapı ile irtibatlı okullarda okutmanın,

işlem gerekçesi yapıldığı anlaşılmaktadır.

Bu iddiayla ilgili beyanlarım aşağıda ayrıntılı olarak açıklanmıştır;

• İlk olarak; Basında yer alan haberlerde belirtilen kriterlerin hiçbiri tarafıma uymamaktadır: 17/25 Aralık sürecinden önce ve/veya sonra Bank Asya’da hesabım hiç olmadı. Bu yapı ile irtibatlı olduğu ifade edilen sendikalara üye olmadım. Çocuklarım bu yapı ile irtibatlı okullarda hiçbir zaman okumadı.

• İkinci husus; bu kriterlerin, bu işleme dayanak yapılması açıkça hukuka aykırıdır. İlgili devlet kurumlarının izni ve onayı ile kurulan ve faaliyetlerine devam eden bu kurumlarla ilişki içinde olmak suç eylem kabul edilemez. Eğer bu kurumlar Anayasal düzeni tehdit eden, Anayasal düzen için tehlike veya sakınca oluşturan kurumlar idiyse, neden faaliyetlerine izin verilmiştir? Bu kurumların kapatılması işlemi dahi, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra olmuştur. O tarihe kadar devlet organları dahi bu kurumlar bakımından herhangi bir sakınca veya tehlike görmemiştir.

• Üçüncü husus; salt Anayasal bir hak olan Sendika Üyeliğimin ve Hukuki Güvenlik ve İstikrar hakkı kapsamında banka hesabımın olmasının suç eylemi olarak değerlendirilmesi açık bir hukuksuzluktur. Aynı şekilde bugüne kadar hiçbir suç eylemine veya disiplin sürecine muhatap olmamış olan şahsımın, sanki darbe girişiminin bir parçasıymışım gibi bir işleme tabi tutulmam, suçların ve cezaların şahsiliği ilkesine de aykırıdır. Ben darbe girişiminin aktörü değil mağduruyum.

5- Bu bağlamda, hiçbir terör örgütüne veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliğim, mensubiyetim, iltisakım yahut bunlarla irtibatım kesinlikle bulunmamakta olup, bu sebeple kamu görevinden çıkarılmama ilişkin işlem açıkça hukuka aykırıdır.

6- Mezkur işlemin konu edildiği KHK’nın tüm safahatları da usul hatalarına sahne olmuş, hukuka ve yargıya olan güvenin bir kez daha sarsılmasına neden olmuş ve adil yargılanma gibi temel hak ve hürriyetlerin sorumsuzca yapılan düzenlemeler ile ortadan kaldırıldığına tanıklık edilmiştir.

7- Dava konusu işlem Anayasa’ya aykırı olduğu gibi, Şekil, Konu, Yetki ve Maksat unsurları açısından da sakattır ve iptal edilmesi gerekmektedir.

A. USUL AÇISINDAN BEYANLAR

1 Gerek mezkur KHK’nın Bütünü ve Gerekse İlgili İşlemi Düzenleyen Hükmü Anayasa'ya Aykırıdır.

Öncelikle Bakanlar Kurulu tarafından yayımlanarak yürürlüğe giren 672 ( !!!!! HANGİ KHK İLE ÇIKARILMIŞSAK ONU YAZALIM!!!!!!!!) sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin Anayasa’ya aykırılığına ilişkin iddialarımız dile getirilecektir.

a. Mezkur KHK, OHAL KHK’sı Mahiyetinde Olmadığından Anayasa'ya Aykırıdır

Dava konusu işlem Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararnamesi hükümlerine göre tesis edilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın, şiddet olaylarının yaygınlaşması ve kamu düzeninin ciddî şekilde bozulması sebepleriyle olağanüstü hal ilânının düzenlendiği 120. maddesinde, Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddî belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddî şekilde bozulması hallerinde, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Milli Güvenlik Kurulu’nun da görüşünü aldıktan sonra yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde, süresi altı ayı geçmemek üzere olağanüstü hal ilân edebileceği, 121. maddesinde ise Anayasanın 119 ve 120. maddeleri uyarınca olağanüstü hal ilânına karar verilmesi durumunda, bu kararın Resmî Gazetede yayımlanacağı ve hemen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onayına sunulacağı, Türkiye Büyük Millet Meclisi tatilde ise derhal toplantıya çağırılacağı, Meclis’in, olağanüstü hal süresini değiştirebileceği, Bakanlar Kurulu’nun istemi üzerine, her defasında dört ayı geçmemek üzere, süreyi uzatabileceği veya olağanüstü hali kaldırabileceği, 119. madde uyarınca ilân edilen olağanüstü hallerde vatandaşlar için getirilecek para, mal ve çalışma yükümlülükleri ile olağanüstü hallerin her türü için ayrı ayrı geçerli olmak üzere, Anayasa’nın 15. maddesindeki ilkeler doğrultusunda temel hak ve hürriyetlerin nasıl sınırlanacağı veya nasıl durdurulacağı, halin gerektirdiği tedbirlerin nasıl ve ne suretle alınacağı, kamu hizmeti görevlilerine ne gibi yetkiler verileceği, görevlilerin durumlarında ne gibi değişiklikler yapılacağı ve olağanüstü yönetim usulleri, Olağanüstü Hal Kanunu’nda düzenleneceği, olağanüstü hal süresince, Cumhurbaşkanı’nın başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nun, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda, kanun hükmünde kararnameler çıkarabileceği, Bu kararnamelerin, Resmî Gazetede yayımlanacağı ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onayına sunulacağı hükme bağlanmıştır.

Darbe girişiminin bastırıldığı 16.07.2016 tarihinden OHAL’in ilan edildiği 24.07.2016 tarihine kadar, yaklaşık otuz küsur yıldır bu milletin baş belası olan bölücü terör örgütü ve evvelce de terör eylemleri gerçekleştiren tescilli sair örgütlerin eylemleri devam etmekle birlikte, ülke genelinde rutin asayiş olayları dışında kamu düzenini bozan ve darbe teşebbüsü ile iltisaklandırılabilecek hiçbir karışıklık/karmaşa/kalkışma/şiddet/yaygın şiddet olayı yaşanmamıştır. Bu halde gerekçesiz bir şekilde OHAL ilan edilmesi Anayasa’nın 120. maddesine aykırıdır.

Ancak, OHAL şartlarının oluştuğu varsayılsa bile;

Anayasa’nın Temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması başlıklı 15. maddesinde, Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlâl edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabileceği veya bunlar için Anayasa’da öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabileceği, birinci fıkrada belirlenen durumlarda da, savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında, kişinin yaşama hakkına, maddî ve manevî varlığının bütünlüğüne dokunulamayacağı; kimsenin din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağı ve bunlardan dolayı suçlanamayacağı; suç ve cezalar geçmişe yürütülemeyeceği; suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimsenin suçlu sayılamayacağı düzenlemesine yer verilmiştir.

Anayasa’da, Anayasa Mahkemesi’nin görevlerinin düzenlendiği 148. maddede, Anayasa Mahkemesi’nin, kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün Anayasa’ya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetleyeceği ve bireysel başvuruları karara bağlayacağı, Anayasa değişikliklerini ise sadece şekil bakımından inceleyeceği ve denetleyeceği, ancak, olağanüstü hallerde, sıkıyönetim ve savaş hallerinde çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin şekil ve esas bakımından Anayasa’ya aykırılığı iddiasıyla, Anayasa Mahkemesi’nde dava açılamayacağı belirtilmiştir.

Anayasa’nın 121. maddesinde; olağanüstü hallerin her türü için ayrı ayrı geçerli olmak üzere, Anayasa’nın 15. maddesindeki ilkeler doğrultusunda temel hak ve hürriyetlerin nasıl sınırlanacağı veya nasıl durdurulacağı, halin gerektirdiği tedbirlerin nasıl ve ne suretle alınacağı, kamu hizmeti görevlilerine ne gibi yetkiler verileceği, görevlilerin durumlarında ne gibi değişiklikler yapılacağı ve olağanüstü yönetim usullerinin Olağanüstü Hal Kanunu’nda düzenlenmesi kuralı doğrultusunda hazırlanan Olağanüstü Hal Kanunu 27.10.1983 tarihli Resmi Gazetede yayımlanmış ve yayımlandığı tarihte de yürürlüğe girmiştir.

Olağanüstü Hal Kanunu’nun 4. maddesinde, olağanüstü hal süresince, Cumhurbaşkanı’nın başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nun, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda Anayasa’nın 91. maddesindeki kısıtlamalara ve usule bağlı olmaksızın, kanun hükmünde kararnamemeler çıkarabileceği belirtildikten sonra şiddet hareketlerinde alınacak tedbirler:

"Madde 11 – Bu Kanunun 3 üncü maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi gereğince olağanüstü hal ilanında; genel güvenlik, asayiş ve kamu düzenini korumak, şiddet olaylarının yaygınlaşmasını önlemek amacıyla 9 uncu maddede öngörülen tedbirlere ek olarak aşağıdaki tedbirler de alınabilir:

a) Sokağa çıkmayı sınırlamak veya yasaklamak,

b) Belli yerlerde veya belli saatlerde kişilerin dolaşmalarını ve toplanmalarını, araçların seyirlerini yasaklamak,

c) Kişilerin; üstünü, araçlarını, eşyalarını aratmak ve bulunacak suç eşyası ve delil niteliğinde olanlarına el koymak,

d) Olağanüstü hal ilan edilen bölge sakinleri ile bu bölgeye hariçten girecek kişiler için kimlik belirleyici belge taşıma mecburiyeti koymak,

e) Gazete, dergi, broşür, kitap, el ve duvar ilanı ve benzerlerinin basılmasını, çoğaltılmasını, yayımlanmasını ve dağıtılmasını, bunlardan olağanüstü hal bölgesi dışında basılmış veya çoğaltılmış olanların bölgeye sokulmasını ve dağıtılmasını yasaklamak veya izne bağlamak; basılması ve neşri yasaklanan kitap, dergi, gazete, broşür, afiş ve benzeri matbuayı toplatmak,

(Ek alt bent: 9/4/1990 - KHK - 413/1 md.; Mülga: 9/5/1990 - KHK - 424/12 md.)

f) Söz, yazı, resmi, film, plak, ses ve görüntü bantlarını ve sesle yapılan her türlü yayımı denetlemek, gerektiğinde kayıtlamak veya yasaklamak,

g) Hassasiyet taşıyan kamuya veya kişilere ait kuruluşlara ve bankalara, kendi iç güvenliklerini sağlamak için özel koruma tedbirleri aldırmak veya bunların artırılmasını istemek,

h) Her nevi sahne oyunlarını ve gösterilen filmleri denetlemek, gerektiğinde durdurmak veya yasaklamak,

i) Ruhsatlı da olsa her nevi silah ve mermilerin taşınmasını veya naklini yasaklamak,

j) Her türlü cephaneler, bombalar, tahrip maddeleri, patlayıcı maddeler, radyoaktif maddeler veya yakıcı, aşındırıcı, yaralayıcı eczalar veya diğer her türlü zehirler ve boğucu gazlar veya benzeri maddelerin bulundurulmasını, hazırlanmasını, yapılmasını veya naklini izne bağlamak veya yasaklamak ve bunlar ile bunların hazırlanmasına veya yapılmasına yarayan eşya, alet veya araçların teslimini istemek veya toplatmak,

k) Kamu düzeni veya kamu güvenini bozabileceği kanısını uyandıran kişi ve toplulukların bölgeye girişini yasaklamak, bölge dışına çıkarmak veya bölge içerisinde belirli yerlere girmesini veya yerleşmesini yasaklamak, (Ek alt bent: 9/4/1990 - KHK - 413/2 md.; Mülga: 9/5/1990 - KHK - 424/12 md.)

l) Bölge dahilinde güvenliklerinin sağlanması gerekli görülen tesis veya teşekküllerin bulunduğu alanlara giriş ve çıkışı düzenlemek, kayıtlamak veya yasaklamak,

m) Kapalı ve açık yerlerde yapılacak toplantı ve gösteri yürüyüşlerini yasaklamak, ertelemek, izne bağlamak veya toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin yapılacağı yer ve zamanı tayin, tespit ve tahsis etmek, izne bağladığı her türlü toplantıyı izletmek, gözetim altında tutmak veya gerekiyorsa dağıtmak,

n) (Ek: 14/11/1984 - 3076/1 md.) İşçinin isteği, ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller, sağlık sebepleri, normal emeklilik ve belirli süresinin bitişi nedeniyle hizmet aktinin sona ermesi veya feshi dışında kalan hallerde işçi çıkartmalarını işverenin de durumunu dikkate alarak üç aylık bir süreyi aşmamak kaydıyla izne bağlamak veya ertelemek,

o) (Ek: 14/11/1984 - 3076/1 md.) Dernek faaliyetlerini; her dernek hakkında ayrı karar almak ve üç ayı geçmemek kaydıyla durdurmak,

ö) (Ek: 14/11/1984 - 3076/1 md.; Değişik: 9/4/1990 - KHK -413/3 md.; Mülga: 9/5/1990 - 424/12 md.; Yeniden düzenleme: 9/5/1990 - KHK - 425/1 md.; İptal: Ana. Mah.nin 10/1/1991 tarih ve E.1990/25,K.1991/1 sayılı kararıyla.)

p) (Ek: 25/7/1986 - KHK - 259/2 md.; değiştirilerek kabul: 3/9/1986 - 3310/2 md.) Anayasanın 121 inci maddesine göre, olağanüstü halin ilanına veya devamına sebep olan hallerin Türkiye Cumhuriyeti sınırları ve mücavir yurt bölgelerimiz üzerinde cereyan etmesi ve eylemcilerin eylemlerini müteakip komşu ülke topraklarına sığındıklarının tespit edilmesi durumunda, ilgili komşu ülke ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti arasında varılacak mutabakat çerçevesinde, valinin talebi üzerine ilgili komutan, eylemcileri ele geçirmek veya tesirsiz hale getirmek maksadı ile, her defasında Genelkurmay Başkanlığı kanalı ile Hükümetin müsaadesi tahtında, ihtiyaca göre, Kara, Hava veya Deniz Kuvvetleri unsurları ile mahdut hedefli sınır ötesi harekat planlayıp icra etmek.”

şeklinde sayılmıştır.

Anayasa’daki bu düzenlemeler bir arada değerlendirildiğinde asıl olanın olağan durum olduğu, olağanüstü halin istisnai bir hal olduğu ve geçici olduğu, bu geçici durumdan olağan hale dönebilmek için halin gerektirdiği tedbirlerin Anayasa’nın 15. maddesi ile belirlenen ölçülere bağlı kalınarak alınabileceği, bu geçicilik ve sınırlılık sebebiyledir ki olağanüstü hallerde çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin şekil ve esas bakımından Anayasa’ya aykırılığı iddiasıyla, Anayasa Mahkemesi’nde dava açılmasına Anayasa yapıcı tarafından gerek duyulmadığı sonucuna ulaşılmıştır.

Bu değerlendirmenin ruhuna uygun olarak Yasama yetkisinin asıl sahibi Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından ihdas edilen ve yukarıda ilgili maddelerine yer verilen 2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanunu çıkarılmıştır ve halen yürürlüktedir. Bu düzenlemenin tamamında bir geçiciliğin olduğu bellidir. Ölçülüdür, bir diğer ifade ile Anayasanın 15. maddesinde belirlenen sınırlamalara riayet edilmiştir ve halin gereklerine uygundur.

Bu niteliklere sahip olmayan bir olağanüstü hal kararnamesi çıkarılamaz. Çıkarılması durumunda Bakanlar Kurulu konu bakımından yetkisini aşmış ve dolayısıyla Anayasa’dan alınmayan bir yetki kullanıldığından Anayasa ihlal edilmiş olacaktır.

Yetkisizce, Anayasa’ya ve hukuka aykırı olarak çıkarılan, hele hele de geçici olmayan ve ileriye dönük kalıcı sonuçlar bile doğuran böyle bir olağanüstü hal kararnamesinin Anayasa’ya aykırılığı 148. madde hükmü gereği ileri sürülemeyecek midir ?

Bu hususun değerlendirmesini Anayasa Mahkemesi; Ana muhalefet Partisi tarafından 9.5.1990 günlü, 424 sayılı Şiddet Olaylarının Yaygınlaşması ve Kamu Düzeninin Ciddi Şekilde Bozulması Sebebine Dayalı Olağanüstü Halin Devamı Süresince Alınacak İlave Tedbirlere İlişkin Kanun Hükmünde Kararname’nin 1., 2., 3., 4., 5., 6., 7., 8., 9., 10., 11. ve 12. maddeleri ile 9.5.1990 günlü, 425 sayılı 2935 Sayılı Kanun ile 285 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’in 1., 2-, 3., 4. ve 5. maddelerinin Anayasa’nın 2., 5., 6., 7., 13., 15., 23., 28., 29., 38., 91., 103., 104., 120., 121. ve 148. maddelerine aykırılığı savıyla iptalleri istemiyle açılan iptal davası hakkında verdiği 10.1.1991 tarih ve E:1990/25, K:1991/1 sayılı kararında yapmıştır.

Mezkur Anayasa Mahkemesi kararında;

"Anayasa Mahkemesi Anayasa’ya uygunluk denetimi için önüne getirilen ve yasama veya yürütme organı tarafından yürürlüğe konulan düzenleyici işlemin hukuksal nitelemesini yapmak zorundadır. Çünkü, Anayasa Mahkemesi, denetlenmesi istenilen metine verilen adla kendisini bağlı sayamaz. Bu nedenle, Anayasa Mahkemesi "olağanüstü hal KHK’si" adı altında yapılan düzenlemelerin Anayasa’nın öngördüğü ve Anayasa’ya uygunluk denetimine bağlı tutmadığı gerçekten bir "olağanüstü hal KHK’si" niteliğinde olup olmadıklarını incelemek ve bu nitelikte görmediği düzenlemeler yönünden Anayasa’ya uygunluk denetimi yapmak zorunda" olduğunu,

"Olağanüstü Hal Yasası ülkenin tümü için çıkarılmış genel nitelikte bir yasadır. Bu yasa ve öngördüğü önlemler herhangi bir zamanda ve herhangi bir yerde veya ülkenin tümünde olağanüstü hal ilân edildiğinde kendiliğinden uygulamaya konulur. Anayasa’nın 121. maddesinin öngördüğü KHK’ler yalnızca, olağanüstü hal süresince ve olağanüstü hal bölgesinde uygulanmak üzere ve olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda düzenlemeler yapan KHK’lerdir. Ancak, bu koşullan taşıyan KHK kurallarına karşı Anayasa’nın 148. madde hükmü gereğince biçim ve öz yönlerinden Anayasa’ya aykırılık savı ile dava açılamaz. KHK ile yürürlüğe konulan kural, olağanüstü halin gerekli kıldığı konuya ilişkin olsa bile başka bir zamanda veya başka bir yerde olağanüstü hal ilân edilmesi durumunda yürürlüğe girebiliyorsa, başa bir anlatımla, kural konulmasına neden olan olağanüstü halin sona ermesine karşın geçerliliğini yitirmeyip yürürlüğünü sürdürüyorsa olağanüstü hal KHK kuralı sayılamazlar. Olağanüstü hal KHK kuralı niteliğinde görülmeyen kurallar ise Anayasa’ya uygunluk denetimi kapsamına" gireceğini,

"Olağanüstü hal KHK’leri olağanüstü hal ilân edilen yerlerde ve olağanüstü hal süresince uygulanacak olmaları nedeniyle bu tür KHK’lerle yasalarda değişiklik yapılamaz. Tersi durumda olağanüstü hal ilân edilen bölgenin dışına tasma ve olağanüstü halin sona ermesine karşın kuralın yürürlüğünü koruması söz konusu olacaktır. Diğer yönden Anayasa’nın 121. maddesinin ikinci fıkrasında olağanüstü hal yasasında düzenlenecek konular açıkça belirtilmiştir. Bu nedenle olağanüstü hal yasasında yapılacak bir değişikliğin mutlaka yasayla yapılması zorunludur. Olağanüstü Hal Yasası ile bunda değişiklik yapan yasalar Anayasa’ya uygunluk denetimine bağlıdırlar. Oysa, yasayla, düzenlenmesi gereken konuların olağanüstü hal KHK’leri ile düzenlenmesi Anayasa’ya uygunluk denetiminin dışına çıkma sonucunu doğurur. Bu ise Anayasa’nın temelini oluşturan hukuk devleti ilkesiyle" bağdaşmayacağını belirtmiş ve hüküm fıkrasında

" 1- 2935 sayılı Yasa’nın 11. maddesinin (ö) bendini, 33. ve Ek 1. maddelerini yeniden düzenleyen 1., 2. ve 3. maddelerinin Anayasa’nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasında çıkarılabileceği ve 148. maddesinin birinci fıkrasında da biçim ve öz yönlerinden Anayasa’ya aykırılığı savıyla dava açılamayacağı öngörülen KHK kuralları niteliğinde olmadıklarına ve Anayasa’ya aykırı olduklarından İPTALİNE,

2- 10.7.1987 günlü, 285 sayılı KHK’nin 4. maddesinin ikinci fıkrasının (g) bendini ve 7. maddesini yeniden düzenleyen 4. maddesiyle yine bu KHK’nin 5. maddesinin 24.7.1987 günlü, 287 sayılı KHK ile değişik beşinci fıkrasını değiştiren 5. maddesi, Anayasa’nın 11. maddesi üçüncü fıkrasında çıkartılabileceği ve 148. maddesinde biçim ve öz yönlerinden Anayasa’ya aykırılığı savıyla Anayasa Mahkemesi’ne dava açılamayacağı öngörülen KHK kuralı niteliğinde olduğundan bu maddelere yönelik iptal isteminin yetkisizlik nedeniyle REDDİNE "

karar vermiştir ( Önemle belirtelim ki Anayasa Mahkemesinin iptal ettiği kurallardan birisi KHK ile getirilen ve YÜRÜTMENİN DURDURULAMASI KARARI VERİLEMEYECEGİNE ilişkin düzenlemedir.

Anayasa Mahkemesi’nin kararı değerlendirildiğinde şu sonuçlara ulaşabiliriz.

1) OHAL’in gerekli kıldığı konularda çıkarılmayan kararnameler OHAL KHK’si sayılamazlar ve bunlar hakkında AYM’ye iptal davası açılabilir.

2) OHAL KHK’leri sadece OHAL süresince geçerlidir. OHAL kalkınca bunlar da kendiliğinden yürürlükten kalkar. OHAL’in veya sıkıyönetimin gerekli kıldığı konularda çıkartılan KHK’ler, bu rejimlerin ilan edildiği bölgelerde ve ancak bunların devamı süresince uygulanabilirler.

3) OHAL KHK’leri yasalarda değişiklik yapamaz. Çünkü bunlar sadece “OHAL’in gerekli kıldığı konular”a ilişkindir ve OHAL süresince geçerlidir. Bu kuralların OHAL bölgeleri dışında veya OHAL’in bitmesinden sonra da devamı isteniyorsa, yasa çıkarmak şarttır.

Bu tespitler ışında 672 sayılı (VEYA HANGI KHK İSE ONUN NO’SUNU YAZALIM!!!!!) KHK ile getirilen düzenlemeler değerlendirildiğinde bu düzenlemelerin, olağanüstü halin gereklerini aşan nitelikte olduğu, süre yönünden herhangi bir belirleme içermediği, etkilerini olağanüstü halden sonra da devam ettirdiği ve ölçülülük ilkesine aykırı olduğu görülecektir. Bakanlar Kurulu kendisine Anayasa ile verilmeyen konularda yetki kullandığından, bir diğer ifade ile ancak Kanun ile yapılabilecek düzenlemeleri KHK ile yaptığından 672 sayılı KHK Anayasa’ya aykırıdır ve iptali için Başkanlığınızca dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesi gerekmektedir.

b. Mezkur KHK’nın İlgili İşlemi Düzenleyen Hükmü de Anayasa'ya Aykırıdır

Mezkur KHK incelendiğinde, Anayasa’nın 15. Maddesinde sayılan haller dikkate alınmadan yayımlanarak yürürlüğe girdiği açıkça görülmektedir. En bariz örneği ise hiçbir somut gerekçe olmaksızın Masumiyet Karinesi çiğnenerek ben ve ekli listelerde isimleri bulunan kişiler, mahkeme kararı ile saptanmadan peşinen suçlu ilan edilerek meslekten çıkarılmış bulunmaktadır.

OHAL kararının ve mezkur KHK’nın Anayasa’ya açıkça aykırı olması ve KHK’nın belirtilen usulde TBMM’de onaylanmaması nedeniyle geçerli bir hukuk normu olduğunu söylemek oldukça zordur. Bu haliyle AİHS’nin 7. Maddesi ihlal edilmiştir.

Bir diğer husus ise, ilgili devlet kurumları bir suç tespit etmiş ise bu suç tarihinin ne olduğunun ortaya konulması hangi yasa kurallarının uygulanacağı noktasında çok önemlidir. Kanunilik ilkesi gereğince lehte kanunun uygulanması ve fiilin işlendiği zaman suç teşkil edip etmemesi gibi konular titizlikle irdelenmelidir. Bir tespit yetkili kurumlarca yapılmış ise tespitin yapıldığı yani fiilin gerçekleştiği zamanki hukuk kuralları uygulanmalıdır. KHK ise kişilerin işlediği iddia edilen eylemlerinden sonra çıkarılmış ve geçmişe yürüyecek şekilde kapsamı genişletilerek kişileri cezalandırmıştır. Özetle OHAL ilanından önce işlendiği iddia edilen eylemler için OHAL KHK’ları uygulanamaz ve OHAL öncesi hukuk kuralları ile işlem tesis edilmelidir. Bu haliyle de mezkur KHK suçta ve cezada kanunilik ilkesine de aykırıdır.

1982 Anayasası’nın 128. maddesinin ikinci fıkrasına göre; “Memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük hakları kanunla düzenlenir. Ancak mali ve sosyal haklara ilişkin toplu sözleşme hükümleri saklıdır.” ve Anayasa'nın 38. Maddesinin 1. Fıkrasındaki “ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur”.

Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin disiplin işlemleri Anayasa'nın 128/2 maddesindeki “diğer özlük hakları” kapsamındadır ve disiplin cezalarının neler olduğuna dair eylemler ile cezalar ancak kanunla düzenlenecek olup, KHK ile belirlenemeyeceği net bir şekilde ortaya koyulmuştur.

Sonuç olarak Anayasa Mahkemesi kararı, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu'nun örnek kararları, Danıştay kararları ve akademik görüşler birlikte değerlendirmeye alındığında;

Tüm idare mahkemelerinde ve Danıştay’da açılan idari davalarda daha fazla mağduriyete sebebiyet verilmemesi için iptal kararlarının verilip meslekten çıkarma işlemlerinin sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılması gerekmektedir.

Öte yandan anayasaya aykırılık sonradan oluşmayacak bir durumdur. Yani, Anayasa’ya aykırı norm, Anayasa’dan önce yapılmış ise Anayasa’nın yürürlüğe girmesiyle; Anayasa’dan sonra yapılmış ise yapıldığı andan itibaren Anayasa’ya aykırıdır. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi tarafından verilecek bir karar da sadece bu durumun tespiti hüviyetini taşımaktadır.

Dolayısı ile mahkemeye sunulan bu kararların dikkate alınarak bir karar verilmesi adil yargılanmanın bir gereğidir. Suç ve cezaların yasallığına vurgu yapılarak, uygun olmayan yasal düzenlemelere dayanarak müvekkil hakkında tesis edilen kararların, yasal olmayan usuller izlenerek korunmak istenmesi ve bu minvalde ileri sürdüğümüz beyan ve itirazların değerlendirmeye alınmaması, ulusal düzenlemelerimize aykırılık oluşturacağı gibi AİHS Md. 6, 13 ve 14’ün de ihlal edilmesine neden olacaktır.

Yukarıda açıklanan sebeplerle, “kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi” gereğince, tesis edilen işlemin hukuki dayanağı kalmamıştır. Bu vesile ile işlem kanunilik ilkesine aykırı olduğundan, “mutlak butlan” hali varsayılarak işlemin ivedilikle iptal edilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

2 Savunma Hakkı Kullandırılmaksızın İşlem Tesis Edilmiştir

Kamuoyunda bilinen adıyla 17 Aralık Operasyonu’ndan itibaren çok sayıda kamu görevlisi Yürütme erkince en üst perdeden ve daha herhangi adli ve idari soruşturma yapılmadan “casusluk, ajanlık, darbecilik vs.” gibi asılsız ithamlarla masumiyet karinesi ihlal edilerek suçlanmıştır. Halen de bu suçlamalara devam edilmektedir. Nitekim 17 Aralık 2013’ten beri yeri değiştirilen görevden alınan kamu görevlisi sayısı bugüne kadar eşine rastlanmayacak bir büyüklükte gerçekleşmiştir ve gerçekleşmeye de devam etmektedir. Görevden alınanların yerine rütbe, branş, kurs, tecrübe gibi kanunların öngördüğü kriterlere göre değil de, belli olmayan kriterler ile atamalar yapılmıştır. Dava konusu işlem de Yürütme erki olan Bakanlar Kurulu’nca tesis edilmiştir. Bu durum evrensel hukuk kurallarına ve ilkelerine aykırıdır. Adil yargılanma hakkım gasp edilmiştir. Mezkur işlemler bir ön kabulle yapılmaktadır ve sonucu zaten ilan edilmiştir. Soruşturma yapma ve savunma alma suretiyle kanunun öngördüğü usullerin formalite olarak yerine getirilmesi bile olmaksızın bir kamu görevlisi için uygulanabilecek en ağır yaptırım uygulanmıştır.

Anayasa ve Devlet Memurları Kanunu ile sair diğer yasal mevzuattan da anlaşılacağı üzere hakkında meslekten çıkarma cezası istenen kişiye soruşturma dosyasını ücretsiz olarak inceleme ve edinme hakkı tanınmıştır.

Anayasa Mahkemesi "Savunma Hakkı"nı şu şekilde yorumlamaktadır:

"Savunma hakkı, Anayasa'nın "Kişinin Hakları ve Ödevlerini” belirleyen ikinci bölümünde yer alan, temel haklardandır. Hukuk öğretisinde olduğu kadar uygulamada da, önemi ve erdemi tartışılmaz yüceliktedir. Evrensel konumu nedeniyle, insanlığın ortak değerlerinden sayılmaktadır. Felsefi ve hukuksal nitelikleri ve içerikleriyle adalet kavramı ve yargılama işlevi, birbirini tümleyen, birbirinden ayrılamaz sav, savunma, karar üçlüsünden oluşanı yargıyla yaşama geçmektedir. Yargılama süresince, savunma hakkının sanık için yararı ve gereği tartışma götürmez .... savunma, hak arama özgürlüğünün ve adil yargılamanın vazgeçilemez bir koşuludur. Savunmanın tam olarak yapılmasında kamu yararı da vardır. Gerçekten savunma, sonuçta kararının doğru olarak verilmesini sağlar. Bu da ceza adaletinin hakkıyla gerçekleşmesine yardımcı olur. Adaletin devletin temeli olduğunu bir kez daha doğrular. ”

Savunma, suçlamaya karşı sanığın yararına yürütülen; onu hukukî ve fiilî açıdan korumayı amaçlayan bir faaliyettir. Bu hak Anayasa'da, taraf olduğumuz milletlerarası sözleşmelerde ve kanunlarımızda yer almıştır (m. 36/1 AY, m. 11 İHEB, m. 6 İHAS, m. 14/3b MvSHS). CMK’ ya göre de bu hakkın kısıtlanması mutlak bozma sebebidir (m. 308/8 CMK).

Sanık, savunmayı bizzat ve/veya bir avukat vasıtasıyla da yapabilir. İHAS m. 6/3b, c de "her sanık, müdafaasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara malik olmak; kendi kendini müdafaa etmek veya kendi seçeceği bir müdafi tayin için malî imkânlardan mahrum bulunuyor ve adaletin selâmeti gerektiriyorsa, mahkeme tarafından tayin edilecek bir avukatın meccani yardımından istifade etmek haklarına sahiptir" denilmek suretiyle bu hususa işaret edilmiştir. Her sanık, şahsına tevcih edilen isnadın mahiyet ve sebebinden en kısa bir zamanda, anladığı bir dille ve etraflı surette haberdar edilmek; müdafaasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara malik olmak hakkına sahiptir (m. 6/3 İHAS m. 9/2 MvSHS). Bu temel hak disiplin hukukunda da geçerli evrensel bir haktır.

İsnadı öğrenme hakkı, müdafaa hakkının temel unsurlarındandır. Burada şüpheliye; işlediği sanılan suçun yeri, zamanı, kime karşı işlenmiş olduğunun ana hatları ile bildirilmesi yeterlidir. Fakat sadece suçun isminin söylenmesi, mesela, hırsızlıkla suçlanıyorsunuz, denilmesi, yetmez .

Dava konusu işlemde, işleme dayanak yapılan suçun ne olduğu, yeri, zamanı, kime karşı işlenmiş olduğu hiçbir suretle bildirilmemiştir. Hatta suçun ismi dahi bildirilmemiştir. “isnadı öğrenme hakkı” ve “savunma hakkı” gibi temel haklarım elinden alınmıştır.

Savunma hakkının tam olarak kullanılabilmesi için kişinin aleyhindeki isnadı tam ve eksiksiz olarak bilmesi gerekir. Bu bağlamda, 1412 sayılı CMUK'un 208/2. maddesindeki "Sulh Ceza Mahkemelerinde açılan davalara ait iddianamelerin sanığa tebliğ olunamayacağına" yönelik hüküm Anayasa'ya aykırı bulunmuştur. Kararda, AİHS'nin 6. maddesine (adil yargılanma) açıkça yollama yapılmıştır. Mahkemeye göre, her sanığın kendisine yönelik isnadın nedeni ve niteliğinden en kısa zamanda, anladığı bir dille ve ayrıntılı olarak haberdar edilmek hakkına sahip olduğu, olayı, isnadın nedenini ve hukuki niteliğini bilmeyen sanığın kendisini yeterince savunamayacağı, bu hususun da, savunma hakkının temelini oluşturduğu, sav ve savunma hakkının her türlü etkiden uzak kullanılmasının asıl olduğu, buna göre yargı yerlerinde, tarafların sav ve savunmalarını özgürce yapmalarının sağlanmasının gerektiği, kimi suçluların yargılanmasında, iddianamenin sanığa tebliğ edilmemesi yoluyla, savunma hakkının sınırlandığı, bu nedenle, söz konusu kuralın Anayasa'ya aykırı olduğu belirtilmiştir . Yürürlükteki 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nda (Md 176/1) ise, önceki düzenlemenin aksine, iddianamenin 'çağrı kâğıdı ile birlikte sanığa tebliğ olunacağı açıkça hükme bağlanmıştır.

Bir ceza ya da hukuk davasında tarafların gösterilen tüm delillerden ve sunulan tüm mütalaalardan haberdar olması ve görüş bildirebilme olanağı bulunmalıdır. Bu bağlamda adaletin adil idaresi görünümüne özellikle önem verilmelidir . Bu ilkeler ceza hukukunda uygulandığı gibi disiplin hukukunda da uygulanmaktadır. ANCAK İPTAL DAVASINA KONU İŞLEMİ TESİS EDEN İDARE, SORUŞTURMA DAHİ YAPMADAN MESLEKTEN ÇIKARMA İŞLEMİ TESİS ETMİŞTİR.

AİHM, Jespers Belçika’ya karşı davasında silahların eşitliği ilkesi 6. Madde (3) b ile birlikte değerlendirildiğinde, savcılık veya “soruşturma makamının ellerindeki ya da ulaşabildikleri ve sanığın kendisini temize çıkarabilmesine veya cezasını azaltmasına yardımcı olabilecek nitelikteki tüm malzemeleri açıklamakla yükümlü olduğu” şeklinde anlaşıldığını belirlemiştir. Bu ilke aynı zamanda bir savcılık tanığının inandırıcılığına halel getirebilecek malzemeyi de kapsar. Foucher Fransa’ya karşı davasında AİHM, kendi kendini savunmak isteyen bir sanığın savcı tarafından dava dosyasına erişiminin engellendiği ve dosyada bulunan evrakın birer nüshasının sanık tarafından alınmasına izin verilmediği için sanığın savunmasına yeterince hazırlanamamasının 6. Madde (3) ile birlikte okunduğunda, silahların eşitliğinin ihlâli anlamına geldiğini kararlaştırmıştır.

Savunma alınmadan disiplin cezası verilmesinde hukuka uyarlık bulunmadığı belirtilmiştir.

YUKARIDA ANLATILAN ULUSAL VE ULUSLARARASI MEVZUAT ÇERÇEVESİNDE SAVUNMA HAKKININ KULLANDIRILMASI KUTSAL BİR HAK VE İŞLEMİ TESİS EDECEK MAKAMI AÇISINDAN BİR ZARURETTİR. Suç şüphesi altında bulunan kişiler masumiyetlerini ancak kendilerine tanınan savunma hakkı ile ispatlayabileceklerdir. Etkin bir savunma yapabilmenin olmazsa olmazı ise kişinin kendisine isnat edilen suçlamayı bilmesi ve lehinde ve aleyhindeki delillere ulaşabilmesi olanağıdır. Savunma hakkımın kullandırılmaması açıkça hukuka aykırıdır ve dava konusu işlemi en baştan sakatlamıştır. Bu sebeple açıkça hukuka aykırı olan dava konusu işlemin iptal edilmesi gerekmektedir.

670 sayılı KHK ile peşinen suçlu ilan edilerek ailemin ve benim tüm hayatını etkileyen bir kararla mesleğimden çıkarıldım ve savunma yapma hakkı dahi şahsıma verilmedi. Anayasamızda ve AİHS’ de savunma yapılmaksızın ceza verilmesi yasaklanmış ve bu yöndeki uygulamalar hak ihlali olarak değerlendirilmiştir.

Kamuoyunda, siyasi yetkililerce, ilk olarak açığa alınan kamu görevlileri hakkında idari soruşturma yürütüleceği ve bu soruşturmalar neticesinde işlem tesis edileceği belirtilmesine rağmen, ben dahil hiçbir kamu görevlisi hakkında hiçbir idari soruşturma açılmamış ve doğrudan 670 sayılı KHK da liste yayımlamak suretiyle meslekten çıkarma işlemi icra edilmiştir. Bu haliyle savunma hakkım ihlal edilmiştir. Bakanlar Kurulu yargısız infaz yapmıştır. Bu durumu daha sonra başta Cumhurbaşkanı olmak üzere diğer siyasiler de dile getirmişlerdir. Cumhurbaşkanı kamudan ihraçları “at izi it izine karıştı” diyerek özetlemiştir.

AİHM’ye göre, Sözleşme’nin 6. Maddesi anlamında “kişiye karşı yöneltilmiş suçlama” kavramı özerk yorumlanır; AİHM bu açıdan devletlerin iç hukukundaki nitelemelerle bağlı değildir. Suçlamanın niteliği, cezanın ya da yaptırımın niteliği ve ağırlığı bu açıdan AİHM’nin dikkate aldığı ölçütler olup, AİHM bu ölçütlerden her birini tek tek dikkate alarak somut olayda ceza hukuku anlamında “kişiye karşı yöneltilmiş bir suçlama” bulunup bulunmadığını kararlaştırmaktadır. İç hukukta bir suçlama ceza hukuku anlamında suç olarak nitelendirilmiş ise, bu durumda zaten Sözleşme’nin 6. Maddesinin ceza hukuku ilkeleri somut olaya uygulanır.

Somut olayda tarafıma yöneltilen suçlama “terör örgütüne aidiyet ya da üyeliktir”; KHK ekinde kimlerin aidiyet, kimlerin iltisak veya irtibatı olduğu ayrı ayrı yazılmadığı için, ekli listelerde yer alan tüm bireyler, terör örgütüne aidiyetle suçlanmış olacakları gibi, her biri ayrı ayrı iltisak veya irtibatla da suçlanabilir. Ancak KHK metnini okuyan her birey, ekinde yer alan listelerde ismi geçenlerin iddia edilen terör örgütüne aidiyeti (diğer bir ifade ile “üyesi”) olduğunu da anlayacağı için suçlamanın terör örgütüne üyelik olduğu açıktır. Türk Ceza Kanunu ile Terörle Mücadele Kanunu (Türk Ulusal Hukuku), terör örgütüne üyeliğini ceza hukuku anlamında bir suçlama olarak nitelendirmiştir (TCK m. 314, TMK m. 1 ve devamı hükümlerine bakınız). Terör örgütü üyeliği, iç hukukta şüpheye yer vermeyecek şekilde ceza hukuku anlamında suç olarak nitelendirildiğine ve tarafıma da bu suçlama atfedildiğine göre, somut olayda sadece bu nedenle de AİHS’nin 6. Maddesinin kapsamına giren “kişiye karşı yöneltilmiş bir suçlama” vardır.

Ayrıca, suçlamanın niteliği bir yana, cezanın niteliği ile ağırlığı dikkate alındığında da somut olayda kişiye karşı yöneltilmiş bir suçlama bulunmaktadır. Bir daha kamu görevinde hayatım boyunca çalışamayacak şekilde kamu görevinden çıkarılmakta ve terör örgütü üyesi olarak damgalanmaktayım. Kamu görevinde çalışamamam bir yana, bir Kanun (Hükmünde Kararname, KHK) ile ismim açıkça tüm dünyaya duyurularak, terörist gibi yaşamaya mahkûm edilmekte, özel sektörde dahi iş bulmam neredeyse imkânsızlaşmaktadır. Bu durum kişinin sivil olarak ölümüne (sivil ölüm) yol açacak ağırlıkta bir cezalandırmaya neden olup, yaptırımın ağırlığı ve niteliği dikkate alındığında da somut olayda Sözleşme’nin 6. maddesi anlamında kişiye karşı yöneltilmiş bir suçlama vardır. Tüm bu nedenlerle Sözleşme’nin 6. Maddesinin cezai yaptırımlara ilişkin tüm hükümleri ve garantileri somut olayda uygulanır (Benzer AİHM kararları için bakınız. HUDOC).

Davaya konu olayda hiçbir yargılama yapılmadan, bir Kanun (Hükmünde Kararname, KHK) ile suçlu ve mahkûm olmuş gösterildiğim açıktır. Hiçbir yargılama yapılmadan, AİHS’nin 6/3 maddesindeki en asgari sanık haklarından hiçbiri sağlanmadan bir kişiyi Kanun (Hükmünde Kararname, KHK) ile mahkûm etmek, AİHS’nin 6/1, 6/2 ve 6/3 hükmündeki tüm güvenceleri ihlal eder; açık bir denial of justice oluşturur. Sonuç olarak, ömrüm boyunca bir daha kamu görevinde çalışamayacak şekilde kamu görevinden Kanun (Hükmünde Kararname, KHK) ile çıkarılmam ve hiçbir yargılama yapılmadan bir KHK ile terör örgütü üyesi olarak suçlanıp kamuoyu nezdinde mahkûm edilmem AİHS’nin 6. maddesindeki tüm güvenceleri açıkça ihlal etmiştir.

3 Kararın Tebliğ Usulü Hukuka Aykırıdır

 Genel düzenleyici işlem görünümü altında hakkımda bireysel işlem tesisine yol açan meslekten çıkarma kararının tarafıma usulünce tebliği gerekirken, mezkur KHK kapsamında özel olarak düzenlenen bir madde ile bu hak ve yükümlülüğün ortadan kaldırılmasının ve hakkımdaki bireysel işlemden haberdar edilmememin hukuka aykırılık oluşturduğu ise izahtan varestedir.

B. ESAS AÇISINDAN BEYANLAR

Anayasa’ya aykırılık hususunun irdelendiği birinci maddede belirtildiği üzere Bakanlar Kurulu kendisine Anayasa ile verilmeyen bir konuda yetki kullanmıştır. Bakanlar Kurulu’nun konu bakımından yetkisiz olduğu bir konuda çıkardığı dava konusu KHK, nitelik itibarıyla Bakanlar Kurulu kararı niteliğindedir ve dolayısıyla idari davaya konu olabilecek meslekten çıkarma işlemidir.

Anayasa Mahkemesi’ne iptal davası açma yetkisi olan ana muhalefet partisi veya belli sayıdaki milletvekilinin KHK’nın iptali için dava açmaması durumunda Anayasaya aykırı KHK yürürlükte kalmaya devam edecek ve telafisi imkansız hukuka aykırılıklar doğuracaktır. Bunu aşmak için ve hukuk devletinin gereği olarak Başkanlığınızca meslekten çıkarma bir işlem olarak kabul edilerek davanın esasının incelenmesi gerekmektedir.

1 İddia Edilen Eylemin İncelenmesi ve Meslekten Çıkarma Kararının Değerlendirilmesi

Dava konusu işlem sebebiyle, işlemediğim bir suçtan dolayı terör örgütü üyeliği ile veya bağlantılı olmakla suçlanmaktayım. Bir suçun varlığı incelenirken suçun unsurları bakımından değerlendirilmesi gerekmektedir. Yani suçun maddi unsurları, manevi unsurları, hukuka aykırılık unsurları, nitelikli halleri, kusurun varlığı-yokluğu, suçun özel görünüş biçimleri alt unsurları ile birlikte tek tek ele alınmalıdır. Aksi takdirde salt kanunda yazılı metin yazılarak suç ve ceza tayini yapılamaz. Bir eylemin suç olarak tanımlanması için maddi ve manevi unsurun birlikte gerçekleşmesi gereklidir. Maddi unsur eylemin kanunda suç olarak tanımlanmış olması, manevi unsur ise kişinin bu eylemi kasıt veya taksir ile işlemiş olmasıdır.

a. Fiil ve Fail

 Mezkur KHK kapsamında, iddia edilen fiilin tarafımdan ne suretle, ne zaman işlendiğine ilişkin tek bir kelime dahi görülmemektedir. Kim tarafından ne zaman ve nasıl işlendiği tam olarak bilinmeyen ve tespit edilmeyen bir fiilin tarafımdan yapıldığı şeklindeki bir ön kabul, fiil, fail ve nedensellik bağı gibi temel esaslardan yoksun bir karar verildiğini gözler önüne sermektedir. Kaldı ki KHK ile uydurulan suçlama sebebiyle binlerce kişi için aynı isnatta bulunulmuş olmasına rağmen hiç kimse hakkında sabit bir fiil tespiti yapılmamıştır. Fail tespit edilememiş, fiilin ne olduğu açıklanamamış, fail ile fiil arasındaki ilişki, sonuç ile fiil arasındaki nedensellik bağı izah edilememiştir.

Suçun unsurları incelenirken; eylemi gerçekleştiren fail de net olarak ortaya konulmalıdır. KHK’da bu husus hiçbir şekilde açıklanamamıştır. Burada her bir kişi için suç olduğu iddia edilen eylemin ne olduğu, bu eylem ile fail arasındaki illiyet bağının ne olduğu hiçbir tereddüde meydan bırakmayacak şekilde açıklanmalıdır. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun temel bir ilkesi olan “şüpheden sanık yararlanır” kaidesi görmezden gelinmiştir. Benim ve aynı durumdaki diğer kamu görevlilerinin doğal suçlu olarak görülmesi, tesis edilen işlemin kamu yararı amacı taşımadığını ve siyasi saiklerle yürütüldüğünü, dolayısıyla da hukuka aykırı olduğunu ortaya koymuştur.

b. Maddi ve Manevi Unsur

İlgili KHK metni incelendiğinde; isnat edilen hangi eylemin şahsıma yöneltildiği, hangi eylemi icra veya ihmal ettiğimin belirsiz olduğu, zaten mahiyeti itibarıyla belirsiz bir çerçeve çizildiği, bu haliyle de isnadın maddi unsurunun bulunmadığı açıktır.

KHK kapsamındaki isnadın niteliği açısından özel kast gereklidir. Fail bu durumu bilmeli ve bunu istemelidir. Taksirle işlenmesi mümkün değildir. Kasıt olmadığı takdirde manevi unsur gerçekleşmiş olmayacağından, suç oluşmayacaktır. İşlemediğim bir suç dolayısı ile itham edilmekte olduğum halde, bir de işlemediği bir suç için kasıtla hareket ettiğimin ifade edilmesi hukuki temelden yoksun bir itham olacaktır.

Suçun maddi ve manevi unsurlarının birinin eksik olması konuyu suç olmaktan çıkarır, bu durum hukukun genel ilkesidir.

 İdare, torba bir değerlendirme ile KHK kapsamında bulunan herkesi aynı suçla itham etmiştir. Her bir şüpheli açısından ayrıntılı inceleme yapılarak işlediği iddia edilen eylemin hangi kısmında kimin sorumlu olduğunun ortaya konulması gerekmektedir. İdare daha eylemin ne olduğunu ve failin kim olduğunu tespit edememiştir. İdarece yapılan bu işlemin hukuk bilgi ve eğitimine haiz kişilerce soruşturulmasının gerekmekte olduğu, aksi durumda yanlış karar sebebiyle telafisi mümkün olmayan zararların ortaya çıktığı/çıkacağı ise izahtan varestedir.

2. Hakkımda Mezkur KHK İle Verilen Meslekten Çıkarma Cezasına İlişkin Karar Hukuka Aykırıdır ve İptali Gerekmektedir.

Yukarıda da ayrıntısı ile anlatıldığı üzere şahsımın isnat edilen eylemler ve darbe teşebbüsünde bir dahli yoktur. Bakanlar Kurulu tarafından verilen kararda, suçun tarafımdan işlendiğine dair bir tek somut delil ortaya konmamıştır. Delil olmadan kanaate gidilemeyeceği ve şüpheden sanığın yararlanacağı temel hukuk ilkelerindendir. Kaldı ki, bırakın kesinleşmiş mahkeme kararını, KHK kapsamındaki isnatlara ilişkin olarak hakkımda verilmiş bir disiplin cezası dahi bulunmamaktadır.

Danıştay 12. Dairesi'nin yerleşik içtihatlarının tartışıldığı toplantı sonunda yayımlanan raporun devamında, Memur Disiplin Hukuku'nda İspat Konusu, disiplin soruşturmasının olayı ve soruşturulan memurun disiplin sorumluluğunu ortaya koyma bakımından yetersiz olması ve soruşturmadaki eksikliklerin tamamlanması halinde olayın aydınlanacağının anlaşılması halinde, İŞLEMİN SORUŞTURMANIN YETERSİZLİĞİ GEREKÇESİYLE İPTAL EDİLMESİ GEREKTİĞİ, soruşturmada gerekli tüm delillerin toplandığı ve soruşturmanın yeterli olduğu sonucuna ulaşılması halinde; dosyadaki tüm bilgi belgeler değerlendirilerek suçun işlenip işlenmediği hususunun irdelenmesi gerektiği, olayı kesin şekilde çözümleyen deliller var ise (örneğin ikrar, ceza mahkemesi kararına istinaden yapılan teknik takipte elde edilen iletişim tutanaklarındaki kesin bilgiler, göreve gelmeyen kişi hakkında usulüne uygun olarak günü gününe tutulmuş tutanaklar, bina giriş-çıkış kayıtları vb.) bu delillere dayanılarak karar verilebileceği, kesin deliller bulunmaması halinde, tanık ifadeleri, olayın gerçekleşme şekli vs. tüm deliller birlikte değerlendirildiğinde; fiilin gerçekleşip gerçekleşmediği konusunda kesin bir vicdani kanaat oluşması halinde, bu kanaate esas alınan deliller belirtilerek karar verilmesi gerektiği, buna karşılık soruşturma dosyasında gerekli tüm deliller elde edildiği halde bu delillerin birlikte değerlendirilmesi sonucu fiilin gerçekleşip gerçekleşmediği konusunda her türlü şüpheden uzak kesin bir vicdani kanaate ulaşılamaması halinde "şüpheden sanık yararlanır ilkesi" gereği fiilin sübuta ermediği sonucuna ulaşılarak disiplin cezasının iptal edilmesinin uygun olacağı, belirtilmiştir.

Danıştay 12. Dairesi'nin 16.11.2015 tarih ve 2002/5920 Esas ve 2005/4029 Karar No'lu kararında özetle, "disiplin cezası ile cezalandırılan kişinin, disiplin suçu sayılabilecek bir eylemde bulunduğunun objektif bir şekilde ortaya konulması gerektiği, isnat edilen fiili işlediğinin şikâyetçinin tanık olarak gösterdiği iki kişi dışında soruşturma sırasında ifadesine başvurulan altı kişiden hiçbirisince kabul edilmemesi nedeniyle sübuta ermediği sonucuna varıldığı, hangi eylemi ve fiili nedeniyle bu cezanın verildiğinin belirtilmesi gerektiği, isnat edilen fiilin somut olarak ortaya konmadan kişiye ceza verilemeyeceğini" açıkça belirtmiştir. Danıştay'ın bu ilkeyi disiplin suçları açısından isabetle uyguladığı görülmektedir. Yine Danıştay 10. Dairesi'nin 27.10.1987 tarihli ve K.N :1987/1721, E.N:1987/2015 sayılı kararında, "... Bu durumda üstüne atılı disiplin suçunu işlediği hiç bir şüpheye yer vermeyecek biçimde kesin olarak ortaya konmadan, çelişkili ifadeler dayanak alınarak davacının meslekten çıkarma cezası ile cezalandırılması yolundaki dava konusu işlemde hukuki isabet görülmemiştir..." denilerek, şüpheden sanık yararlanır ilkesini uygulamıştır.

Yukarıda açıklandığı gibi, söz konusu isnatlar tamamen mücerret, vehme dayalı ve mesnetsizdir. Toplu olarak yöneltilen bu isnatların idare tarafından araştırılmadığı ve hatta bu çerçevede bir soruşturma yürütülmediği de açıktır. Belirsiz bir zaman dilimi için yöneltilen isnatların 15.07.2016 tarihli darbe teşebbüsü olarak kabulü halinde bile gerek o tarih öncesinde ve gerekse de sonrasında, hakkında bu yönde bir idari soruşturmaya dayalı karar dahi bulunmayan benim sorumlu tutulmam mümkün değildir. Yine, yukarıda açıklanan gerekçeler değerlendirildiğinde, söz konusu KHK’nın, “cadı avı” kapsamında yapılan işlemler neticesinde belirsiz kriterlere dayalı olarak ve vehimler üzerine kurulu şekilde evvelce oluşturulmuş “illegal fişlemeler” kapsamında olup devletin başına dahi “at izi it izine karışıyor” dedirtecek şekilde ölçüsüzce (aynı makam mezkur KHK’yı onaylayan makam olduğu için onaylanan KHK’nın sonuçlarını öngöremediği veya neyi onayladığını dahi araştırmadan bu onayı verdiği anlaşılmaktadır) bir kısım kamu personelinin yok edilmesi veya ettirilmesi amacıyla yapıldığı ortadadır. Benim ve söz konusu KHK neticesinde meslekten çıkarılmış bulunan personellerin apar topar görevden alınarak yerlerimize başkaca kişilerin kamu hizmetine alınacağı tezviratının basında çokça yer almasından da anlaşıldığı kadarıyla mezkur işlemler aynı zamanda bir “yandaş olmayanları tasfiye ve siyasi kadrolaşma” faaliyetidir ve hukukun var olmasının saiklerinden biri olan "kamu vicdanının sağlanması ilkesi" ile bağdaşmaz.

Yukarıda açıklanan gerekçeler değerlendirildiğinde; hiçbir delil gösterilmeden, "suçta ve cezada şahsilik ilkesi" başta olmak üzere evrensel temel hukuk ilkelerinin çiğnenerek, benim de aralarında bulunduğum bazı personelin meslekten çıkarılması hukuka aykırıdır. Hukuksuz bir sebep ve gerekçe üzerine inşa edilmiş olan bu işlem sakattır ve iptali gerekir

3. Hakkımda Tesis Edilen İşlem Şekil Bakımından Hukuka Aykırıdır

İdari işlemlerde yasa, tüzük ve yönetmelik gibi hukuki düzenlemelerle kişilere tanınan hakları kullandırılmadan tesis edilen işlemlerin şekil yönüyle hukuka aykırı olduğu ve bozma gerektirdiği, yerleşik Danıştay kararları ile tespit edilmiştir. Yine, idari işlemin yasa, tüzük, yönetmelikle önceden tespit edilen yöntemlere uygun olması gerektiği, aksi halde yine şekil yönünden iptal edildiği birçok Danıştay kararı ile sabittir. Ancak, idare, detaylı şekilde anlatıldığı gibi tebligat yöntemlerine uymamış ve ilgili kanun ve yönetmeliklerde tanınan hakları kullandırtmamıştır.

İdari işleme ilişkin tebligat, yasa, tüzük ve yönetmelikle düzenlenen usule uygun yapılmamıştır. Yukarıda da ayrıntılı olarak açıklandığı üzere usulsüz düzenleme ile bağlantılı olarak müvekkilin savunma hakkı kısıtlanmıştır.

4. Davalı İdare Tarafından Tesis Edilen İşlem Konu Bakımından Hukuka Aykırıdır

İdare hukukunda; hangi sebeplerin hangi hukuki sonuçlara vücut vereceği genellikle hukuki düzenlemelerle önceden belirlenmiştir. Bu durumda, sebep ile konu arasındaki bağın göz ardı edilmesi, yani hukuki düzenleme ile önceden belirli bir sebebe bağlanan sonuçtan farklı bir sonuca yönlenmesi, işlemi konu yönünden hukuka aykırı kılar ve iptalini gerektirir. Yine, bu bağlamda “suçların ve cezaların kanuniliği ilkesini” de göz önünde bulundurmak gerekir. Suçların ve cezaların kanuniliği ilkesi, birey hak ve özgürlüklerin korunmasının güvencesini teşkil etmektedir. Bu ilke sayesinde, suçlar ve bu suçlar karşısında uygulanacak yaptırımlar önceden belirlenerek kişi hürriyetlerinin sınırları çizilmektedir, Kanunilik ilkesi, ceza hukuku kadar sınırları net bir biçimde çizilmemiş olsa da disiplin hukukunda da kendisine yer edinmiş ve muhtelif fiil ve hareketler tarif edilerek, bu fiil ve hareketlerin işlenmesi durumunda karşılığında uygulanacak disiplin cezaları belirtilmiştir.

Danıştay 12. Dairesi'nin 11.11.2003 Tarih ve 2003/1398 Esas, 2003/3413 Karar No'lu kararında, “davacıya isnat edilen fiil ile, verilen cezanın fiile uyup uymadığı incelenerek karar verilmesi gerekirken, Mahkemece fiilin hangi maddeyi ihlal ettiğinin açıkça belirtilmediği nedeniyle işlemin iptaline karar verilmesinde hukuki isabet görülmediği" belirtilmiş, hangi fiilin hangi maddeyi ihlal ettiğinin açıkça belirtilmesi gerektiğine değinilerek ilk derece mahkemesinin kararı bozulmuştur.

Bakanlar Kurulu, hiçbir delil içermeyen ve basına yansıdığına göre de illegal fişlemelere dayanarak, terör örgütü üyesi olduğu veya iltisaklı bulunduğundan bahisle meslekten çıkarılma cezası vermiştir. Bu hususta sonuçlanmış bir soruşturma dahi bulunmayışı, iddia edilen suçun tarafımdan işlendiğine dair tek bir somut delilin bulunmayışı, yukarıda detaylıca açıklanan gerekçeler kapsamında bu suçun isnat edilmesine konu yapı ile dava konusu işlemi yapan ve onaylayan makamdakiler arasında açık iltisak bulunması (“Gel artık bitsin bu hasret!”, “Ne istediler de vermedik!”, “Gökten ne yağar da yer kabul etmez!” gibi beyanlar bizzat Cumhurbaşkanı tarafından iddia edilen terör örgütü ve o örgütün lideri olduğu iddia edilen kişi hakkında söylenmiştir. Bakanlar Kurulu üyelerinin de bu minvalde olan ve mezkur KHK kapsamında terör örgütü olduğu iddia edilen yapıyı ve o örgütün lideri olduğu iddia edilen şahsı metheden pek çok beyanları mevcut, meşhur ve maruftur.) karşısında, mezkur işlem güncel tabiri ile açık bir “siyasi kumpas”tır ve şüpheden sanık yararlanır ilkesi gereğince benim masum kabul edilmem evrensel hukuk ilkelerinin bir gereğidir.

Fakat, mevzuatımızda da yer bulan bu evrensel temel hukuk ilkelerinin tamamı göz ardı edilerek, olaya, hukuka ve hakkaniyete aykırı işlem tesis edilmiştir.

5. Hakkımda Tesis Edilen İdari İşlem, Sebebe Dayanma Açısından Hukuka Aykırıdır

Genel olarak idari işlemler tesis olunurken mutlaka bir sebebe dayanmalıdır ve sebep doğru olmalıdır. Yani, idari işlemde sebep unsuru, işlemin dayanağını göstermektedir. Sebep unsuru, idareyi işlem tesis etmeye yönelten durumlardır. Diğer bir deyişle sebep; işlemden önce gelmekte ve idareyi işlem tesis etmeye etken olmaktadır. İdari işlemlerin dayanağı kimi durumlarda, yasa, tüzük, yönetmelik gibi hukuki düzenlemeler ile açıkça belirlenmiştir. Bunların yanı sıra idarenin işlemini dayandırdığı ya da idari yargı yerinin isteği üzerine açıklamak durumunda kaldığı sebep unsurunun hukuka ve gerçeğe uygun olması gerekmektedir. Nitekim, işlemde gösterilen veya yargı yerinin isteği üzerine açıklanan sebep unsurunun hukuka ya da gerçeğe aykırı olması durumunda işlem, idari yargı yerince iptal edilecektir. Bir işlemin bu nedenle iptal edilebilmesi için hukuka ya da gerçeğe aykırılık sebebin sonucu etkileyici nitelikte olması gerekmektedir.

Konu ile ilgili olarak İstanbul 6. İdare Mahkemesi'nin 26.05.1997 gün ve E; 1997/1333, K; 1997/11368 sayılı kararında "Durum böyle olunca, dosyaya somut bir bilgi veya belge sunulmadığından, diğer bir deyişle işlemin sebep unsurunu ortaya koyacak herhangi bir belge dosyaya ibraz edilmediğinden, idareye 657 sayılı Yasanın 76. Maddesi ile tanınan takdir yetkisinin kamu yararı ve hizmet gerekleri uyarınca kullanılmadığı kanaatine ulaşılarak dava konusu işlemde sebep unsuru yönünden hukuka uyarlık bulunmamış ve işlem iptal edilmiştir.” denilerek durum çok aşikâr ifade edilmiştir.

Benim hiçbir bağımın bulunmadığı (fakat işlemi tesis eden ve onaylayan makamdakilerin açıkça iltisaklı bulunduğu) bir yapıyla ilişkili olarak sorumlu tutulmam ve ceza almam açıkça hukuka aykırıdır ve iptali gerekmektedir. Davaya konu işlemin sebep unsurunu oluşturacak herhangi bir delil veya belge ortaya konulmadığı için, işlemin sebep unsuru yönünden de iptal edilmesi gerekir. Davaya konu olan KHK’da iddia edilen suçu ne surette, ne zaman, nasıl işlediğime dair hiçbir delil yoktur. Aynı kararda işlem gören binlerce kişiye aynı isnatla TORBA şekilde ceza verilmiş, kimin ne surette suçu işlediği izah edilememiş ve suçun şahsiliği ilkesine aykırı davranılmıştır. Hal böyleyken bu cezanın verilmesi, bahse konu idari işlemin sebep yönünden açıkça hukuka aykırı olduğunu ve iptalinin gerektiğini göstermektedir.

6. Tarafıma Uygulanan Dava Konusu İşlemin, Maksat Unsuru Açısından İptal Edilmesi Gerekir.

"MAKSAT" unsuru ise iptal davalarında işlemler üzerinde cereyan edecek hukuka uygunluk denetiminin final unsurudur. Burada önem arz eden husus maksat yönünden hukuka aykırılığın tespitinin diğer unsurlara nazaran farklılık oluşturduğudur. Gerçekten de yetki, şekil, sebep ve konu unsurları yönlerinden hukuka aykırılığın tedbiri dosya içeriğinde bulunan belgelerden çıkarılabilmekte iken maksat unsuru yönünden hukuka aykırılık durumunda ise işlemi tesis eden idare kişisinin niyetinin araştırılması ve bir sonuca varılması gerekmektedir. Nitekim, diğer unsurlardan yine farklı olarak maksat unsurunda idari yargıç, davacının istemi üzerine araştırma yapmak durumundadır.

Konu ile ilgili olarak Danıştay 5. Dairesi'nce verilen 25.04.1979 gün ve E; 1979/15059, K; 1979/11022 sayılı kararda "Bu durumda dava konusu görevden uzaklaştırma işleminin kanunun amaçladığı şekilde kamu yararına ve kamu hizmetinin gereklerine uygun olmaksızın tesis edildiği anlaşıldığından" maksat yönünden mevzuata aykırı olduğu gerekçesiyle işlemin iptaline karar verilmiştir.

Geçmiş hizmetlerim olumlu, sicil notum yüksek, sicilim temiz, konusunda uzman ve tecrübeli bir devlet memuruydum. Dava konusu işlem tarihine kadar hakkımda memuriyetim boyunca adli ve idari tek bir ceza mevcut değildir. İdarenin bu işlemdeki maksadı beni cezalandırmak, bir kamu görevlisinin siyasi tarafı olmaması gerekmesine rağmen, yandaş olmayanları tasfiye ile yandaşlara kadro açmaktır. Hukukun temel prensiplerin tamamı bu düzenleme ile açıkça ihlal edilmiştir. Dolayısıyla, hukuka aykırı olarak tesis edilen işlemin iptali gerekmektedir.

C. ADLİ YARDIM TALEBİ

Dava konusu KHK ile meslekten çıkarıldım. Bu sebeple, hiçbir gelirim olmayıp, açtığım davaların yargılama masraflarını karşılayacak maddi gücüm de bulunmamaktadır.

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 31.maddesinde adli yardım hallerinde Hukuk Usulü Kanunu’nun uygulanacağı açıkça belirtmiştir. 6100 sayılı Hukuk Muhakemesi Kanunu’nun 334.maddesinin 1.fıkrasında “(1) Kendisi ve ailesinin geçimini önemli ölçüde zor duruma düşürmeksizin, gereken yargılama veya takip giderlerini kısmen veya tamamen ödeme gücünden yoksun olan kimseler, iddia ve savunmalarında, geçici hukuki korunma taleplerinde ve icra takibinde, haklı oldukları yolunda kanaat uyandırmak kaydıyla adli yardımdan yararlanabilirler.” hükmü yer almaktadır.

Aynı kanunun madde 336/2’de ise “(2) Talepte bulunan kişi, iddiasının özeti ile birlikte, iddiasını dayandıracağı delilleri ve yargılama giderlerini karşılayabilecek durumda olmadığını gösteren mali durumuna ilişkin belgeleri mahkemeye sunmak zorundadır.” hükmüne yer verilmektedir. 336.maddenin gerekçesinde ise “1086 sayılı Kanunda yer alan ve günümüzde yeterli bir ispat aracı olma özelliğini yitiren, belediye veya ihtiyar heyetlerince verilecek fakirlik şahadetnamesinin sunulması zorunluluğu kaldırıldığı ve mali durumun ispatı bakımından hâkimde kanaat uyandırmaya elverişli belgelerin adli yardım talebi ekinde ibraz edilmesi gerektiği” vurgulanmıştır.

Meslekten çıkarılmış olmam dolayısıyla hiçbir gelirim bulunmamakta olup, aileme bakmak için gerekli mali yeterliliğim de maalesef yoktur. Bu nedenle, Başkanlığınızda görülen davanın yargılama masrafları tarafımı zor duruma düşürmektedir. Bu sebeplerle yargılamanın masrafları yönünden adli yardım kararı verilmesini isteme zarureti doğmuştur.

HUKUKİ SEBEPLER : Anayasa, AİHS, 657 sayılı DMK, 4483 sayılı Kanun, İYUK, 5237 sayılı TCK, 5271 sayılı CMK, taraf olduğumuz uluslararası mevzuat ve sair alakadar mevzuat.

SONUÇ VE TALEP : Yukarıda açıklanan nedenler ve re'sen tespit edilecek sair iptal nedenleri ile öncelikle adli yardım hükümleri uygulanması yönünde karar verilerek devamında;

1. Anayasa’nın 152/1’inci fıkrası gereği, Başkanlığınızca dava konusu KHK’nın Anayasa’ya aykırı olduğunun tespit edilerek hakkımda uygulanması için İTİRAZ YOLUNA BAŞVURULMASINI,

2. Gelecek neticeye göre Anayasa Mahkemesi’nce verilecek yeni kararın Anayasa 152/son fıkrası gereği görülmekte olan davaya uygulanmasını,

3. Bu talebim kabul edilmeyecek olursa, 01.09.2016 tarih ve 29818 (Mükerrer) sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 672 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Kamu Personeline İlişkin Alınan Tedbirlere Dair Kanun Hükmünde Kararname Ek 1 sayılı listede ismimin yer alması sebebiyle kamu görevinden başka hiçbir işleme gerek kalmaksızın çıkarılmama ilişkin işlemin İPTALİ ile bu işlem nedeniyle yoksun kaldığım parasal haklarımın yasal faiziyle birlikte tahsiline karar verilmesini,

4. Yargılama giderlerinin karşı tarafa yükletilmesini talep ederim. 16.09.2016

    Davacı

…………….

Ekler:

1) Kimlik fotokopisi,

2) SGK dökümü (Herhangi bir işe sahip olunmadığını göstermesi için)

3) Başkaca ek varsa yazılacak.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


VardırBirHayr

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş

DANIŞTAY BAŞKANLIĞINA Gönderilmek Üzere

……………………….NÖBETÇİ İDARE MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA

DAVACI: TC KİMLİK NO:1122

ADRES...............................

VEKİLİ(varsa): Av. Adresi

DAVALI : BAŞBAKANLIK -ANKARA

TEBLİĞ TARİHİ : 1.9.2016

DAVA KONUSU: 1.9.2016 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 672 sayılı KHK' yla meslekten çıkartılmama ilişkin Bakanlar Kurulu kararının iptali ile bu işlem sebebi ile uğradığım zararımın tazmini talebidir.

AÇIKLAMALAR

1) ANAYASAYA AYKIRILIK SORUNU

Öncelikle Bakanlar Kurulu tarafından yayımlanarak yürürlüğe giren 672 ( !!!!!veya hangi KHK ile cikarilmişsak onu yazalım!!!!!!!!) sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Anayasaya aykırılığına ilişkin iddialarımız dile getirilecektir.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının, şiddet olaylarının yaygınlaşması ve kamu düzeninin ciddî şekilde bozulması sebepleriyle olağanüstü hal ilânının düzenlendiği 120. maddesinde, Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddî belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddî şekilde bozulması hallerinde, Cumhurbaşkanı Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Milli Güvenlik Kurulunun da görüşünü aldıktan sonra yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde, süresi altı ayı geçmemek üzere olağanüstü hal ilân edebileceği, 121. maddesinde ise Anayasanın 119 ve 120 nci maddeleri uyarınca olağanüstü hal ilânına karar verilmesi durumunda, bu kararın Resmî Gazetede yayımlanacağı ve hemen Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulacağı, Türkiye Büyük Millet Meclisi tatilde ise derhal toplantıya çağırılacağı, Meclisin, olağanüstü hal süresini değiştirebileceği, Bakanlar Kurulunun istemi üzerine, her defasında dört ayı geçmemek üzere, süreyi uzatabileceği veya olağanüstü hali kaldırabileceği,119 uncu madde uyarınca ilân edilen olağanüstü hallerde vatandaşlar için getirilecek para, mal ve çalışma yükümlülükleri ile olağanüstü hallerin her türü için ayrı ayrı geçerli olmak üzere, Anayasanın 15 inci maddesindeki ilkeler doğrultusunda temel hak ve hürriyetlerin nasıl sınırlanacağı veya nasıl durdurulacağı, halin gerektirdiği tedbirlerin nasıl ve ne suretle alınacağı, kamu hizmeti görevlilerine ne gibi yetkiler verileceği, görevlilerin durumlarında ne gibi değişiklikler yapılacağı ve olağanüstü yönetim usulleri, Olağanüstü Hal Kanununda düzenleneceği, olağanüstü hal süresince, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulunun, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda, kanun hükmünde kararnameler çıkarabileceği, Bu kararnamelerin, Resmî Gazetede yayımlanacağı ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulacagı hükme bağlanmıştır.

Anayasanın Temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması başlıklı 15. maddesinde, Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlâl edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilineceği veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilineceği, birinci fıkrada belirlenen durumlarda da, savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında, kişinin yaşama hakkına, maddî ve manevî varlığının bütünlüğüne dokunulamayacağı; kimsenin din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağı ve bunlardan dolayı suçlanamayacağı; suç ve cezalar geçmişe yürütülemeyeceği; suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimsenin suçlu sayılamayacağı düzenlemesine yer verilmiştir.

Anayasada, Anayasa Mahkemesinin görevlerinin düzenlendiği 148. maddede, Anayasa Mahkemesinin, kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün Anayasaya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetleyeceği ve bireysel başvuruları karara bağlayacağı, Anayasa değişikliklerini ise sadece şekil bakımından inceleyeceği ve denetleyeceği, ancak, olağanüstü hallerde, sıkıyönetim ve savaş hallerinde çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla, Anayasa Mahkemesinde dava açılamayacağı belirtilmiştir.

Anayasanın 121 maddesinde; olağanüstü hallerin her türü için ayrı ayrı geçerli olmak üzere, Anayasanın 15 inci maddesindeki ilkeler doğrultusunda temel hak ve hürriyetlerin nasıl sınırlanacağı veya nasıl durdurulacağı, halin gerektirdiği tedbirlerin nasıl ve ne suretle alınacağı, kamu hizmeti görevlilerine ne gibi yetkiler verileceği, görevlilerin durumlarında ne gibi değişiklikler yapılacağı ve olağanüstü yönetim usullerinin Olağanüstü Hal Kanununda düzenlenmesi kuralı doğrultusunda hazirlanan Olağanüstü Hal Kanunu 27.10.1983 tarihli Resmi Gazetede yayımlanmış ve yayımlandığı tarihte de yürürlüğe girmistir.

Olağanustü Hal Kanununun 4. maddesinde, olağanüstü hal süresince, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda Anayasanın 91 inci maddesindeki kısıtlamalara ve usule bağlı olmaksızın, kanun hükmünde kararnamemeler çıkarabileceği belirtildikten sonra şiddet hareketlerinde alınacak tedbirler sayma yoluyla ve aşağıdaki şekilde;

"Madde 11 – Bu Kanunun 3 üncü maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi gereğince olağanüstü hal ilanında; genel güvenlik, asayiş ve kamu düzenini korumak, şiddet olaylarının yaygınlaşmasını önlemek amacıyla 9 uncu maddede öngörülen tedbirlere ek olarak aşağıdaki tedbirler de alınabilir:

a) Sokağa çıkmayı sınırlamak veya yasaklamak,

b) Belli yerlerde veya belli saatlerde kişilerin dolaşmalarını ve toplanmalarını, araçların seyirlerini yasaklamak,

c) Kişilerin; üstünü, araçlarını, eşyalarını aratmak ve bulunacak suç eşyası ve delil niteliğinde olanlarına el koymak,

d) Olağanüstü hal ilan edilen bölge sakinleri ile bu bölgeye hariçten girecek kişiler için kimlik belirleyici belge taşıma mecburiyeti koymak,

e) Gazete, dergi, broşür, kitap, el ve duvar ilanı ve benzerlerinin basılmasını, çoğaltılmasını, yayımlanmasını ve dağıtılmasını, bunlardan olağanüstü hal bölgesi dışında basılmış veya çoğaltılmış olanların bölgeye sokulmasını ve dağıtılmasını yasaklamak veya izne bağlamak; basılması ve neşri yasaklanan kitap, dergi, gazete, broşür, afiş ve benzeri matbuayı toplatmak,(Ek alt bent: 9/4/1990 - KHK - 413/1 md.; Mülga: 9/5/1990 - KHK - 424/12 md.)

f) Söz, yazı, resmi, film, plak, ses ve görüntü bantlarını ve sesle yapılan her türlü yayımı denetlemek, gerektiğinde kayıtlamak veya yasaklamak,

g) Hassasiyet taşıyan kamuya veya kişilere ait kuruluşlara ve bankalara, kendi iç güvenliklerini sağlamak için özel koruma tedbirleri aldırmak veya bunların artırılmasını istemek,

h) Her nevi sahne oyunlarını ve gösterilen filmleri denetlemek, gerektiğinde durdurmak veya yasaklamak,

i) Ruhsatlı da olsa her nevi silah ve mermilerin taşınmasını veya naklini yasaklamak,j) Her türlü cephaneler, bombalar, tahrip maddeleri, patlayıcı maddeler, radyoaktif maddeler veya yakıcı, aşındırıcı, yaralayıcı eczalar veya diğer her türlü zehirler ve boğucu gazlar veya benzeri maddelerin bulundurulmasını, hazırlanmasını, yapılmasını veya naklini izne bağlamak veya yasaklamak ve bunlar ile bunların hazırlanmasına veya yapılmasına yarayan eşya, alet veya araçların teslimini istemek veya toplatmak,

k) Kamu düzeni veya kamu güvenini bozabileceği kanısını uyandıran kişi ve toplulukların bölgeye girişini yasaklamak, bölge dışına çıkarmak veya bölge içerisinde belirli yerlere girmesini veya yerleşmesini yasaklamak, (Ek alt bent: 9/4/1990 - KHK - 413/2 md.; Mülga: 9/5/1990 - KHK - 424/12 md.)

l) Bölge dahilinde güvenliklerinin sağlanması gerekli görülen tesis veya teşekküllerin bulunduğu alanlara giriş ve çıkışı düzenlemek, kayıtlamak veya yasaklamak,

m) Kapalı ve açık yerlerde yapılacak toplantı ve gösteri yürüyüşlerini yasaklamak, ertelemek, izne bağlamak veya toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin yapılacağı yer ve zamanı tayin, tespit ve tahsis etmek, izne bağladığı her türlü toplantıyı izletmek, gözetim altında tutmak veya gerekiyorsa dağıtmak,

n) (Ek: 14/11/1984 - 3076/1 md.) İşçinin isteği, ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller, sağlık sebepleri, normal emeklilik ve belirli süresinin bitişi nedeniyle hizmet aktinin sona ermesi veya feshi dışında kalan hallerde işçi çıkartmalarını işverenin de durumunu dikkate alarak üç aylık bir süreyi aşmamak kaydıyla izne bağlamak veya ertelemek,

o) (Ek: 14/11/1984 - 3076/1 md.) Dernek faaliyetlerini; her dernek hakkında ayrı karar almak ve üç ayı geçmemek kaydıyla durdurmak,ö) (Ek: 14/11/1984 - 3076/1 md.; Değişik: 9/4/1990 - KHK -413/3 md.; Mülga: 9/5/1990 - 424/12 md.; Yeniden düzenleme: 9/5/1990 - KHK - 425/1 md.;İptal:Ana. Mah.'nin 10/1/1991 tarih ve E.1990/25,K.1991/1 sayılı kararıyla.)

p) (Ek: 25/7/1986 - KHK - 259/2 md.; değiştirilerek kabul: 3/9/1986 - 3310/2 md.) Anayasanın 121 inci maddesine göre, olağanüstü halin ilanına veya devamına sebep olan hallerin Türkiye Cumhuriyeti sınırları ve mücavir yurt bölgelerimiz üzerinde cereyan etmesi ve eylemcilerin eylemlerini müteakip komşu ülke topraklarına sığındıklarının tespit edilmesi durumunda, ilgili komşu ülke ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti arasında varılacak mutabakat çerçevesinde, valinin talebi üzerine ilgili komutan, eylemcileri ele geçirmek veya tesirsiz hale getirmek maksadı ile, her defasında Genelkurmay Başkanlığı kanalı ile Hükümetin müsaadesi tahtında, ihtiyaca göre, Kara, Hava veya Deniz Kuvvetleri unsurları ile mahdut hedefli sınır ötesi harekat planlayıp icra etmek.

şeklinde sayılmıştır.

         Anayasadaki bu düzenlemeler bir arada değerlendirildiginde asıl olanın olağan durum olduğu, olağanüstü halin bir hal olduğu ve geçici olduğu, bu geçici durumdan olağan hale dönebilmek için halin gerektirdiği tedbirlerin Anayasanın 15 inci maddesi ile belirlenen ölçülere bağlı kalınarak alınabileceği, bu geçicilik ve sınırlılık sebebiyledir ki olağanüstü hallerde çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla, Anayasa Mahkemesinde dava açılamasına Anayasa yapıcı tarafından gerek duyulmadığı sonucuna ulaşılmıştır.

        Bu değerlendirmenin ruhuna uygun olarak Yasama yetkisinin asıl sahibi Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından ihdas edilen ve yukarıda ilgili maddelerine yer verilen 2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanunu çıkarılmıştır ve halen yürürlüktedir. Bu düzenlemenim tamamında bir geçiciliğin olduğu bellidir. Ölçülüdür bir diğer ifade ile Anayasanın15 inci maddesinde belirlenen sınırlamalara riayet edilmiştir ve halin gereklerine uygundur

. Bu niteliklere sahip olmayan bir olağanüstü hal kararnamesi çıkarılmaz. Çıkarılması durumuna Bakanlar Kurulu konu bakımından yetkisini aşmış ve dolayısıyla Anayasadan alınmayan bir yetki kullanıldığından Anayasa ihlal edilmiş olacaktır.

         Yetkisizce Anayasaya ve hukuka aykırı olarak çıkarılan hele hele geçici olmayan ileriye dönük kalıcı sonuçlar bile doğursa böyele bir olağanüstü hal kararnemsinin Anayasaya aykırılığı 148 inci madde hükmü gereği ileri sürülemeyecek mi ?

         Bu hususun değerlendirmesini Anayasa Mahkemesi; Anamuhalefet Partisi tarafından 9.5.1990 günlü, 424 sayılı "Şiddet Olaylarının Yaygınlaşması ve Kamu Düzeninin Ciddi Şekilde Bozulması Sebebine Dayalı Olağanüstü Halin Devamı Süresince Alınacak İlave Tedbirlere İlişkin Kanun Hükmünde Kararname"nin 1., 2., 3., 4., 5., 6., 7., 8., 9., 10., 11. ve 12. maddeleri ile 9.5.1990 günlü, 425 sayılı "2935 Sayılı Kanun ile 285 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname"in 1., 2-, 3., 4. ve 5. maddelerinin Anayasanın 2., 5., 6., 7., 13., 15., 23., 28., 29., 38., 91., 103., 104., 120., 121. ve 148. maddelerine aykırılığı savıyla iptalleri istemiyle açılan iptal davası hakkında verdiği 10.1.1991 tarih ve E:1990/25, K:1991/1 sayılı kararında yapmıştır

         Anayasa Mahkemesi kararında;

         "Anayasa Mahkemesi Anayasa'ya uygunluk denetimi için önüne getirilen ve yasama veya yürütme organı tarafından yürürlüğe konulan düzenleyici işlemin hukuksal nitelemesini yapmak zorundadır. Çünkü, Anayasa Mahkemesi, denetlenmesi istenilen metine verilen adla kendisini bağlı sayamaz. Bu nedenle, Anayasa Mahkemesi "olağanüstü hal KHK'si" adı altında yapılan düzenlemelerin Anayasa'nın öngördüğü ve Anayasa'ya uygunluk denetimine bağlı tutmadığı gerçekten bir "olağanüstü hal KHK'si" niteliğinde olup olmadıklarını incelemek ve bu nitelikte görmediği düzenlemeler yönünden Anayasa'ya uygunluk denetimi yapmak zorunda" olduğunu,

         "Olağanüstü Hal Yasası ülkenin tümü için çıkarılmış genel nitelikte bir yasadır. Bu yasa ve öngördüğü önlemler herhangi bir zamanda ve herhangi bir yerde veya ülkenin tümünde olağanüstü hal ilân edildiğinde kendiliğinden uygulamaya konulur. Anayasa'nın 121. maddesinin öngördüğü KHK'-ler yalnızca, olağanüstü hal süresince ve olağanüstü hal bölgesinde uygulanmak üzere ve olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda düzenlemeler yapan KHK'lerdir. Ancak, bu koşullan taşıyan KHK kurallarına karşı Anayasa'nın 148. madde hükmü gereğince biçim ve öz yönlerinden Anayasa'ya aykırılık savı ile dava açılamaz. KHK ile yürürlüğe konulan kural, olağanüstü halin gerekli kıldığı konuya ilişkin olsa bile başka bir zamanda veya başka bir yerde olağanüstü hal ilân edilmesi durumunda yürürlüğe girebiliyorsa, başa bir anlatımla, kural konulmasına neden olan olağanüstü halin sona ermesine karşın geçerliliğini yitirmeyip yürürlüğünü sürdürüyorsa olağanüstü hal KHK kuralı sayılamazlar. Olağanüstü hal KHK kuralı niteliğinde görülmeyen kurallar ise Anayasa'ya uygunluk denetimi kapsamına" gireceğini,

          "Olağanüstü hal KHK'leri olağanüstü hal ilân edilen yerlerde ve olağanüstü hal süresince uygulanacak olmaları nedeniyle bu tür KHK'lerle yasalarda değişiklik yapılamaz. Tersi durumda olağanüstü hal ilân edilen bölgenin dışına tasma ve olağanüstü halin sona ermesine karşın kuralın yürürlüğünü koruması söz konusu olacaktır. Diğer yönden Anayasa'nın 121. maddesinin ikinci fıkrasında olağanüstü hal yasasında düzenlenecek konular açıkça belirtilmiştir. Bu nedenle olağanüstü hal yasasında yapılacak bir değişikliğin mutlaka yasayla yapılması zorunludur. Olağanüstü Hal Yasası ile bunda değişiklik yapan yasalar Anayasâ'ya uygunluk denetimine bağlıdırlar. Oysa, yasayla, düzenlenmesi gereken konuların olağanüstü hal KHK'leri ile düzenlenmesi Anayasâ'ya uygunluk denetiminin dışına çıkma sonucunu doğurur. Bu ise Anayasa'nın temelini oluşturan hukuk devleti ilkesiyle" bağdaşmayacağını belirtmiş ve hüküm fıkrasında

           " 1- 2935 sayılı Yasa'nın 11. maddesinin (ö) bendini, 33. ve Ek 1. maddelerini yeniden düzenleyen 1., 2. ve 3. maddelerinin Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasında çıkarılabileceği ve 148. maddesinin birinci fıkrasında da biçim ve öz yönlerinden Anayasa'ya aykırılığı savıyla dava açılamayacağı öngörülen KHK kuralları niteliğinde olmadıklarına ve Anayasa'ya aykırı olduklarından İPTALİNE,

              2- 10.7.1987 günlü, 285 sayılı KHK'nin 4. maddesinin ikinci fıkrasının (g) bendini ve 7. maddesini yeniden düzenleyen 4. maddesiyle yine bu KHK'nin 5. maddesinin 24.7.1987 günlü, 287 sayılı KHK ile değişik beşinci fıkrasını değiştiren 5. maddesi, Anayasa'nın 11. maddesi üçüncü fıkrasında çıkartılabileceği ve 148. maddesinde biçim ve öz yönlerinden Anayasa'ya aykırılığı savıyla Anayasa Mahkemesi'ne dava acılamayacağı öngörülen KHK kuralı niteliğinde olduğundan bu maddelere yönelik iptal isteminin yetkisizlik nedeniyle REDDİNE "

            karar vermiştir.

          ( Önemle belirtelim ki Anayasa Mahkemesinin iptal ettiği kurallardan birisi KHK ile getirilen ve YÜRÜTMENİN DURDURULAMASI KARARI VERİLEMEYECEGİNE ilişkin duzenlemedir.)

Anayasa Mahkemesinin kararı değerlendirildiğinde şu sonuçlara ulaşabiliriz.

          1) OHAL’in gerekli kıldığı konularda çıkarılmayan kararnameler OHAL KHK’si sayılamazlar ve bunlar hakkında AYM’ye iptal davası açılabilir.

         2) OHAL KHK’leri sadece OHAL süresince geçerlidir. OHAL kalkınca bunlar da kendiliğinden yürürlükten kalkar. OHAL’in veya sıkıyönetimin gerekli kıldığı konularda çıkartılan KHK'ler, bu rejimlerin ilan edildiği bölgelerde ve ancak bunların devamı süresince uygulanabilirler.

         3) OHAL KHK'leri yasalarda değişiklik yapamaz. Çünkü bunlar sadece “OHAL’in gerekli kıldığı konular”a ilişkindir ve OHAL süresince geçerlidir. Bu kuralların OHAL bölgeleri dışında veya OHAL’in bitmesinden sonra da devamı isteniyorsa, yasa çıkarmak şarttır.

          Bu tespitler ışında 672 sayılı (VEYA HANGI KHK ISE ONUN NO'SUNU YAZALIM!!!!!) KHK ile getirilen düzenlemeler değerlendirildiğinde bu düzenlemelerin, olağanüstü halin gereklerini aşan nitelikte olduğu, süre yönünden herhangi bir belirleme içermediği, etkilerini olağanüstü halden sonra da devam ettirdiği ve ölçülülük ilkesine aykırı olduğu görülecektir. Bakanlar Kurulu kendisine Anayasa ile verilmeyen konularda yetki kullandığından, bir diğer ifade ile ancak Kanun ile yapılabilecek düzenlemeleri KHK ile yaptığından 672 sayılı KHK Anayasaya aykırıdır ve iptali için Danıştayca dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesi gerekmektedir.

           2) İLK İNCELEMEYE İLİŞKİN İDDİALARIMIZ

            Anayasaya aykırılık hususunun irdelendiği birinci maddede belirtildiği üzere Bakanlar Kurulunun kendisine Anayasa ile verilmeyen bir konuda yetki kullanmıştır. Bakanlar Kurulunun konu bakımından yetkisiz olduğu bir konuda çıkardığı KHK, nitelik itibarıyla Bakanlar Kurulu Kararı niteliğindedir ve dolayısıyla idari davaya konu olabilecek meslekten çıkarma işlemidir.

                        Anayasaya Mahkemesine iptal davası açma yetkisi olan Anamuhalefet partisi veya belli sayıdaki milletvekilinin KHK nın iptali için dava açmaması durumunda Anayasaya aykırı KHK yürürlükte kalmaya devam edecek ve telafisi imkansız hukuka aykırılıklar doğuracaktır. Bunu aşmak için ve hukuk devletinin gereği olarak Danıştayca meslekten çıkarma bir işlem olarak kabul edilerek davanın esasının incelenmesi gerekmektedir.

           3) ESASA İLİŞKİN İDDALARIMIZ

            İdare tarafından tesis edilen işlemler yetki, şekil, konu, sebep ve maksat unsurları bakımından hukuka uygunluk denetimine tabidirler. İdare işlemi belli bir gerekçe ile tesis eder. Gerekçe olarakta belli sebeplere dayanmak zorundadır. Dayandığı bu sebepler gerçek olmalı, ispatlanabilmeli ve hukuka uygun olmalıdırlar. Tesis edilen işlemin bu husuları taşıyıp taşımadığı yargılama aşamasında değerlendirilecektir. Ayrıca idare tarafından işlemin sebebi somut olarak bildirilmeli ki işlemin muhatabı olanlar savunmalarını yapabilsinler.

           Benim meslekten ihracıma sebep olarak kararnamenin 2 n i maddesinde " Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olamak" gösterilmistir. Bu sebeplerin gerçekliğine ilişkin ise hiçbir somut bilgi, belge bulunmadığı gibi emare dahi yoktur. Bunların hepsi iddia niteliğinde isnatlardır ve bu isnatta bulunanlar tarafından ispat edilmek zorundadır. Bunlar ispat edilmeksizin alınan bütün kararlar hukuk mantığına, evrensel hukuk kurallarına ve vicdana aykırı olacaktır.

              Hakkımda hukuka uygun olarak tamamlanmış bir soruşturma bulunmamaktadır. Bu iddalara ve dava konusu işleme idare tarafından sebep olarak gösterilen hususların varlığına ilişkin herhangibir mahkeme kararı da yoktur.

             Milli Güvenlik Kurulunca bazı yapı, oluşum ve grublar devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna kararlaştırılmış, yine birileri tarafından benim de bu yapılarla bir şekilde bağım olduğuna karar verilmiş, daha açığı iddia edilmiştir.

             Bu kararların hukuk karşısında hiç bir kıymeti olamaz. Herkes herkes hakkında belli iddialarda bulunabilir. Böyle bir iddia durumunda hele bu iddia bireye karşı güçlü idareden geliyorsa kişileri idare karşısında korumak amacıyla belli usul kuralları getirilmiştir. Bu usul kuralları çerçevesinde yapılacak soruşturma ve yargılama neticesinde kişiler hakkında ancak belli bir isnatta bulunulabilir. Kaldı ki bu bile yeterli değildir. Yapılan isnadın gerçek olmadığinı düşünen kişilere dava açma hakkı, dava sonunda da temyiz hakkı gibi haklar tanınmıştır.

            Bu durum ortaçağda ki itham uygulamalarından daha geri bir uygulamadır. O dönemde kişilere önce belli suçlar isnat edilir. Sonra kişilerden kendilerinin masum olduklarını ispat etmeleri istenirdi. Şu an ki uygulamada masum olduğumuzu ispat etmemize imkan tanımamak için yargı yolu kapatılmaya çalışmaktadırlar.

            Alınan bu karar yukarıda açıklanan sebeplerle hukuk kurallarına açıkca aykırıdır. İptal edilmemesi halinde önce hukuk zedelenecek sonra ise biz bireyler için telafisi imkansız zararlar oluşacaktır.

            SONUÇ: Def'i yoluyla KHK nin iptali için Anayasaya mahkemesine dosyanın gönderilmesine ve dava konusu meslekten çıkarma işleminin iptali ile bu işlem sebebiyle uğradığım zararların tazmin edilmesine karar verilmesini saygilarimla talep ederim.

                                                                                                                  DAVACI ADI SOYADI İMZA

 

 

“Anayasa’ya Aykırılık İddiası İçermektedir.”

DANIŞTAY’ IN İLGİLİ DAİRESİNE

GÖNDERİLMEK ÜZERE

      ......... NÖBETÇİ İDARE MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI’NA

DAVACI : AD / SOYAD (Vatandaşlık Numarası: )

ADRES : …………

DAVALI : BAŞBAKANLIK- ANKARA

D. KONUSU : Davalı İdare’nin ……………………. tarihli ve …………… sayılı Resmi Gazetede yayımlanan …. Sayılı Kanun Hükmünde Kararname neticesinde Memuriyetten İhraç Kararının ÖNCELİKLE ANAYASAYA AYKIRI olması nedeniyle somut norm denetimi yapılmak üzere dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesi ve yargılama neticesinde ilgili işlemin İPTALİNE yönünde karar verilmesi talebidir.

TEBLİĞ TARİHİ : ……………..

OLAYLAR :

( BU BÖLÜMDE HERKES KENDİNE GÖRE MENFUR DARBE GİRİŞİMİNİ KINAMALI, HİÇBİR ÖRGÜT İLE BAĞLANTISININ OLMADIĞI, HAKKINDA BİR SORUŞTURMA YAPILMADAN MEMURİYETTEN İHRAÇ EDİLDİĞİ ANLATILMALIDIR. KİŞİ KENDİ VE MESLEKİ GEÇMİŞİ, BAŞARILARI HAKKINDA KISACA BİLGİ VERMELİDİR.)

……… Müdürlüğü’nde ……… siciliyle ……… olarak görev yapmakta iken ………. tarihinde yayınlanan ……….. sayılı Kanun Hükmünde Kararname memurluktan ihraç edildim.

AÇIKLAMALAR :

1- İDARENİN HER TÜRLÜ EYLEM VE İŞLEMLERİ YARGI DENETİME TABİDİR. BU DURUM HUKUK DEVLETİ İLKESİNİN BİR GEREĞİDİR. HAKKIMDA SORUŞTURMA DAHİ YAPILMADAN SOMUT HİÇ BİR DELİL GÖSTERİLMEDEN VERİLEN İHRAÇ KARARI HUKUKUN EVRENSEL İLKELERİNE AYKIRIDIR.

AY m.125: İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır. Kamu hizmetleri ile ilgili imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinde bunlardan doğan uyuşmazlıkların milli veya milletlerarası tahkim yoluyla çözülmesi öngörülebilir. Milletlerarası tahkime ancak yabancılık unsuru taşıyan uyuşmazlıklar için gidilebilir.

Cumhurbaşkanının tek başına yapacağı işlemler ile Yüksek Askeri Şuranın kararları yargı denetimi dışındadır. Ancak, Yüksek Askeri Şuranın terfi işlemleri ile kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma hariç her türlü ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolu açıktır.

İdari işlemlere karşı açılacak davalarda süre, yazılı bildirim tarihinden başlar.

Yargı yetkisi, idari eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olup, hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz. Yürütme görevinin kanunlarda gösterilen şekil ve esaslara uygun olarak yerine getirilmesini kısıtlayacak, idari eylem ve işlem niteliğinde veya takdir yetkisini kaldıracak biçimde yargı kararı verilemez.

İdari işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkansız zararların doğması ve idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda gerekçe gösterilerek yürütmenin durdurulmasına karar verilebilir.

Kanun, olağanüstü hallerde, sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halinde ayrıca milli güvenlik, kamu düzeni, genel sağlık nedenleri ile yürütmenin durdurulması kararı verilmesini sınırlayabilir.

İdare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.

Anayasanın amir hükmü gereği meslekten çıkarmalara karşı yargı yolu açık olup, sadece KHK kapsamında alınan karar ve yapılan işlemlere karşı açılan davalarda yürütmenin durdurulmasına karar verilmesi yasaklanmıştır.

Olağanüstü halde çıkarılan KHK için Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamayacağı, iptal davası açılamayacağı ileri sürülse de, Anayasa m.152 ye göre Anayasaya aykırılığın ciddi bulunup mahkemece ileri sürülebilmesi kuralı işletilmek suretiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurulması istisnai olarak mümkündür.

Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuki güvenliği sağlayan, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve kanunlarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devletinde kanunların kamu yararı gözetilerek çıkarılması zorunludur. Kanun koyucunun, Anayasa'ya ve hukukun genel ilkelerine aykırı olmamak kaydıyla her türlü düzenlemeyi yapma konusunda takdir yetkisi bulunmaktadır.

Olağanüstü halin ilanı ile başlayan süreçte yaşananlarda “hukuk devleti” ilkesi askıda değildir.

Anayasanın herhangi bir hükmünü yorumlayarak hak arama özgürlüğünün engellenmesi; hukukun temel ilkeleriyle, hukuk devletinin varlığı ve amacı ile bağdaşmayan nitelik taşıyacaktır.

Olağanüstü halde çıkarılan KHK’ların yer, süre, konu ve kapsam bakımından Anayasa Mahkemesi tarafından incelenebileceği söylenebilir, çünkü “hukuk devleti” ilkesi varlığını bu dönemde de korumaktadır.

2- HAKKIMDA VERİLEN İHRAÇ KARARI ÖLÇÜLÜ OLMAMAK İLE BİRLİKTE, DURUMUN GEREKTİRDİĞİ TEDBİRLERDEN DE DEĞİLDİR. ÇÜNKÜ YAŞANILAN MENFUR DARBE GİRİŞİMİ İLE BİR ALAKAM OLMAYIP, HERHANGİ BİR ÖRGÜT İLE DE İLİŞKİM YOKTUR. AYRICA YAPILAN BU İŞLEM İLE MASUMİYET KARİNESİ DE AÇIKÇA İHLAL EDİLMEKTEDİR.

AY m. 15 - Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlal edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir.

Birinci fıkrada belirlenen durumlarda da, savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında, kişinin yaşama hakkına, maddi ve manevi varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.

Anayasa, idareye, özellik taşıyan bu tehlikeli halleri ortadan kaldırabilmenin gerekli kıldığı "özel" yetkileri vermeyi ilke olarak kabul etmiş ve sıkıyönetimi bir kurum olarak kendi içinde bizzat düzenlemiştir. Hemen belirtmek gerekir ki, Anayasanın olağanüstü hal durumunda olağan durumlardakine benzemeyen birtakım yasa kurallarının konulacağını, temel hak ve özgürlüklerin olağan durumlardakinden daha çok sınırlandırılacağını kabul etmekle birlikte özgürlüklere ve temel haklara getirilecek sınırlamaların olağanüstü halin doğurduğu zorunlukların gerekli kıldığı ölçüleri aşamayacağını da açıkça vurgulamıştır.

Anayasanın, temel hak ve özgürlüklerin olağan durumlardakinden daha çok sınırlandırılmasına izin veren 15. ve 121. maddelerinin açık metninden de anlaşılacağı üzere olağanüstü halin dayanağını Anayasadan ve Anayasanın üstünlüğü ilkesinden alan hukuksal bir kurum olup olağanüstü halin ilânını gerektiren hallere bağlı olarak yürürlüğe konulan ve bu hallerin ortadan kalkması durumunda sona eren geçici bir rejimdir.

Anayasa mahkemesi bir kararında bunu şu şekilde vurgulamıştır. “Temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması” başlığını taşıyan Anayasanın 15. maddesinin 1. fıkrasında “Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde ... durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir” denilmektedir. Dolayısıyla, bu düzenleme ile olağanüstü durumlarda temel hak ve özgürlüklerin kısmen veya tamamen durdurulması, durumun gerektirdiği ölçüde olabilmektedir. Hak ve hürriyetlerin durdurulması yahut bunlara ilişkin güvencelere aykırı tedbirler alınmasında, “durumun gerektirdiği ölçü” içinde kalınmayarak yani “istisna”da orantı korunmayarak ve uluslararası hukuktan doğan yükümlülükler de ihlal edilerek 285 sayılı KHK’nin 7. maddesi ile hak arama özgürlüğüne ilişkin olarak engelleme getirilmesi, Anayasanın 15. maddesinde belirtilen sınırları aşması nedeniyle bu maddeye açıkça aykırılık oluşturmaktadır. ( AYM 2003/28 E. , 2003/42 K. )

3- ÇIKARILAN OLAĞANÜSTÜ KANUN HÜKMÜNDE KARARNAME İLE HAK ARAMA ÖZGÜRLÜĞÜ İHLAL EDİLEREK ANAYASAYA VE AİHS SÖZLEŞMESİNE VE HUKUKUN GENEL PRENSİPLERİNE AYKIRI ŞEKİLDE İŞLEM TESİS EDİLMİŞTİR.

AY M. 36 - Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.

Anayasanın “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” başlığını taşıyan 13. maddesinin 1. fıkrasında; “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” denilmektedir.

Ülkemizin de taraf olduğu İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 6. maddesi ile de güvenceye kavuşturulan bütün hak ve özgürlükleri korumaya yönelik “hak arama özgürlüğünün”; özüne dokunacak nitelikte, bir tasarrufla kullanımının engellenmesi niteliğinde olması sebebiyle, Anayasanın 13. maddesinde yer alan sınırlamaların kapsamı dışına çıktığından iptali gerekir.

AİHS Madde 6 - Adil yargılanma hakkı. Her şahıs gerek medeni hak ve vecibeleriyle ilgili nizalar gerek cezai sahada kendisine karşı serdedilen bir isnadın esası hakkında karar verecek olan, kanuni, müstakil ve tarafsız bir mahkeme tarafından dâvasının mâkul bir süre içinde hakkaniyete uygun ve aleni surette dinlenmesini istemek hakkını haizdir.

Hüküm aleni olarak verilir, Şu kadar ki demokratik bir toplulukta âmme intizamının veya millî güvenliğin veya ahlâkın yararına veya küçüğün menfaati veya dâvaya taraf olanların korunması veya adaletin selâmetine zarar verebileceği bazı hususi hallerde, mahkemece zaruri görülecek ölçüde, aleniyet dâvanın devamınca tamamen veya kısmen basın mensupları ve halk hakkında tahdid edilebilir.

2. Bir suç ile itham edilen her şahıs suçluluğu kanunen sabit oluncaya kadar masum sayılır.

3. Her sanık ezcümle:

a) Şahsına tevcih edilen isnadın mahiyet ve sebebinden en kısa bir zamanda, anladığı bir dille ve etraflı surette haberdar edilmek,

b) Müdafaasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara malik olmak,

c) Kendi kendini müdafaa etmek veya kendi seçeceği bir müdafii veya eğer bir müdafi tâyin için mali imkânlardan mahrum bulunuyor ve adaletin selâmeti gerektiriyorsa, mahkeme tarafından tayin edilecek bir avukatın meccani yardımından istifade etmek,

d) İddia şahitlerini sorguya çekmek, veya çektirmek, müdafaa şahitlerinin de iddia şahitleriyle aynı şartlar altında davet edilmesini ve dinlenmesinin sağlanmasını istemek,

e) Duruşmada kullanılan dili anlamadığı veya konuşamadığı takdirde bir tercümanın yardımından meccanen faydalanmak, haklarına sahiptir.

İç hukukta mahkemeye erişim hakkının engeli; hem anayasal ve hem de yasal düzenlemelerle mahkemeye başvurunun yasaklanması nedeniyle başvurunun yapılmaması veya yapılamamasını ve hem de iç hukukta yapılan bir başvurunun mahkemeye erişim hakkının yasaklandığı durumlar AİHS 6. Maddenin ihlali anlamı taşımaktadır.

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Büyük Dairesi 23.06.2016 tarihli ve 20261/12 başvuru numaralı Baka - Macaristan kararında, başvurucunun iç hukukta mahkemeye erişim hakkının kısıtlandığından bahisle doğrudan yaptığı başvuruyu kabul etmiş ve bu kısıtlılığın İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 6. maddesi ile güvence altına alınan dürüst yargılanma hakkının ihlali olduğu sonucuna varmıştır.

Mahkeme; somut olayın özellikleri doğrultusunda mahkemeye erişim hakkının dava konusu düzenlemenin kabul edildiği süreçte değil, bu süreçten önce iç hukukta kapsam dışı olup olmadığının değerlendirilmesi gerektiği görüşündedir. Aksi bir yaklaşım, başvurucunun hakkına müdahale teşkil eden düzenlemenin aynı zamanda başvurucunun mahkemeye erişim hakkının kapsam dışı bırakılmasının yasal dayanağı olabileceği anlamına gelecektir. Bu husus; üye devletlerin söz konusu uyuşmazlıkları yargı denetimi kapsamı dışında bırakan geçici yasal düzenlemeler yaparak, kamu çalışanlarının bireysel uyuşmazlıklarda mahkemeye erişim hakkını engellemelerine imkan sağlayabilecektir.

Somut olayda, başvurucunun süresinden önce Yüksek Mahkeme Başkanlığı görevinin sona erdirilmesinin yargısal denetimi yapılmamış olup, bu husus yargı yetkisi bulunan herhangi bir merciin denetimine de açık tutulmamıştır. Yargı denetimi yoksunluğu, “hukukun üstünlüğü” prensibine uygunluğu konusunda şüphe uyandıran bir düzenlemenin sonucudur.

Tüm bu hususlar ışığında Mahkeme; başvurucunun şikayetini kabul edilebilir bulmuş, dürüst yargılanma hakkının demokratik bir toplum düzeninde gerekli olan hallerde sınırlandırılabileceğini, fakat somut olayda sınırlandırmanın demokratik bir toplum düzeni için gerekli olmadığını belirterek, Sözleşmenin 6. maddesinin ihlal edildiğine hükmetmiştir.

Bu karar ışığında doğru olan, ihraç kapsamına girenlere iç hukukta yargı yolunun açık tutulmasıdır. Aksi halde; sonradan Anayasa, kanun veya KHK değişikliği ile hak arama hürriyetinin kısıtlanması, dürüst yargılanma hakkının ihlali anlamını taşıyacaktır. Dürüst yargılanma hakkı; yalnızca ceza yargılamalarını değil, Özel Hukuk ve hatta idari yargılamaları da kapsar.

Yargı denetimi yoksunluğu, “hukukun üstünlüğü” prensibine uygunluğu konusunda şüphe uyandıran bir düzenlemenin sonucudur.

657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun “Müracaat, Şikâyet ve Dava Açma” başlıklı 21. maddesi 1. fıkrasındaki; “Devlet memurları kurumlarıyla ilgili resmi ve şahsi işlerinden dolayı müracaat; amirleri veya kurumları tarafından kendilerine uygulanan idari eylem ve işlemlerden dolayı şikâyet ve dava açma hakkına sahiptirler.” hükümlerince de dava açma ve savunma hakkı yasal güvence altına alınmıştır.

Sonuç olarak KHK Hükümleri ile kamu görevinden çıkarılanların bu uygulamaya karşı Yargıya müracaatında herhangi bir kanuni engel bulunmamaktadır.

4- SIKIYÖNETİM DÖNEMİNDE MESLEKTEN İHRAÇ EDİLEN ÖĞRETİM GÖREVLİLERİ HAKKINDA DANIŞTAY İÇTİHADI BİRLEŞTİRME KURULU SIKIYÖNETİM TEDBİRLERİNİN SADECE O DÖNEME İLİŞKİN OLACAĞI, ANAYASANIN TEMEL İLKELERİNE UYGUN OLMASI GEREKTİĞİNİ BELİRTEREK İLGİLİ KİŞİLERİN GÖREVLERİNE DÖNEBİLECEKLERİNE KARAR VERMİŞTİR.

Danıştay İçtihadı Birleştirme Kurulu’ nun 1988/6 E. , 1989/4 K. Sayılı kararında özetle şöyle denilmektedir:

a- Adı geçen madde ile sıkıyönetim komutanlarına verilen yetki, bu yetkinin kullanılması için gerek yasada açıklanan sebeplerin belirsizliği, gerekse kamu personeli için güvence sağlayacak bir usulün düzenlenmemiş olması yönlerinden kişisel değerlendirmelere, keyfi ve kamu yararı amacı dışında uygulamalara müsait bir yetkidir. Yasada, bu yetkinin kullanılması için gösterilen "hizmetleri yararlı" olmamak sebebinin sıkıyönetimin amacı ve ilânını gerektiren Anayasal nedenlerle hiç bir ilgisi bulunmamaktadır.

b- Anayasanın, temel hak ve özgürlüklerin olağan durumlardakinden daha çok sınırlandırılmasına izin veren 15. ve 122. maddelerinin açık metninden de anlaşılacağı üzere sıkıyönetim dayanağını Anayasadan ve Anayasanın üstünlüğü ilkesinden alan hukuksal bir kurum olup sıkıyönetimin ilânını gerektiren hallere bağlı olarak yürürlüğe konulan ve bu hallerin ortadan kalkması durumunda sona eren geçici bir rejimdir. Sıkıyönetim rejiminin bu niteliği, sıkıyönetim idaresince alınan önlemlerin sıkıyönetimin kalkmasıyla birlikte sona erdiğinin kabulünü de zorunlu kılar.

c- Sıkıyönetim komutanlığınca hak ve özgürlüklerin kısıtlanması ve durdurulması yolunda alınan karar ve önlemlerin yürürlük ve etkilerinin sıkıyönetimin kalkmasından sonra da devam etmesine ve giderek bu hak ve özgürlüklerin yok edilmesine yol açacak bir anlayış ve uygulamanın, hem 122. maddenin bu önlemlerin alınmasını sıkıyönetim halinin varlığına bağlayan açık hükmüyle hem de Anayasanın temel hak ve hürriyetlere getirilecek sınırlamaların sınırını belirleyen 13. maddesinin 2. fıkrasıyla bağdaştırılması mümkün değildir. 13. maddenin ikinci fıkrası temel hak ve hürriyetlerle ilgili genel ve özel sınırlamaların "öngörüldükleri amaç dışında" kullanılamayacaklarını özellikle vurgulamış bulunduğu için sıkıyönetim ilânını gerektiren hallerin ortadan kaldırılması amacıyla temel hak ve hürriyetlerin kullanımını "kısıtlayıcı" veya "durdurucu" yönde sıkıyönetim komutanlığınca alınan karar ve önlemlerin sıkıyönetim kalktıktan ve olağan duruma geçildikten sonra da yürürlükte kalabilmelerine hukuken olanak yoktur.

d- Anayasa'nın 15. maddesi kapsamına giren Yasalardaki kuralların "Anayasa'nın temel ilkelerine ve bu ilkelere egemen olan hukukun ana kurallarına olabildiğince uygun düşecek biçimde yorumlanmaları" hukuk devleti ilkesinin bir gereğidir. Bu nedenlerle, ağır toplumsal koşulların varlığı ve baskısı altında ve olağanüstü bir yönetim döneminde yürürlüğe konulan 2766 sayılı Yasadaki söz konusu hükmün anlamının, amaçsal bir yorumla ve sıkıyönetimin hukuki yapısına ve bu yönetim halinde özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin yukarıda açıklanan Anayasa ilkeleri göz önünde bulundurularak belirlenmesi gerekmektedir. Bir yandan nitelikleri yukarıda açıklanan ve hakkında hukuk yollarına başvurma olanağı bulunmayan işlemle bu işlem için öngörülen yaptırım arasında adil bir denge Kurulmasının hak, adalet ve hukuk devleti ilkelerinin bir gereği olması; öte yandan dayanağını Anayasa'nın 122. maddesinden alan ve bu maddede belirtilen durumlara bağlı olarak yürürlüğe konulan sıkıyönetimin geçici bir nitelik taşıması, dolayısıyla sıkıyönetim komutanlığınca alınan önlemlerin de sıkıyönetim süresi ile sınırlı bulunması; Anayasa'nın 15. ve 122. maddelerinde sıkıyönetim halinde temel hak ve özgürlüklerin durumun gerektirdiği ölçüde kısıtlanabileceğinin veya durdurulabileceğinin, 13. maddesinde de bu sınırlamaların Anayasa'nın özüne ve ruhuna uygun olması gerektiğinin, demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamayacaklarının ve öngörüldükleri amaç dışında kullanılamayacaklarının açıklanmış olması nedenleri ile 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu'nun 2. maddesinin 2766 sayılı Yasa ile değişik son fıkrasında yer alan "... bir daha kamu hizmetlerinde çalıştırılamazlar." ibaresini sıkıyönetim süresiyle sınırlı bir hüküm olarak değerlendirmek ve bunun sadece sıkıyönetim süresince hukuki sonuç doğurabileceğini kabul etmek gerekmektedir.

HUKUKSAL NEDENLER : AİHS, Anayasa, İYUK, D.M.K., İlgili Yönetmelik, Diğer Mevzuat

TALEP SONUCU VE İSTEM: Yukarıda arz ve izah edilen nedenler doğrultusunda Davalı İdare’nin ……………………. tarihli ve …………… sayılı Resmi Gazetede yayımlanan ………. Sayılı Kanun Hükmünde Kararname neticesinde Memuriyetten İhraç Kararının ÖNCELİKLE ANAYASAYA AYKIRI olması nedeniyle somut norm denetimi yapılmak üzere dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesi ve yargılama neticesinde ilgili işlemin İPTALİNE yönünde karar verilmesini saygılarımla talep ederim. …/…/…..

                                                                                         Davacı

BU BÖLÜM DİLEKÇE

TAMAMLANDIĞINDA SİLİNMESİ UNUTULMAMALIDIR.

NOT: DİLEKÇELERİN AYNI OLMAMASI İÇİN;

1-EKLEME ÇIKARMA YAPILMALI

2-YAZI TİPİ DEĞİŞRİRİLMELİ

3-MADDELERİN SIRALAMALARI DEĞİŞTİRİLMELİ

4-…….

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DANIŞTAY İLGİLİ DAİRE BAŞKANLIĞINA
GÖNDERİLMEK ÜZERE
… İDARE MAHKEMESİ/ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA

ADLİ YARDIM TALEPLİDİR
DAVACI : İsim-soyisim (TC.Kimlik No:…………)
 Adres:
DAVALI : Başbakanlık-Ankara
KONUSU : 01/09/2016 tarih ve 298818 sayılı resmi gazetede yayınlanan 01/09/2016 tarih ve 672 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Kamu Personeline İlişkin Alınan Tedbirlere Dair Kanun Hükmünde Kararname ile Emniyet Genel Müdürlüğündeki/Milli Eğitim Bakanlığındaki/Sağlık Bakanlığındaki görevimden çıkarılmama ilişkin işlemin iptali, itiraz yoluyla Anayasa’ya aykırılığı öne sürülen 672 sayılı KHK’nin 2.maddesinin Anayasaya aykırılığının tespit ve iptali talebinden ibarettir.
TEBLİĞ TARİHİ : 672 sayılı KHK’nin resmi gazetede ilan tarihi 01/09/2016
AÇIKLAMALAR :
GİRİŞ :
15 Temmuz 2016 günü gerçekleşen hain darbe girişiminin ardından 20/07/2016 tarihli ve 2016/9064 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla ülke genelinde üç ay süreyle olağanüstü hal ilan edilmiş ve bu kapsamda farklı tarihlerde olağanüstü hal kararnameleri çıkarılmıştır. Bu kararnameler ile çok sayıda kamu görevlisi başka bir işleme gerek kalmaksızın ve herhangi bir soruşturma yapılmaksızın yürüttüğü kamu görevinden çıkarılmıştır.

01/09/2016 tarihine kadar Emniyet Genel Müdürlüğü personeli olarak … ilinde … biriminde … sicil sayılı polis memuru olarak görev yapmakta iken 01/09/2016 tarihinde 672 sayılı kanun hükmünde kararnamenin resmi gazetede yayınlanması ile  görevimden çıkarılmış oldum. (bu bölüm ilgilinin görev durumuna göre yazılmalıdır, sağlık bakanlığında hemşire, MEB te öğretmen gibi)

Söz konusu kararname yayınlanmadan önce de darbe girişiminin ardından … tarihinde görevden uzaklaştırılmış idim. (görevden uzaklaştırma yoksa bu ifade silinmeli)Kararname ile birlikte de görevime sebepsiz olarak son verilmiş oldu. 

KHK’nin Meslekten çıkarılmama neden olan 2.maddesi şu şekildedir;
MADDE 2- (1) Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan;
a) Ekli (1) sayılı listede yer alan kişiler kamu görevinden,
b) Ekli (2) sayılı listede yer alan kişiler Emniyet Genel Müdürlüğü teşkilatından,
c) Ekli (3) sayılı listede yer alan kişiler Jandarma Genel Komutanlığı teşkilatından,
ç) Ekli (4) sayılı listede yer alan kişiler Sahil Güvenlik Komutanlığı teşkilatından,
başka hiçbir işleme gerek kalmaksızın çıkarılmıştır. Bu kişilere ayrıca herhangi bir tebligat yapılmaz. Haklarında ayrıca özel kanun hükümlerine göre işlem tesis edilir.
(2) Birinci fıkra gereğince kamu görevinden, Emniyet Genel Müdürlüğü teşkilatından, Jandarma Genel Komutanlığı teşkilatından ve Sahil Güvenlik Komutanlığı teşkilatından çıkarılan kişilerin, mahkûmiyet kararı aranmaksızın, rütbe ve/veya memuriyetleri alınır ve bu kişiler görev yaptıkları teşkilata yeniden kabul edilmezler; bir daha kamu hizmetinde istihdam edilemezler, doğrudan veya dolaylı olarak görevlendirilemezler; bunların uhdelerinde bulunan her türlü mütevelli heyet, kurul, komisyon, yönetim kurulu, denetim kurulu, tasfiye kurulu üyeliği ve sair görevleri de sona ermiş sayılır. Bunların silah ruhsatları, gemi adamlığına ilişkin belgeleri ve pilot lisansları iptal edilir ve bu kişiler oturdukları kamu konutlarından veya vakıf lojmanlarından onbeş gün içinde tahliye edilir. Bu kişiler özel güvenlik şirketlerinin kurucusu, ortağı ve çalışanı olamazlar. Bu kişiler hakkında ilgili bakanlık ve kurumlarca ilgili pasaport birimine derhal bildirimde bulunulur. Bu bildirim üzerine ilgili pasaport birimlerince pasaportlar iptal edilir.
KHK’nın 2.maddesinin 1 fıkrasının (ç) bendinde belirtilen Ekli (4) sayılı listenin … sırasında ismim yer almaktadır. Kanun Hükmünde kararnamenin bir maddesi ve ekinde nasıl hazırlandığı belli olmayan bir liste sebebiyle gerekçesiz ve hukuka aykırı olarak meslekten çıkarılmama neden olan işlemin hukuka aykırılığına ve iptalinin gerektiğine dair izahatlarım farklı başlıklar altında aşağıda sunulmuştur. 

672 SAYILI KHK’NİN NEDEN OLDUĞU MAĞDURİYETE KARŞI DAVA HAKKIMIN BULUNDUĞUNA DAİR AÇIKLAMALAR
Dava konusu işlemin hukuka aykırılığına ilişkin izahat yapmadan önce hakkımda tesis edilen işleme karşı dava hakkımın varlığına ilişkin kısa bir açıklama yapmayı gerekli görüyorum. 
672 sayılı KHK incelendiğinde, bu KHK sebebiyle hakları muhtel olanların idari yargı mercilerinde dava açma haklarının engellenmesine dair bir hüküm olmadığı da görülecektir. Hatta öyle ki 667 ve 668 nolu KHK’lerde yer alan yürütmenin durdurulmasını engelleyici hüküm de 672 nolu KHK’da yer almamaktadır. Aslında yürütmenin durdurulmasını engelleyici hükmün KHK’larda yer alması bile iptal davası hakkının her halükarda mevcut olduğunun KHK’yi hazırlayan Bakanlar Kurulunca da bilindiğini göstermektedir.

Kaldı ki Anayasa’nın, “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36.maddesinde; 
MADDE 36- (Değişik: 3/10/2001-4709/14 md.) Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.
“Temel hak ve hürriyetlerin korunması” başlıklı 40.maddesinde;
MADDE 40- Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlâl edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkânının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir. 
(Ek fıkra: 3/10/2001-4709/16 md.) Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.

“Yargı yolu” başlıklı 125.maddesinde;
MADDE 125- İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır…” denilerek dava hakkının varlığı Anayasal güvenceye alınmıştır.

Bu konuda özel düzenleme olan 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 21.maddesi de şu şekildedir; Madde 21 – (Değişik: 12/5/1982 - 2670/9 md.) Devlet memurları kurumlarıyla ilgili resmi ve şahsi işlerinden dolayı müracaat; amirleri veya kurumları tarafından kendilerine uygulanan idari eylem ve işlemlerden dolayı şikayet ve dava açma hakkına sahiptirler.

Uygulamayı isteme hakkı başlıklı 17.maddede ise; “Devlet memurları, bu kanun ve bu kanuna dayanılarak yayınlanan tüzük ve yönetmeliklere göre tayin ve tesbit olunup yürürlükte bulunan hükümlerin kendileri hakkında aynen uygulanmasını istemek hakkına sahiptirler.” Denilmektedir.

Yine Anayasa’nın 125.maddesinin devamı fıkralarında; ”Kanun, olağanüstü hallerde, sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halinde ayrıca millî güvenlik, kamu düzeni, genel sağlık nedenleri ile yürütmenin durdurulması kararı verilmesini sınırlayabilir.” Denilerek dava hakkının sınırlandırılamayacağı ancak yürütmenin durdurulmasına ilişkin sınırlama getirilmesinin mümkün olduğu belirtilmiştir. 

Son olarak Anayasa’nın 104.maddesinde Cumhurbaşkanının yürütmeye ilişkin görevleri arasında; “Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu kararıyla sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilân etmek ve kanun hükmünde kararname çıkarmak”, da yer almaktadır. Anayasa’nın bu hükmü ile Kanun Hükmünde Kararnamenin yürütmeye yani devletin idaresine ilişkin bir işlem olduğu kabul edilmiştir. Bu hüküm de söz konusu KHK sebebiyle ortaya çıkan birel duruma karşı dava hakkının var olduğuna ayrı bir Anayasal dayanaktır. 

Benzer durumda yine 2935 sayılı Olağanüstü Hal kanunu gerekçe gösterilerek çıkarılan 285 sayılı, 10/07/1987 tarihli ve Olağanüstü Hal Bölge Valiliği İhdası Hakkında Kanun Hükmünde Kararname sebebiyle hakkında naklen atama işlemi yapılan bir kamu görevlisinin Konya İdare Mahkemesine işlemin iptali talebi ile yaptığı başvuruda 14.3.2002 günlü, E:2001/806, K:2002/370 sayılı karar ile KHK’nin 7. maddesi uyarınca bu teklifler sonucunda idareler tarafından tesis edilen işlemler aleyhine yargı yolunun kapalı olduğu, bu nedenle açılan davanın incelenme olanağının bulunmadığı gerekçesiyle davanın incelenmeksizin reddine karar verilmiş, davacı hak arama hakkını sınırlayan bu düzenlemenin Anayasa Mahkemesine götürülmesi gerektiğini ileri sürmekte ve anılan kararın temyizen incelenerek bozulmasını istememiş, Danıştay Beşinci Dairesi E:2002/1311 sayılı ve 19.11.2002 günlü kararıyla 285 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 7. maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurmuş, Anayasa Mahkemesi 22.5.2003 günlü, E:2003/28, K:2003/42 sayılı kararı ile 10.7.1987 günlü, 285 sayılı &Olağanüstü Hal Bölge Valiliği İhdası Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin &425 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile yeniden düzenlenen 7. maddesinin Anayasa'ya aykırı olduğuna ve iptaline karar verilmiştir. Anılan KHK’de idari yargı yolunu kısıtlayan bir hüküm bulunmasına rağmen bu hükmün hak arama hürriyetini ortadan kaldırdığı gerekçesi ile Anayasa Mahkemesince iptal edilmesi ortada iken, somut olayda KHK’de idari dava açmayı engelleyen bir durum bulunmamasına rağmen bu yönde tartışmaların bulunması mesnetsizdir, hukuk güvenliğine de aykırıdır. Ayrıca şunu da belirtmek isteriz ki Anayasa Mahkemesince iptal edilen bu KHK hükmünün Anayasa’ya aykırı olduğu daha önceki bir tarihte yine idari yargıda görülen bir davada öne sürülmüş, bu itirazı değerlendiren Anayasa Mahkemesi söz konusu kanun hükmünde kararnamenin bir olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi olduğu ve bu haliyle anayasanın 121/3.maddesi kapsamında olduğu, 148. madde uyarınca biçim ve öz yönünden anayasaya aykırılık iddiasıyla iptal davası açılamayacağı gerekçesiyle Anayasa Mahkemesinin 10.1.1991 tarih ve E:1990/25 K:1991/1 sayılı kararıyla yetkisizlik yönünden reddedilmiş ve bu karar 5.3.1992 tarih ve 21162 sayılı Resmi Gazetede yayımlanmıştır. Aradan geçen yaklaşık 11 yılda Anayasa Mahkemesi kararından dönmüştür.

Eğer bir an için olsun dava konusu işleme karşı yargı yolunun kapalı olduğunu düşünsek, bu durumun 13.12.1966 tarihinde 811 sayılı Yasa ile onayladığımız İş ve Meslek Bakımından Ayırım Hakkında 111 sayılı sözleşmenin 1. ve 4. maddelerine aykırı olacağında da şüphe olmayacaktır. Benzer durumda idari yargı yolunun kapatılmasının bu sözleşmeye aykırı olacağına dair bknz: Danıştay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu’nun E. 1988/6, K. 1989/4 ve T. 7.12.1989 tarihli kararı)

Ayrıca KHK’da meslekten çıkarma konusunda yargı yoluna başvurulamayacağı da açıkça öngörülmemiştir (Eskelinen ve diğerleri/Finlandiya, para. 62). AİHM’ye göre, AİHS’nin 6. Maddesi ile korunan hakların ihlali, taraf devletin kişisel haklara ilişkin davalar açılmasını önlemek düşüncesi ile kanuni düzenleme yapmasında da ortaya çıkar (Gorraiz Lizarraga/İspanya, 27.4.2004, para. 70). Anılan bu kararlar da; dava hakkı kısıtlanmasına dair hüküm olmadıktan sonra bu hakkın kullanımının engellenemeyeceğini, hüküm konularak bu hakkın engellenmesinin ise her hal ve şartta AİHS 6.maddede yazılı adil yargılanma hakklaşılmaktadır.” Denilmektedir.

Son olarak şunu da belirtmek isterim ki, yakın zamanda basın kuruluşlarında da haber olarak verildiğine göre, olağanüstü hal ilanı sonrasında Milli İstihbarat Teşkilatı Personelinden 141 kişi hakkında soruşturma yürütülmüş 100 kişi meslekten çıkarılmıştır. Aynı OHAL kapsamında devletin farklı bir kurumunda görevli kişiler hakkında soruşturma yürütülerek bir neticeye varılmış iken ben ve benim gibi binlerce kişi hakkında hiçbir soruşturma işlemi yapılmaması devletin kamu hizmeti gören kişiler karşısında objektif ve tarafsız davranmadığını göstermektedir. Aslında bu durum şunu göstermektedir ki istenildiğinde rahatlıkla disiplin soruşturması yapılabilir. Kaldı ki MİT gibi hayati bir kurum bile disiplin soruşturması yaparken polis memuru/öğretmen/ hemşire/sağlık memuru olarak benim soruşturulmadan kamu görevinden çıkarılmam ne derecede hukuka uygundur sayın mahkemenin takdirine bırakıyorum. 

Yukarıda izah olunan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükmü, Anayasa Hükümleri, DMK’nin ilgili hükümleri, Anayasa Mahkemesi kararı ve Danıştay içtihatları bir bütün halde değerlendirildiğinde TEK SATIR SAVUNMAM ALINMAKSIZIN ve tek bir soruşturma işlemi yapılmaksızın hakkımda meslekten ve memuriyetten çıkarma kararı verilmesine dair işlem ŞEKİL yönünden hukuka aykırıdır ve İPTALİ gerekir.

SEBEP VE MAKSAT UNSURLARI BAKIMINDAN İŞLEMİN HUKUKA AYKIRILIĞINA İLİŞKİN İZAHATIM
Meslekten ve memuriyetten çıkarılmama neden olan Kanun Hükmünde Kararnamenin amaç ve kapsamının anlatıldığı 1.maddesi şu şekildedir;

Amaç ve kapsam
MADDE 1- (1) ) Bu Kanun Hükmünde Kararname ile 20/7/2016 tarihli ve 2016/9064 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla ülke genelinde ilan edilen olağanüstü hal kapsamında, kamu personeline ilişkin bazı tedbirlerin alınması amaçlanmaktadır.

KHK’nin amaç ve kapsamının belirtildiği 1.maddesinde çok soyut bir ifade ile olağanüstü hal kapsamında kamu personeline ilişkin bazı tedbirlerin alınması için bu KHK’nin çıkarıldığı belirtilmiş ancak bazı tedbirlerin ne olduğu açıklanmadığı gibi hakkımda bu yönde bir işlem tesis edilmesinin KHK’de belirtilen bazı tedbirler ile ilgisinin ne olduğu da izah edilmemiştir. 20 Temmuz 2016 tarihinden sonra çıkarılan ilk kanun hükmünde kararnamenin yayım tarihi 23/07/2016’dır. Ancak bu kararnamede darbeye katılan ve cebir kullanan kişilere yönelik herhangi bir idari tedbir alınmamış, birçok sağlık kurumu, özel okul, pansiyon ve yurt, vakıf, dernek, sendika, federasyon ve üniversite hakkında kapatma kararı verilmiştir. Darbeye katıldığı belirtilerek ihraç edilen askerler ile ilgili KHK resmi gazetede yayınlanma tarihi ise 31/07/2016’dır. Bu tasarruf KHK ile gerekli acil ve önemli tedbirler alınmadığı yönündeki şüpheleri de güçlendirmektedir. Bir polis memuru/öğretmen/sağlık memuru/ hemşire olarak kesin ve açık delile dayanmaksızın ve herhangi bir soruşturmaya dahi gerek görülmeksizin meslekten çıkarılmam KHK’nin soyut dahi olsa kendi amaç maddesi ile de çeliştiği için, hakkımdaki karar SEBEP ve MAKSAT unsurları bakımından hukuka aykırıdır.     

KHK’nin 2.maddesinin (1) fıkrasında; “Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan” kişilerden olduğum iddiasıyla hakkımda meslekten ve memuriyetten çıkarma kararı verilmiştir. Her ne kadar bu, bir karar olarak anılsa da esasen yargılaması yapılmadan verilen bir cezadır. Ancak KHK metninde yazılı; “üyelik”, “mensubiyet”, “iltisak” veya “irtibat” şeklinde tarif edilen seçimlik durumlardan hangisinin şahsıma uyduğu bile kararda belirtilmemiştir. Yine kararda terör örgütleri şeklinde çoğul bir tabir kullanılmış, devamında MGK’nun belirlediği zararlı yapı, oluşum, veya gruplar denilerek kimin nereye mensup, üye yahut ait olduğu daha da karmaşık bir hale sokulmuştur. Kısacası sadece benim değil KHK ekindeki listede ismi bulunanların hangi örgütün, yapının, grubun üyesi, mensubu ya da irtibatlısı olduğu listeyi hazırlayanlarca ve beni mesleğimden çıkaran Bakanlar Kurulunca da bilinmemektedir. Kaldı ki KHK metni içerisinde “veya” bağlacının kullanılması sebebiyle benim bu çoktan seçmeli suçlamalardan hangisine uyduğum açıklanmadıktan ve bunun da delilleri ortaya konulmadıktan sonra hakkımda bu yönde bir karar verilmesi mümkün değildir. En azından bunun açıklanması listeyi hazırlayanlar için bir zorunluluktur. Zira seçimlik hareketli suçlardan sadece birisine uyan fiil cezalandırılır. Diğer bir değişle hem aidiyetin hem irtibatın var denilerek kişiler cezalandırılamaz. Eğer bu yol seçilmiş ise -ki öyle olmuştur- listede adı yer alan kişilerin hiçbirisi ile ilgili kesin, açık ve şüpheye yer bırakmayacak bir tespit olmadığı da daha en baştan kabul edilmiş demektir. Bu durum hakkımdaki işlemin SEBEP ve MAKSAT unsurları bakımından hukuka aykırı olduğunu ortaya koymaktadır.  

Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan 07 Eylül 2016 günü, G-20 zirvesi dönüşünde uçaktaki gazetecilerin sorularını yanıtladığı sırada; &Şu var ki at izi, it izine karışmış vaziyette. 'Ben bir şey atayım da nasılsa tutar' diyenler var.. &Bazen fırsat bulduğumda TV’leri izliyorum. Öyle yorumlar yapıyorlar ki suçladıkları o insanın bu işle hiç alakası yok&, &Ama o insana o yaftayı yapıştırıyor. Bunlar doğru şeyler değil. Bu tür yanlışlıklardan uzak durmak lazım& şeklinde beyanlarda bulunarak yukarıda ifade ettiğim sorunu gözler önüne sermiştir. Bu açıklamadan sonra Sayın Başbakanımız Binali Yıldırım 08 Eylül 2016 günü Valiler ile yaptığı toplantıda; “…Her ilde kriz merkezleri kuracağız ve kendisine haksızlık yapıldığını düşünenler bu merkezlere başvuracak& şeklinde beyanlarda bulunmuştur. Devletimizin en üst seviyedeki iki isminin yaptığı bu açıklamalar; KHK’lar ile ortaya çıkan durumun birçok açıdan hukuka aykırı olduğunu, insanların zan ve şüpheye dayalı olarak ve herhangi bir suç tespiti olmaksızın KHK listelerine girdiğini izah etmektedir. Bu açıklamalar hakkımdaki işlemin SEBEP ve MAKSAT unsurları bakımından hukuka aykırı olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır.  

Yine önemli bir örnek olması adına şunu da belirtmek istiyorum. Süreçte çıkarılan ilk kanun hükmünde kararname olan 667 nolu ve 22/07/2016 tarihli kararnamenin ekindeki listede yer alan ve kapatılan 934 adet özel eğitim kurumundan 54 tanesi hakkında, 673 nolu ve 15/08/2016 tarihli kararname ile yeniden karar verilmiş ve 667 nolu kararnamede yazılı hususların bu kurumlar için hüküm doğurmadığı belirtilmiştir. Yani bu 54 kurum ile ilgili hata yapıldığı ve ilk kararnamede yanlışlıkla kapatıldıkları kabul edilmiştir. Bu durum Kararnameler ekindeki listelerin ciddiyetten uzak ve birilerine zarar verme niyeti ile hazırlandığına ilişkin düşünceyi kuvvetlendirmektedir. Diğer yandan bu durum KHK listelerinin hukuka uygun amaç ve maksattan uzak hazırlandığını göstermekte ve hakkımda tesis edilen işlemin de İPTALİNİ gerektirmektedir. 

Danıştay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu’nun E. 1988/6, K. 1989/4 ve T. 7.12.1989 tarihli kararında yer alan hususlar da somut olayla benzerlikler içermektedir. Karar 1980 askeri ihtilali sonrasında çıkarılan sıkıyönetim kanununda kamu görevlilerinin sıkıyönetim komutanlarının isteği üzerine hiçbir soruşturma ve inceleme yapılmadan görevlerine son verilmesi sonrasında yapılan başvurulara dairdir. Gerek kamu görevlilerinin görevlerine son verilme usulü, gerek disiplin soruşturması yapılmayışı, gerek görevden çıkarılanların tekrar kamu görevine alınmayacaklarına dair düzenleme ve gerekse buna karar veren makamların kamu görevlileri ile ilgili bu kanıya varacak bilgilerinin olmayışı hususlarında anılan sıkıyönetim uygulamaları ile mevcut OHAL KHK uygulamaları birebir aynıdır. Esas fark ilkinin darbe sonrası yaşanması ikincisinin darbenin engellenmesi sonrası yaşanmasıdır. Karar içerisinde özet olarak;

Sıkıyönetim Yasasının ikinci maddesine 2301 sayılı Yasa ile eklenen fıkra 28.12.1982 günlü, 2766 sayılı Yasanın birinci maddesiyle değiştirilmiş, sıkıyönetim komutanlarına verilen yetkiler aynen korunmakla birlikte, sıkıyönetim komutanlarının isteği üzerine işlerine son verilen memurların, diğer kamu görevlileri ve kamu hizmetlerinde görevli işçilerin bir daha kamu hizmetlerinde çalıştırılamayacakları kurala bağlanmıştır…

Hukuki dayanakları yönünden oluşum ve gelişim süreci yukarıda açıklanan bu yetkiye dayanılarak uygulanan &işe son verme& işleminin niteliğinin ve &Türk Memur Hukuku& içindeki yerinin de saptanması gerekir. Anayasa`nın 128 inci maddesine göre memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir. Devlet memurları için bu düzenleme 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu`nda yapılmış devlet memuru olmayan diğer kamu görevlilerinin özlük işleri ise adı geçen yasadaki ilkeler esas alınarak düzenlenmiştir. Bu ilkelere göre kamu görevinin sona ermesi halleri nitelik kaybı, çekilme, çekilmiş sayılma, emeklilik, ölüm gibi genellikle nesnel nedenlere bağlanmıştır. Re`sen emekliye sevk işlemi gibi takdir yetkisi içinde yer alan işlemler uygulanarak göreve son verme durumlarında ise, bu işlemlere karşı yargı yolu açık olduğu ve yargısal içtihatlarla idarenin takdirinin kamu hizmeti ile ilgili, ciddi, kanıtlanabilir, somut nedenlere dayanması gerektiği belirlendiği için kamu görevlisinin keyfi bir işleme maruz kalması büyük ölçüde önlenmiş, eğer böyle bir işlemle görevine son verilmiş ise yargı yolu ile durumunun düzeltilmesi olanağı sağlanmıştır.

Sıkıyönetim komutanlarına tanınan yetkinin kullanımı yasada başlıca iki nedene dayandırılmıştır. 1- Sıkıyönetim bölgesinde genel güvenlik, asayiş ve kamu düzeni açısından çalışması sakıncalı görülmek, 2- Hizmetleri yararlı olmamak. Görüleceği üzere sıkıyönetim komutanının takdirine esas alacağı nedenlerin tanımını yapmak, oluşumunu saptamak, niteliğini ve sınırlarını ortaya koyabilmek oldukça güçtür ve bu nedenler, büyük ölçüde kişisel değerlendirmelere bağlı olarak değişebilecek bir özellik göstermektedirler. Özellikle &hizmetleri yararlı olmamak& nedeni, sıkıyönetim komutanlarının uzmanlık alanı dışında kaldığından, kamu idarelerine ve bu idarelerin yetkili yöneticilerine, sıkıyönetim komutanlarına öneride bulunmak suretiyle, kendi statüleri içinde sahip olmadıkları, kişisel yargılarına bağlı yeni bir yetki sağlamış ve bu yolla çok sayıda kamu görevlisinin işlerine son verme imkanı ortaya çıkmıştır. Bu yetkiye dayanılarak yapılan idari işlemlerin her türlü denetimin dışında tutulması, yetkinin kamu yararı dışındaki amaçlarla da kullanılmasına müsait bir ortam oluşturmuştur. Böylece 18.3.1926 günlü, 788 sayılı Yasanın 59 uncu maddesinde kaldırıldığı açıklanan &idareten azil& müessesesi yeniden ihdas edilmiş ve Türk kamu personeli hukuku 1926 yıllarının gerisine götürülmüştür.

Yetkinin kullanılması için maddede hiç bir usulün öngörülmemiş olması da kamu personeli yönünden tümüyle güvencesiz bir ortam yaratmıştır. Örneğin, kişinin genel güvenlik, asayiş ve kamu düzeni açısından bölgede çalışmasının sakıncalı olduğunun nasıl saptanacağı; kamu görevlisinin hizmetinde yararlı olmadığını sıkıyönetim komutanının bilmesi ve değerlendirmesi mümkün olmadığına göre bu öneriyi kimin yapacağı; kişi hakkında toplanan bilgilerin veya yapılan önerinin, gerçekliği ve doğruluğunun nasıl denetleneceği gibi konularda yasada herhangi bir açıklık bulunmadığı gibi, çok ağır bir ceza niteliği taşıyan bu işlemin uygulanmasından önce ilgiliye savunma hakkı da tanınmamıştır.

Yetkinin bu derecede kişisel değerlendirmeye müsait olması, iyi niyetle kullanılması halinde dahi, uygulanan işlemlerde büyük yanılgılara neden olabilecektir. Nitekim 2766 sayılı Yasa ile getirilen geçici madde uygulaması bu gerçeği ortaya koymuştur. 2766 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden önce sıkıyönetim komutanlarının isteği üzerine görevine son verilenlerin durumu yeniden incelenmiş, bu inceleme sonunda çok sayıda kamu görevlisinin sakıncalı olmadıkları anlaşılmış ve bunlar görevlerine dönmüşlerdir.” Şeklinde ibareler yer almaktadır. 

ÖZELLİKLE SON PARAGRAFTAKİ ÖZET DAVA KONUSU SOMUT DURUM İLE BİREBİR AYNIDIR. ZİRA ON BİNLERCE KAMU GÖREVLİSİNİN MESLEĞİNDEN ÇIKARILMASINDAN SONRA SAYIN CUMHURBAŞKANIMIZIN VE BAŞBAKANIMIZIN YAPTIĞI AÇIKLAMALARDA, HATALI İŞLEMLERİN DE YAPILMIŞ OLDUĞU VURGULANMIŞTIR. YİNE SONDAN BİR ÖNCEKİ AÇIKLAMADA DA KAMU GÖREVLİLERİ HAKKINDA KARAR VEREN KİŞİLERİN HER BİR KAMU GÖREVLİSİ İLE İLGİLİ MESLEKİ DURUM DEĞERLENDİRMESİ YAPMASININ MÜMKÜN OLMADIĞI, BU ŞEKİLDE KULLANILAN TAKDİR YETKİSİNİN KEYFİ OLDUĞU BELİRTİLMİŞTİR. DAVA KONUSU SOMUT OLAYDA DA KARARNAMEDE İMZASI OLAN KİŞİLERİN HAKKIMDA HİÇBİR MADDİ DELİL OLMAMASINA RAĞMEN ON BİNLERCE KİŞİ İLE BİRLİKTE HAKKIMDA DEĞERLENDİRME YAPMASINDA KEYFİLİK OLDUĞU VE İŞLEMİN BU YÖNÜYLE DE SEBEP VE MAKSAT UNSURLARI BAKIMINDAN SAKAT OLDUĞU ORTAYA ÇIKMAKTADIR. 

Hak ihlaline neden olan durumun OHAL’e neden olan şiddet olayları ile ilgili olması gerektiği aksi takdirde hukukun üstünlüğü ilkesine aykırılık oluşacağı Baka/Macaristan, Büyük Daire, 23.6.2016, No. 20261/12 kararında da belirtilmiştir. 

Yukarıda yapılan açıklamaların bir özeti olarak şunu ifade etmek isterim ki; meslekten ve memuriyetten çıkarılmama ilişkin işlemin KHK kapsamında gerekli bir işlem olduğunun kesin, inandırıcı ve hiçbir şüpheye mahal bırakılmadan izahatı yapılmadıktan sonra, hakkımda tesis edilen işlemin SEBEP ve MAKSAT unsurları bakımından hukuka uygun olduğunun söylenmesi kesinlikle mümkün olmayacaktır. Yapılan tüm bu izahatlar doğrultusunda dava konusu işlem SEBEP ve MAKSAT unsurları bakımından sakat olup iptali gerekir.

YETKİ UNSURU BAKIMINDAN İTİRAZLARIM
Bilindiği üzere bir idari işlemin tüm anlam ve sonuçlarıyla hukuki manada bir sonuç doğurması için gereken unsurlardan birisi de yetki unsurudur. Kamu kurumlarının disipline dair işlemlerinin geçerli olarak kabul edilebilmesi için disiplin araştırma yahut soruşturmasının yetkili ve görevli kişi yahut kurullarca yerine getirilmiş olması gerekir. Aksi takdirde yetkisiz kişi veya kurullarca yapılacak işlemlerin hukuk düzeni içerisinde herhangi bir sonucu olmayacaktır. Emniyet Teşkilatı Disiplin Kurullarının Çalışma Esas Ve Yöntemlerine İlişkin Yönetmelik de Emniyet Genel Müdürlüğü personeli ile ilgili yürütülecek disiplin soruşturmasının usul ve esaslarını düzenlemektedir. Emniyet Genel Müdürlüğü personeli ile ilgili disiplin cezası vermeye yetkili kişi ve kurullar mevzuatta düzenlenmiş olup meslekten ve memuriyetten çıkarmayı öngören disiplin suçlarında yetkili kurullar Emniyet Genel Müdürlüğü Yüksek Disiplin Kurulu ve İçişleri Bakanlığı Yüksek Disiplin Kuruludur. Bunun dışındaki kişi ve kurulların Emniyet Hizmetlerini görmekte olan personeli meslekten yahut memuriyetten çıkarma gibi bir yetki ve salahiyetleri bulunmamaktadır. (MEB, Sağlık Bakanlığı personeli kendi mevzuatına uygun ifadeler yazmalı ya da ilk iki cümleyi kullanmalı)

Olağanüstü halin ilanından sonra çıkarılan ilk Kanun Hükmünde Kararname olan 667 sayılı KHK’nin Kamu Görevlilerine İlişkin Tedbirler başlıklı 4.maddesinin (f) fıkrası şu şekildedir;

f) (Değişik: 25/7/2016-KHK-668/4 md.) 14/7/1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa ve diğer mevzuata tabi her türlü kadro, pozisyon ve statüde (işçi dahil) istihdam edilen personel, ilgili kurum veya kuruluşun en üst yöneticisi başkanlığında bağlı, ilgili veya ilişkili olunan bakan tarafından oluşturulan kurulun teklifi üzerine ilgili bakan onayıyla kamu görevinden çıkarılır. Bu Kanun Hükmünde Kararnamenin 3 üncü maddesinde belirtilenlerin işlemleri ise söz konusu maddedeki usule göre yapılır.
Kanun hükmünde kararnamenin bu hükmü her kurumun sadece kendi personelini değerlendirmeye tabi tutmasını ve bunun için kurum içlerinde kurullar oluşturulmasını öngörmektedir. 

Her ne kadar ilk KHK’de bu şekilde bir yetkilendirme yapılmışsa da meslekten ihracıma neden olan işlem yetkilendirilmiş bu kurul tarafından değil bizzat bu kurulu yetkilendiren Bakanlar Kurulu tarafından yerine getirilmiştir. Oysa KHK ile Bakanlar Kurulu kendisine böyle bir yetki tanımamıştır. Bu durumda Bakanlar Kurulu yetkisizdir. Önceki KHK’de yetki her kurum için belli kurullara verilmiş iken sonraki KHK’lerde meslekten ve memuriyetten çıkarma işlemlerinin başbakan, 5 başbakan yardımcısı ve 21 bakan tarafından yapılması yetkisiz bir işlem tesis edildiğini göstermektedir. 

Olağanüstü hale ve olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerine yetki veren hiçbir Anayasal ve yasal hükümde, devlet memurlarının meslekten çıkarılmasına bu şekilde imkan tanıyan bir yetki yer almamaktadır. Hatta geçmiş darbe dönemlerinde sıkıyönetim komutanlarının devlet memurları üzerinde KHK maddesi ile hoyratça kullandığı benzer yetki daha sonra AYM tarafından Anayasa’ya aykırı bulunmuş ve iptal edilmiştir. Bu açıdan YETKİ unsuru bakımından hukuka aykırı olduğu anlaşılan işlemin bu yönüyle de İPTALİ gerekir. 

DAVAYA KONU KANUN HÜKMÜNDE KARARNAMENİN ANAYASAYA AYKIRILĞINA İLİŞKİN İZAHATIM

Anayasa’nın 120.maddesinde; “Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddî belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddî şekilde bozulması hallerinde, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Milli Güvenlik Kurulunun da görüşünü aldıktan sonra yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde, süresi altı ayı geçmemek üzere olağanüstü hal ilân edebilir.” Denilmektedir. 

Anayasa’nın 121.maddesinde ise; Anayasanın 119 ve 120 nci maddeleri uyarınca olağanüstü hal ilânına karar verilmesi durumunda, bu karar Resmî Gazetede yayımlanır ve hemen Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur. Türkiye Büyük Millet Meclisi tatilde ise derhal toplantıya çağırılır. Meclis, olağanüstü hal süresini değiştirebilir, Bakanlar Kurulunun istemi üzerine, her defasında dört ayı geçmemek üzere, süreyi uzatabilir veya olağanüstü hali kaldırabilir.” Denilmektedir. 

2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanununun Kanun hükmünde kararname başlıklı 4.maddesinde; “Olağanüstü hal süresince, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda Anayasanın 91 inci maddesindeki kısıtlamalara ve usule bağlı olmaksızın, kanun hükmünde kararnamemeler çıkarabilir. Bu kararnameler Resmi Gazete'de yayımlanır ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur.” Denilmektedir. Ancak 672 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin meclisin onayına sunulup sunulmadığına dair kamuoyunun şüpheleri bulunmaktadır. 
Anayasa’nın 15.maddesi ise; “Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlâl edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir. 

(Değişik: 7/5/2004-5170/2 md.) Birinci fıkrada belirlenen durumlarda da, savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında, kişinin yaşama hakkına, maddî ve manevî varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.” Denilmektedir.

Olağanüstü hal; Anayasa’da belirtilen şartların oluşması halinde ülke düzeni ve güvenliği açısından başvurulacak bir rejim olmakla birlikte, hukuk devleti ilkesinin tüm alanlarında düzenleme özgürlüğü tanınan, kalıcı bir rejim de değildir. Ayrıca olağanüstü hal döneminde alınacak olan tedbirlerin Anayasa’nın 15.maddesinde belirtilen sınırların dışında tesis edilmesi mümkün değildir. Anayasa’nın 148.maddesinde şekil ve esas bakımından incelenmeyeceği belirtilen olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerinin, Anayasa’da belirtilen sınırların dışında taşması halinde yargı denetimine konu edilemeyeceğinin düşünülerek hareket edilmesi daha en başta Anayasa’nın 15.maddesini amaçsız kılmaktadır. Bu durumda hakları muhtel olanların da iç hukuk düzeni içerisinde mağduriyetlerini giderecek bir yol ve yöntemi de kalmayacaktır ki bu durum Anayasa’nın 2.madesinin de yok kabul edilmesi anlamına gelir. Oysa olağanüstü hal geçici ve istisnai olduğu gibi sınırları da Anayasa ile çizilmiştir. Sınırın dışına çıkan her bir düzenlemenin itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesince karara bağlanacağında hiçbir şüphe yoktur. Aksi bir kabul Anayasa’nın da üstünde yetkilerin KHK ile Bakanlar Kuruluna tanınması anlamına gelir ki böyle sığ bir anlayış Anayasa ile koruma altına alınan tüm hakların ve hukuk devleti düzenlemelerinin tehlikeye atılması demek olur. 

672 sayılı KHK’nin Kamu personeline ilişkin tedbirler başlıklı 2.maddesindeki ifade şudur; “Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan…” İşte mesleğimden çıkarılmama neden olan sadece bu cümledir. Bu cümle Anayasa’nın 2.maddesinde yazılı hukuk devleti ilkesinin yok kabul edilmesidir. Zira Bakanlar kurulundaki sınırlı sayıda üst yetkilinin, onbinlerce kamu görevlisi hakkında tek bir hüküm ve ekli listeler ile karar verebilme, onların tekrar kamu görevine girmeyeceklerine dair karar alma hak ve salahiyetleri Anayasa’da tanımlanmamıştır. Kamu görevinden çıkarılmamın 15 Temmuz darbe girişimi ile ne tür ilişkisinin olduğu somut olarak ispatlanmadıktan sonra acele tedbirler ile kazanılmış haklarımdan mahrum edilmem hukuk devleti ilkesi ve hukuk güvenliği ile bağdaşmaz. Kaldı ki Anayasa’nın 15.maddesinde olağanüstü halde bile masumiyet karinesi esas kabul edilmiştir. Oysa kanun hükmünde kararnamenin 2.maddesinin 2.fıkrasında yer alan; “(2) Birinci fıkra gereğince kamu görevinden, Emniyet Genel Müdürlüğü teşkilatından, Jandarma Genel Komutanlığı teşkilatından ve Sahil Güvenlik Komutanlığı teşkilatından çıkarılan kişilerin, mahkûmiyet kararı aranmaksızın, rütbe ve/veya memuriyetleri alınır ve bu kişiler görev yaptıkları teşkilata yeniden kabul edilmezler; bir daha kamu hizmetinde istihdam edilemezler, doğrudan veya dolaylı olarak görevlendirilemezler;” şeklindeki ifade ile Anayasa’nın 38.maddesinde yer alan ve yine 15.maddede olağanüstü halde bile ihlal edilmesi yasaklanan masumiyet karinesi KHK ile ihlal edilmiştir.

Olağanüstü hale imkan tanıyan Anayasa’nın 15.maddesinin son cümlesinde; “suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.” Denilerek, masumiyet karinesinin olağanüstü hallerde dahi askıya alınamayacağı açıklanmaktadır. Oysa KHK metninde mahkumiyet şartı aranmaksızın meslekten çıkarılmama karar verilmiştir. Burada ifade edilen mahkumiyetin disiplin hukuku ve ceza hukuku açısından da ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekir. Zira ceza hukuku bakımından alınacak her bir mahkumiyet kararı dahi disiplin hukuku anlamında bir sonuç doğurmamaktadır. Ceza Hukuku anlamında alınacak ve yargı yollarının tükenmesi ile kesinleşecek bir mahkumiyet kararının disiplin hukuku alanında sonuç doğurması ancak özel yasalarda öngörülen mahkumiyet sınırının aşılması ile mümkündür. Örneğin basit suçlar sebebiyle alınmış 6 aylık kesinleşmiş bir mahkumiyet kararı disiplin hukuku açısından memuriyete halel getirmeyecektir. Oysa KHK hükmünde mahkumiyet şartı aranmaksızın denilerek meslekten çıkarma kararına neden olacak bir disiplin suçu olmadığı da kabul edilmektedir. KHK metninde ise ekli listede ismi bulunanlar ile ilgili olarak; (1) Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan”, şeklinde bir tarif yapılmış ancak ekli listedeki hangi şahsın hangi örgüte yahut yapı veya gruba aidiyet, iltisak veya irtibat durumu belirtilmemiştir. Yıllardır sürdürdüğüm mesleğimden atılmamdaki temel sebebin iltisak mı irtibat mı yoksa aidiyet mi olduğu, hangi örgütün, grubun yahut yapının mensubu olduğum da belli değildir. Ayrıca KHK’da yazılı seçimlik hareketlerle ilgili ceza yasamızda kanunilik şartına uygun bir suç tipi de bulunmamaktadır. Yani Türk Ceza Kanununda yahut bağlı olduğum disiplin soruşturma mevzuatında; (1) Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan”,, şeklinde bir suç tarifi de yapılmamıştır.

Kısacası Bakanlar Kurulunun, Anayasa’nın 15.maddesinde yazılı bu amir hükmünün dışına çıkarak nasıl ve kimler tarafından hazırlandığı belli olmayan bir liste üzerinden onbinlerce kişinin mesleğini elinden alması en başta masumiyet karinesinin yok sayılması, olağanüstü hal kapsamında tanınan KHK yetkilerinin dışına çıkıldığı ve keyfi uygulamalara dönüldüğünü izah ve ispat etmektedir. Bu açıdan anılan KHK’nin bu hükmü Anayasa’nın md.2, md.15 ve md38’e aykırılık içerdiğinden bu hususun da sayın yüksek mahkemenizce tespiti ve karara bağlanması talep olunmaktadır.

NETİCE-İ TALEP : Yukarıda arz ve izah olunan nedenlerle;
Meslekten ve memuriyetten ihracıma neden olan 01/09/2016 tarih ve 29818 sayılı resmi gazetede yayınlanan 01/09/2016 tarih ve 672 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınması Gereken Tedbirler Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin şahsımla ilgili kısmının iptali, 
KHK’nin 2.maddesinin Anayasa’nın 2. 15. ve 38.maddelerine aykırı olduğunun itiraz yolu ile tespiti için gerekli başvuruların yapılması,
Dava harç ve sair giderlerin davalı idare üzerinde bırakılmasını arz ederim…./10/2016

Davacı ……

EKLER :
KHK’nin ilgili kısmı

DANIŞTAY BAŞKANLIĞINA
DAVACI : İsim-soyisim (TC.Kimlik No:…………) 
Adres:
DAVALI : Başbakanlık-Ankara
KONUSU : 17/08/2016 tarih ve 29804 sayılı resmi gazetede yayınlanan 15/08/>2016 tarih ve 670 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınması Gereken Tedbirler Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile Emniyet Genel Müdürlüğünden çıkarılmama ilişkin işlemin iptali talebinden ibarettir.
TEBLİĞ TARİHİ : 670 sayılı KHK’nin resmi gazetede ilan tarihi 17/08/2016
AÇIKLAMALAR :
GİRİŞ :
15 Temmuz 2016 günü gerçekleşen darbe girişiminin ardından 20/07/2016 tarihli ve 2016/9064 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla ülke genelinde üç ay süreyle olağanüstü hal ilan edilmiş ve bu kapsamda farklı tarihlerde olağanüstü hal kararnameleri çıkarılmıştır. Bu kararnameler ile çok sayıda kamu görevlisi başka bir işleme gerek kalmaksızın ve herhangi bir soruşturma yapılmaksızın yürüttüğü kamu görevinden çıkarılmıştır.17/08/2016 tarihine kadar Emniyet Genel Müdürlüğü personeli olarak … ilinde … biriminde … sicil sayılı polis memuru olarak görev yapmakta iken 17/08/2016 tarihinde 670 sayılı kanun hükmünde kararnamenin resmi gazetede yayınlanması ile  görevimden çıkarılmış oldum. Söz konusu kararname yayınlanmadan önce de darbe girişiminin ardından … tarihinde görevden uzaklaştırılmış idim. Kararname ile birlikte de görevime sebepsiz olarak son verilmiş oldu.
KHK’nin Meslekten çıkarılmama neden olan 2.maddesi şu şekildedir;
Kamu personeline ilişkin tedbirler
MADDE 2- (1) Milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen Fethullahçı TerörÖrgütüne (FETÖ/PDY) aidiyeti, iltisakı veya irtibatı olan;
a) Ekli (1) sayılı listede yer alan kişiler kamu görevinden,
b) Ekli (2) sayılı listede yer alan kişiler Türk Silahlı Kuvvetlerinden,
c) Ekli (3) sayılı listede yer alan kişiler Sahil Güvenlik Komutanlığı teşkilatından,
ç) Ekli (4) sayılı listede yer alan kişiler Emniyet Genel Müdürlüğü teşkilatından, başka hiçbir işleme gerek kalmaksızın çıkarılmıştır. Bu kişilere ayrıca herhangi bir tebligat yapılmaz. Haklarında ayrıca özel kanun hükümlerine göre işlem tesis edilir.”
(2) Birinci fıkra gereğince kamu görevinden, Türk Silahlı Kuvvetlerinden, Sahil Güvenlik Komutanlığı teşkilatından ve Emniyet Genel Müdürlüğü teşkilatından çıkarılan kişilerin, mahkûmiyet kararı aranmaksızın, rütbe ve/veya memuriyetleri alınır ve bu kişiler görev yaptıkları teşkilata yeniden kabul edilmezler; bir daha kamu hizmetinde istihdam edilemezler, doğrudan veya dolaylı olarak görevlendirilemezler;
KHK’nın 2.maddesinin 1 fıkrasının (ç) bendinde belirtilen Ekli (4) sayılı listenin … sırasında ismim yer almaktadır. Kanun Hükmünde kararnamenin bir maddesi ve ekinde nasıl hazırlandığı belli olmayan bir liste sebebiyle gerekçesiz, mesnetsiz ve hukuka aykırı olarak meslekten çıkarılmama neden olan işlemin hukuka aykırılığına ve iptalinin gerektiğine dair izahatlarım farklı başlıklar altında aşağıda sunulmuştur.
670 SAYILI KHK’NİN NEDEN OLDUĞU MAĞDURİYETE KARŞI DAVA HAKKIMIN BULUNDUĞUNA DAİR AÇIKLAMALAR
Dava konusu işlemin hukuka aykırılığına ilişkin izahat yapmadan önce hakkımda tesis edilen işleme karşı dava hakkımın varlığına ilişkin kısa bir açıklama yapmayı gerekli görüyorum.670 sayılı KHK incelendiğinde, bu KHK sebebiyle hakları muhtel olanların idari yargı mercilerinde dava açma haklarının engellenmesine dair bir hüküm olmadığı da görülecektir. Hatta öyle ki 667 ve 668 nolu KHK’lerde yer alan yürütmenin durdurulmasını engelleyici hüküm de 670 nolu KHK’da yer almamaktadır. Aslında yürütmenin durdurulmasını engelleyici hükmün KHK’larda yer alması bile iptal davası hakkının her halükarda mevcut olduğunun KHK’yi hazırlayan Bakanlar Kurulunca da bilindiğini göstermektedir.
Kaldı ki Anayasa’nın, “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36.maddesinde;
MADDE 36- (Değişik: 3/10/2001-4709/14 md.) Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.
“Temel hak ve hürriyetlerin korunması” başlıklı 40.maddesinde;
MADDE 40- Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlâl edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkânının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir.(Ek fıkra: 3/10/2001-4709/16 md.) Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.
“Yargı yolu” başlıklı 125.maddesinde;
MADDE 125- İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır…” denilerek dava hakkının varlığı Anayasal güvenceye alınmıştır.
Bu konuda özel düzenleme olan 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 21.maddesi de şu şekildedir; Madde 21 – (Değişik: 12/5/1982 - 2670/9 md.) Devlet memurları kurumlarıyla ilgili resmi ve şahsi işlerinden dolayı müracaat; amirleri veya kurumları tarafından kendilerine uygulanan idari eylem ve işlemlerden dolayı şikayet ve dava açma hakkına sahiptirler.
Uygulamayı isteme hakkı başlıklı 17.maddede ise; “Devlet memurları, bu kanun ve bu kanuna dayanılarak yayınlanan tüzük ve yönetmeliklere göre tayin ve tesbit olunup yürürlükte bulunan hükümlerin kendileri hakkında aynen uygulanmasını istemek hakkına sahiptirler.” Denilmektedir.
Yine Anayasa’nın 125.maddesinin devamı fıkralarında; ”Kanun, olağanüstü hallerde, sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halinde ayrıca millî güvenlik, kamu düzeni, genel sağlık nedenleri ile yürütmenin durdurulması kararı verilmesini sınırlayabilir.” Denilerek dava hakkının sınırlandırılamayacağı ancak yürütmenin durdurulmasına ilişkin sınırlama getirilmesinin mümkün olduğu belirtilmiştir.
Son olarak Anayasa’nın 104.maddesinde Cumhurbaşkanının yürütmeye ilişkin görevleri arasında; “Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu kararıyla sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilân etmek ve kanun hükmünde kararname çıkarmak”, da yer almaktadır. Anayasa’nın bu hükmü ile Kanun Hükmünde Kararnamenin yürütmeye yani devletin idaresine ilişkin bir işlem olduğu kabul edilmiştir. Bu hüküm de söz konusu KHK sebebiyle ortaya çıkan birel duruma karşı dava hakkının var olduğuna ayrı bir Anayasal dayanaktır.
Benzer durumda yine 2935 sayılı Olağanüstü Hal kanunu gerekçe gösterilerek çıkarılan 285 sayılı, 10/07/1987 tarihli ve Olağanüstü Hal Bölge Valiliği İhdası Hakkında Kanun Hükmünde Kararname sebebiyle hakkında naklen atama işlemi yapılan bir kamu görevlisinin Konya İdare Mahkemesine işlemin iptali talebi ile yaptığı başvuruda 14.3.2002 günlü, E:2001/806, K:2002/370 sayılı karar ile KHK’nin 7. maddesi uyarınca bu teklifler sonucunda idareler tarafından tesis edilen işlemler aleyhine yargı yolunun kapalı olduğu, bu nedenle açılan davanın incelenme olanağının bulunmadığı gerekçesiyle davanın incelenmeksizin reddine karar verilmiş, davacı hak arama hakkını sınırlayan bu düzenlemenin Anayasa Mahkemesine götürülmesi gerektiğini ileri sürmekte ve anılan kararın temyizen incelenerek bozulmasını istememiş, Danıştay Beşinci Dairesi E:2002/1311 sayılı ve 19.11.2002 günlü kararıyla 285 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 7. maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurmuş, Anayasa Mahkemesi 22.5.2003 günlü, E:2003/28, K:2003/42 sayılı kararı ile 10.7.1987 günlü, 285 sayılı &Olağanüstü Hal Bölge Valiliği İhdası Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin &425 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile yeniden düzenlenen 7. maddesinin Anayasa'ya aykırı olduğuna ve iptaline karar verilmiştir. Anılan KHK’de idari yargı yolunu kısıtlayan bir hüküm bulunmasına rağmen bu hükmün hak arama hürriyetini ortadan kaldırdığı gerekçesi ile Anayasa Mahkemesince iptal edilmesi ortada iken, somut olayda KHK’de idari dava açmayı engelleyen bir durum bulunmamasına rağmen bu yönde tartışmaların bulunması mesnetsizdir, hukuki güvenirliğe de aykırıdır. Ayrıca şunu da belirtmek isteriz ki Anayasa Mahkemesince iptal edilen bu KHK hükmünün Anayasa’ya aykırı olduğu daha önceki bir tarihte yine idari yargıda görülen bir davada yine öne sürülmüş, bu itirazı değerlendiren Anayasa Mahkemesi söz konusu kanun hükmünde kararnamenin bir olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi olduğu ve bu haliyle anayasanın 121/3.maddesi kapsamında olduğu, 148. madde uyarınca biçim ve öz yönünden anayasaya aykırılık iddiasıyla iptal davası açılamayacağı gerekçesiyle Anayasa Mahkemesinin 10.1.1991 tarih ve E:1990/25 K:1991/1 sayılıkararıyla yetkisizlik yönünden reddedilmiş ve bu karar 5.3.1992 tarih ve 21162 sayılı Resmi Gazetede yayımlanmıştır. Aradan geçen yaklaşık 11 yılda Anayasa Mahkemesi kararından dönmüştür.
Eğer bir an için olsun dava konusu işleme karşı yargı yolunun kapalı olduğunu düşünsek, bu durumun 13.12.1966 tarihinde 811 sayılı Yasa ile onayladığımız İş ve Meslek Bakımından Ayırım Hakkında 111 sayılı sözleşmenin 1. ve 4. maddelerine aykırı olacağında da şüphe olmayacaktır. Benzer durumda idari yargı yolunun kapatılmasının bu sözleşmeye aykırı olacağına dair bknz: Danıştay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu’nun E. 1988/6, K. 1989/4 ve T. 7.12.1989 tarihli kararı)Ayrıca KHK’da meslekten çıkarma konusunda yargı yoluna başvurulamayacağı da açıkça öngörülmemiştir (Eskelinen ve diğerleri/Finlandiya, para. 62). AİHM’ye göre, AİHS’nin 6. Maddesi ile korunan hakların ihlali, taraf devletin kişisel haklara ilişkin davalar açılmasını önlemek düşüncesi ile kanuni düzenleme yapmasında da ortaya çıkar (Gorraiz Lizarraga/İspanya, 27.4.2004, para. 70). Anılan bu kararlar da; dava hakkı kısıtlanmasına dair hüküm olmadıktan sonra bu hakkın kullanımının engellenemeyeceğini, hüküm konularak bu hakkın engellenmesinin ise her hal ve şartta AİHS 6.maddede yazılı adil yargılanma hakkının kısıtlanması anlamına geleceğini, kısacası bu yönde bir düzenleme yapılmasının mümkün olmadığını göstermektedir.
ŞEKİL UNSURU BAKIMINDAN İŞLEMİN HUKUKA AYKIRILIĞI
670 sayılı KHK’de yer alan tek bir hüküm ve ekindeki listede ismimim yer alması ile başkaca hiçbir araştırma, soruşturma işlemi yapılmaksızın ve savunma alınmaksızın, hem görev yaptığım Emniyet Genel Müdürlüğünden çıkarılmış hem de memuriyet haklarım elimden alınmış bulunmaktayım. Hatta öyle ki KHK gereği tarafıma meslekten çıkarılma kararı tebliğ bile edilmemiştir.
Devlet memuru olmak kişilere sorumluluk ve ödevler yüklediği gibi aynı zamanda bir takım da korumalar getirmektedir. Bu korumaların başında memurun cezalandırılması gelir ki, gerek bir kısım özel kanunlarda gerekse Anayasa Mahkemesinin güncel kararlarında memurun cezalandırılması için suçun kanuniliği ilkesine uygun davranılması gerektiği ifade edilmektedir. Diğer bir ifade ile kanunda suç olarak tanımlanmamış hiçbir fiilden ötürü memura disiplin cezası verilemeyeceği hem kanunlarda hem de Anayasa Mahkemesinin kararlarında vurgulanmaktadır.
Anayasa Mahkemesinin 2015/85 E. 2016/3 K. 13.01.2016 tarihli kararında bu konuda şöyle denilmektedir;
“Anayasa’nın 128.maddesinin ikinci fıkrasında, “memurların ve diğer kamu görevlilerinin>nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir. Ancak, mali ve sosyal haklara ilişkin toplu sözleşme hükümleri saklıdır.” Denilmek suretiyle memurlar ve diğer kamu görevlileri, özlük hakları bakımından yasal güvenceye kavuşturulmuştur. Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin ve bu bağlamda emniyet teşkilatı mensuplarının statü haklarını doğrudan etkileyen disiplin işlemlerinin “diğer özlük işleri” kavramı kapsamına girdiğine kuşku bulunmamaktadır.
Anayasa’nın 38.maddesinin birinci fıkrasında, “kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz” denilerek suçun kanuniliği ilkesi, üçüncü fıkrasında da “ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur” ifadesine yer verilerek cezanın kanuniliği ilkesi getirilmiştir. Anayasa’nın 38.maddesinde yer alan suçta ve cezada kanunilik ilkesi uyarınca, hangi eylemlerin yasaklandığı ve bu yasak eylemlere verilecek cezaların hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanunda gösterilmesi, kuralın açık, anlaşılır ve sınırlarının belli olması gerekmektedir. Kişilerin yasak eylemleri önceden bilmeleri gerektiği düşüncesine dayanan bu ilkeyle temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması amaçlanmaktadır.
Anayasa’nın 38.maddesinde idari suç ve cezalar ile adli suç ve cezalar arasında bir ayrım yapılmadığından, her ikisi de bu maddede öngörülen ilkelere tabidir. Adli ve idari suçlarda davranış normlarına aykırı ve haksızlık teşkil eden bir fiille, kanun koyucunun koruma altına aldığı bir hukuki değerin ihlali söz konusu olup adli ve idari cezaların her ikisi de cebir içermektedir.”657 sayılı devlet memurları kanununun 7.Bölümünde, Devlet Memurlarına verilecek disiplin cezaları, bu cezalar verilirken izlenecek soruşturma ve kovuşturma usul ve süreleri, uygulamaya yetkili kişi ve kurumlar açık olarak düzenlenmiştir.
Kanununun 129.maddesinin ikinci fıkrasında; “Hakkında memurluktan çıkarma cezası istenen memur, (…) (2) soruşturma evrakını incelemeye, tanık dinletmeye, disiplin kurulunda sözlü veya yazılı olarak kendisi veya vekili vasıtasıyla savunma yapma hakkına sahiptir. (2),Madde 130 – Devlet memuru hakkında savunması alınmadan disiplin cezası verilemez.” Şeklinde açık kanuni düzenlemeler bulunmaktadır.Bu kanuni düzenlemelerin Anayasal dayanakları ise Anayasa’nın 129.maddesinin 2.fıkrasında yazılı; “Memurlar ve diğer kamu görevlileri ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve bunların üst kuruluşları mensuplarına savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası verilemez.” Şeklindeki hüküm ile adil yargılama hakkını da düzenleyen Anayasa’nın 36.maddesinde yazılı; “Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” Şeklindeki hükümdür.
Konuya ilişkin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Adil Yargılanma Hakkı başlıklı 6.maddesinin 3.fıkrasının (b) ve (c) bentleri de şu şekildedir;
Bir suç ile itham edilen herkes aşağıdaki asgari haklara sahiptir:b) Savunmasını hazırlamak için gerekli zaman ve kolaylıklara sahip olmak;c) Kendisini bizzat savunmak veya seçeceği bir müdafinin yardımından yararlanmak;
Savunma alınmaksızın disiplin cezası verilmesinin, ŞEKİL unsuru bakımından hukuka aykırı olduğu Danıştay tarafından belirtilmektedir. (Danıştay Mürettep Dairesinin 26/03/1979 tarih, 1978/6266 E, 1979/877 K)Danıştay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu’nun E. 1990/1, K. 1991/1 ve T. 28.2.1991 kararında; >“Anayasa`nın 36. maddesinde Hak Arama Hürriyeti başlığı altında davacı ve davalı olarak iddia ve savunma hakkı temel hak ve hürriyet olarak sayılmıştır. Anayasa`ya göre temel hak ve hürriyetler ancak olağanüstü hallerde ve kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlama çerçevesi kanunda açıkça gösterilerek belirlenir. Kanunda hüküm bulunmayan hallerde yorum yoluyla temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasına sınır getirilemez” şeklindeki ifade ile yorum yoluyla savunma hakkının kısıtlanamayacağı ifade edilmiştir. Meslekten ve memuriyetimden çıkarılmama neden olan 670 sayılı KHK’de, hatta olağanüstü hal sırasında çıkarılan diğer KHK’lerde savunma hakkının bu şekilde kısıtlanmasını öngören bir düzenleme olmadığı gibi, bu yönde bir düzenlemenin yapılması gerek iç hukuk gerekse uluslararası hukuk bakımından imkan dahilinde değildir.
Danıştay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu’nun E. 1988/6, K. 1989/4 ve T. 7.12.1989 tarihli kararı, 1980 askeri ihtilali sonrasında çıkarılan sıkıyönetim kanununda kamu görevlilerinin sıkıyönetim komutanlarının isteği üzerine hiçbir soruşturma ve inceleme yapılmadan görevlerine son verilmesi sonrasında yapılan başvurulara dairdir. Karar içerisin>de savunma hakkının kısıtlanmasına dair özetle;“Yetkinin kullanılması için maddede hiç bir usulün öngörülmemiş olması da kamu personeli yönünden tümüyle güvencesiz bir ortam yaratmıştır. Örneğin, kişinin genel güvenlik, asayiş ve kamu düzeni açısından bölgede çalışmasının sakıncalı olduğunun nasıl saptanacağı; kamu görevlisinin hizmetinde yararlı olmadığını sıkıyönetim komutanının bilmesi ve değerlendirmesi mümkün olmadığına göre bu öneriyi kimin yapacağı; kişi hakkında toplanan bilgilerin veya yapılan önerinin, gerçekliği ve doğruluğunun nasıl denetleneceği gibi konularda yasada herhangi bir açıklık bulunmadığı gibi, çok ağır bir ceza niteliği taşıyan bu işlemin uygulanmasından önce ilgiliye savunma hakkı da tanınmamıştır.
”Bilindiği gibi Anayasa`nın 10. maddesi herkesin, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğunu; devlet organları ile idare makamlarının bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda olduklarını kabul eder.
Sıkıyönetim komutanlarının istemleri üzerine görevine son verilenlerin büyük bir bölümü hakkında gerek sıkıyönetim döneminde, gerek sıkıyönetim sona erdikten sonra, yasada göreve son verilmesini gerektiren ve tek tek sayılan nedenlerin özel ağırlık taşımalarına karşın, herhangi bir kovuşturma veya soruşturma yapılmamış olması, söz konusu yetkinin kullanılmasında Anayasa`nın 10. maddesinde belirtilen ve kanunun uygulanmasında ayırım nedeni olmayacağı kabul edilen unsurların ağırlık kazandığını göstermektedir.” Şeklinde ifadeler kullanılmıştır. Askeri darbeden sonra sıkıyönetim döneminde uygulanan savunma hakkının tümden ortadan kaldırılması uygulamasının bugün de darbenin engellenmesinden sonra darbe teşebbüsü ile hiçbir ilgisi olmayan şahsıma karşı uygulanması son derece hukuk dışı ve de düşündürücüdür.
Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulunun E. 2007/1846, K. 2011/6, T. 17.2.2011 kararında özetle;Anayasa'nın 129/2. maddesinde, memurlar ve diğer kamu görevlileri ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve bunların üst kuruluşları mensuplarına savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası verilemeyeceği hükme bağlanmıştır.
Anılan Anayasa hükmünün gerekçesinde, &yapılacak disiplin kovuşturmalarında ve disiplin cezası uygulamasında ilgiliye isnad olunan hususun bildirilmesi, dinlenilmesi, savunmasını yapma imkanı tanınması bu madde ile güvence altına alınmaktadır&Anayasa Mahkemesinin, Avrupa İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme'nin, savunma hakkının önemini ve gereğini vurgulayan 6. maddesini de dikkate alarak savunma hakkının niteliğini vurguladığı, 14.7.1998 günlü, 1997/41, 1998/47 sayılı kararında, herkesin kendisine yönelik isnadın nedeninden ve niteliğinden en kısa zamanda, anladığı bir dille ve ayrıntılı olarak haberdar edilmek hakkına sahip olduğu; olayı, isnadın nedenini ve hukukî niteliğini bilmeyen kişinin kendisini yeterince savunamayacağının açık olduğu, bu hususun, savunma hakkının temelini oluşturduğu belirtilmiştir.
Anayasa hükmü, gerekçesi ve Anayasa Mahkemesi kararı karşısında, disiplin cezaları ile ilgili olarak savunma hakkı kullandırılmadan disiplin cezası verilmesinin hukuken olanaklı olmadığı; SAVUNMA HAKKININ HUKUKA UYGUN ŞEKİLDE KULLANILABİLMESİ İÇİN DE, İLGİLİ KAMU GÖREVLİSİNİN HAKKINDAKİ İDDİALARI, BU İDDİALARIN DAYANDIĞI DELİLLERİ, ÜZERİNE ATILI FİLLERİN HUKUKİ NİTELENDİRMESİNİ VE ÖNERİLEN DİSİPLİN CEZASINI BİLMESİ GEREKTİĞİ SONUCUNA VARILMAKTA OLUP, TÜM BU HUSUSLAR KENDİSİNE BİLDİRİLMEYEN KİŞİNİN KENDİSİNİ YETERİNCE SAVUNAMAYACAĞI AÇIKTIR.
”Anayasa ve 657 sayılı Yasa hükümleri ile ilgili olarak buraya kadar yapılmış olan değerlendirmeler bir arada dikkate alındığında; devlet memurunun veya diğer kamu görevlilerinin görevine son verilmesi sonucunu doğuran disiplin cezalarının verilebilmesi için, söz konusu disiplin cezalarını vermeye yetkili merciiler tarafından, ilgili kamu görevlisinin hakkındaki iddiaları, bu iddiaların dayandığı delilleri, üzerine atılı fillerin hukuki nitelendirmesini ve önerilen disiplin cezasını öğrenmesi sağlanarak, savunma yapmasına imkan tanınmasının hukuken zorunlu olduğu anlaşılmaktadır.” Denilmektedir.Yukarıda izah olunan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükmü, Anayasa Hükümleri, DMK’nin ilgili hükümleri, Anayasa Mahkemesi kararı ve Danıştay içtihatları bir bütün halde değerlendirildiğinde TEK SATIR SAVUNMAM ALINMAKSIZIN ve tek bir soruşturma işlemi yapılmaksızın hakkımdameslekten ve memuriyetten çıkarma kararı verilmesine dair işlem ŞEKİL yönünden hukuka aykırıdır ve İPTALİ gerekir.
SEBEP VE MAKSAT UNSURLARI BAKIMINDAN İŞLEMİN HUKUKA AYKIRILIĞINA İLİŞKİN İZAHATIM
Meslekten ve memuriyetten çıkarılmama neden olan Kanun Hükmünde Kararnamenin amaç ve kapsamının anlatıldığı 1.maddesi şu şekildedir;
Amaç ve kapsam
MADDE 1- (1) Bu Kanun Hükmünde Kararname ile 20/7/2016 tarihli ve 2016/9064 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla ülke genelinde ilan edilen olağanüstü hal kapsamında, darbe teşebbüsü ve terörle mücadele çerçevesinde gerekli bazı tedbirlerin alınması amaçlanmaktadır.
KHK’nin amaç ve kapsamının belirtildiği 1.maddesinde açıkça, gerekli bazı tedbirlerin alınması için bu KHK’nin çıkarıldığı belirtilmiş olmasına rağmen hakkımda bu yönde bir işlem tesis edilmesinin KHK’de belirtilen gerekli tedbirler ile ilgisinin ne olduğu belli değildir. 20 Temmuz 2016 tarihinden sonra çıkarılan ilk kanun hükmünde kararnamenin yayım tarihi 23/07/2016’dır. Ancak bu kararnamede darbeye katılan ve cebir kullanan kişilere yönelik herhangi bir idari tedbir alınmamış, birçok sağlık kurumu, özel okul, pansiyon ve yurt, vakıf, dernek, sendika, federasyon ve üniversite hakkında kapatma kararı verilmiştir. Darbeye katıldığı belirtilerek ihraç edilen askerler ile ilgili KHK resmi gazetede yayınlanma tarihi ise 31/07/2016’dır. Bu tasarruf KHK ile gerekli acil ve önemli tedbirler alınmadığı yönündeki şüpheleri de güçlendirmektedir. Bir kamu görevlisi olarak hakkımda kesin ve açık delile dayanmaksızın ve herhangi bir soruşturmaya dahi gerek görülmeksizin karar verilmesi KHK’nin kendi amaç maddesi ile de çeliştiği için, hakkımdaki karar SEBEP ve MAKSAT unsurları bakımından hukuka aykırıdır.     KHK’nin 2.maddesinin (1) fıkrasında; “Milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen Fethullahçı Terör Örgütüne (FETÖ/PDY) aidiyeti, iltisakı VEYA irtibatı olan” kişilerden olduğum iddiasıyla hakkımda meslekten ve memuriyetten çıkarma kararı verilmiştir. Her ne kadar bu bir karar olarak anılsa da esasen yargılaması yapılmadan verilen bir cezadır. Ancak KHK metninde yazılı; “aidiyet”, “iltisak” veya “irtibat” şeklinde tarif edilen seçimlik durumlardan hangisinin şahsıma uyduğu bile kararda belirtilmemiştir. Varlığı bağımsız mahkemelerce hala tespit edilmemiş, iddia olunan bir örgütün üyesi olduğumdan mı, bu örgüte bir iltisakım olduğundan mı yoksa irtibatlı olduğumdan mı KHK ile meslekten çıkarıldığım bir muammadır. Kaldı ki KHK metni içerisinde “veya” bağlacının kullanılması sebebiyle benim seçimlik olarak belirtilen bu üç durumdan hangisine uyduğum açıklanmadıktan ve bunun da delilleri ortaya konulmadıktan sonra hakkımda bu yönde bir karar verilmesi mümkün değildir. Zira hukuk nosyonuna sahip olanlar bilirler ki, seçimlik hareketli suçlardan sadece birisine uyan fiil cezalandırılır. Diğer bir değişle hem aidiyetin hem irtibatın var denilerek kişiler cezalandırılamaz. Eğer bu yol seçilmiş ise -ki öyle olmuştur- listede adı yer alan kişilerin hiçbirisi ile ilgili kesin, açık ve şüpheye yer bırakmayacak bir tespit olmadığı da daha en baştan kabul edilmiş demektir. Bu durum hakkımdaki işlemin SEBEP ve MAKSAT unsurları bakımından hukuka aykırı olduğunu ortaya koymaktadır. Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan 07 eylül 2016 günü, G-20 zirvesi dönüşünde uçaktaki gazetecilerin sorularını yanıtladığı sırada; &Şu var ki at izi, it izine karışmış vaziyette. 'Ben bir şey atayım da nasılsa tutar' diyenler var.. &Bazen fırsat bulduğumda TV’leri izliyorum. Öyle yorumlar yapıyorlar ki suçladıkları o insanın bu işle hiç alakası yok& diyen Erdoğan, &Ama o insana o yaftayı yapıştırıyor. Bunlar doğru şeyler değil. Bu tür yanlışlıklardan uzak durmak lazım& şeklinde beyanlarda bulunarak yukarıda ifade ettiğim duruma tercüman olmuştur. Bu açıklamadan sonra Sayın Başbakanımız Binali Yıldırım 08 Eylül 2016 günü Valiler ile yaptığı toplantıda; “…Her ilde kriz merkezleri kuracağız ve kendisine haksızlık yapıldığını düşünenler bu merkezlere başvuracak& şeklinde beyanlarda bulunmuştur. Devletimizin en üst seviyedeki iki isminin yaptığı bu açıklamalar; KHK’lar ile ortaya çıkan durumun birçok açıdan hukuka aykırı olduğunu, insanların zan ve şüpheye dayalı olarak ve herhangi bir suç tespiti olmaksızın KHK listelerine girdiğini izah etmektedir. Bu açıklamalar hakkımdaki işlemin SEBEP ve MAKSAT unsurları bakımından hukuka aykırı olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır.  Yine önemli bir örnek olması adına şunu da belirtmek istiyorum. Süreçte çıkarılan ilk kanun hükmünde kararname olan 667 nolu ve 22/07/2016 tarihli kararnamenin ekindeki listede yer alan ve kapatılan 934 adet özel eğitim kurumundan 54 tanesi hakkında, 673 nolu ve 15/08/2016 tarihli kararname ile yeniden karar verilmiş ve 667 nolu kararnamede yazılı hususların bu kurumlar için hüküm doğurmadığı belirtilmiştir. Yani bu 54 kurum ile ilgili hata yapıldığı ve ilk kararnamede yanlışlıkla kapatıldıkları kabul edilmiştir. Bu durum Karar>nameler ekindeki listelerin ciddiyetten uzak ve birilerine zarar verme niyeti ile hazırlandığına ilişkin düşünceyi kuvvetlendirmektedir. Diğer yandan bu durum KHK listelerinin hukuka uygun amaç ve maksattan uzak hazırlandığını göstermekte ve hakkımda tesis edilen işlemin de İPTALİNİ gerektirmektedir.
Danıştay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu’nun E. 1988/6, K. 1989/4 ve T. 7.12.1989 tarihli kararında yer alan hususlar da somut olayla benzerlikler içermektedir. Karar 1980 askeri ihtilali sonrasında çıkarılan sıkıyönetim kanununda kamu görevlilerinin sıkıyönetim komutanlarının isteği üzerine hiçbir soruşturma ve inceleme yapılmadan görevlerine son verilmesi sonrasında yapılan başvurulara dairdir. Gerek kamu görevlilerinin görevlerine son verilme usulü, gerek disiplin soruşturması yapılmayışı, gerek görevden çıkarılanların tekrar kamu görevine alınmayacaklarına dair düzenleme ve gerekse buna karar veren makamların kamu görevlileri ile ilgili bu kanıya varacak bilgilerinin olmayışı hususlarında anılan sıkıyönetim uygulamaları ile mevcut OHAL KHK uygulamaları birebir aynıdır. Esas fark ilkinin darbe sonrası yaşanması ikincisinin darbenin engellenmesi sonrası yaşanmasıdır. Karar içerisinde özet olarak;
Sıkıyönetim Yasasının ikinci maddesine 2301 sayılı Yasa ile eklenen fıkra 28.12.1982 günlü, 2766 sayılı Yasanın birinci maddesiyle değiştirilmiş, sıkıyönetim komutanlarına verilen yetkiler aynen korunmakla birlikte, sıkıyönetim komutanlarının isteği üzerine işlerine son verilen memurların, diğer kamu görevlileri ve kamu hizmetlerinde görevli işçilerin bir daha kamu hizmetlerinde çalıştırılamayacakları kurala bağlanmıştır…Hukuki dayanakları yönünden oluşum ve gelişim süreci yukarıda açıklanan bu yetkiye dayanılarak uygulanan &işe son verme& işleminin niteliğinin ve &Türk Memur Hukuku& içindeki yerinin de saptanması gerekir. Anayasa`nın 128 inci maddesine göre memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir. Devlet memurları için bu düzenleme 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu`nda yapılmış devlet memuru olmayan diğer kamu görevlilerinin özlük işleri ise adı geçen yasadaki ilkeler esas alınarak düzenlenmiştir. Bu ilkelere göre kamu görevinin sona ermesi halleri nitelik kaybı, çekilme, çekilmiş sayılma, emeklilik, ölüm gibi genellikle >nesnel nedenlere bağlanmıştır. Re`sen emekliye sevk işlemi gibi takdir yetkisi içinde yer alan işlemler uygulanarak göreve son verme durumlarında ise, bu işlemlere karşı yargı yolu açık olduğu ve yargısal içtihatlarla idarenin takdirinin kamu hizmeti ile ilgili, ciddi, kanıtlanabilir, somut nedenlere dayanması gerektiği belirlendiği için kamu görevlisinin keyfi bir işleme maruz kalması büyük ölçüde önlenmiş, eğer böyle bir işlemle görevine son verilmiş ise yargı yolu ile durumunun düzeltilmesi olanağı sağlanmıştır.
Sıkıyönetim komutanlarına tanınan yetkinin kullanımı yasada başlıca iki nedene dayandırılmıştır. 1- Sıkıyönetim bölgesinde genel güvenlik, asayiş ve kamu düzeni açısından çalışması sakıncalı görülmek, 2- Hizmetleri yararlı olmamak. Görüleceği üzere sıkıyönetim komutanının takdirine esas alacağı nedenlerin tanımını yapmak, oluşumunu saptamak, niteliğini ve sınırlarını ortaya koyabilmek oldukça güçtür ve bu nedenler, büyük ölçüde kişisel değerlendirmelere bağlı olarak değişebilecek bir özellik göstermektedirler. Özellikle &hizmetleri yararlı olmamak& nedeni, sıkıyönetim komutanlarının uzmanlık alanı dışında kaldığından, kamu idarelerine ve b>u idarelerin yetkili yöneticilerine, sıkıyönetim komutanlarına öneride bulunmak suretiyle, kendi statüleri içinde sahip olmadıkları, kişisel yargılarına bağlı yeni bir yetki sağlamış ve bu yolla çok sayıda kamu görevlisinin işlerine son verme imkanı ortaya çıkmıştır. Bu yetkiye dayanılarak yapılan idari işlemlerin her türlü denetimin dışında tutulması, yetkinin kamu yararı dışındaki amaçlarla da kullanılmasına müsait bir ortam oluşturmuştur. Böylece 18.3.1926 günlü, 788 sayılı Yasanın 59 uncu maddesinde kaldırıldığı açıklanan &idareten azil& müessesesi yeniden ihdas edilmiş ve Türk kamu personeli hukuku 1926 yıllarının gerisine götürülmüştür.
Yetkinin kullanılması için maddede hiç bir usulün öngörülmemiş olması da kamu personeli yönünden tümüyle güvencesiz bir ortam yaratmıştır. Örneğin, kişinin genel güvenlik, asayiş ve kamu düzeni açısından bölgede çalışmasının sakıncalı olduğunun nasıl saptanacağı; kamu görevlisinin hizmetinde yararlı olmadığını sıkıyönetim komutanının bilmesi ve değerlendirmesi mümkün olmadığına göre bu öneriyi kimin yapacağı; kişi hakkında toplanan bilgilerin veya yapılan önerinin, gerçekliği ve doğruluğunun nasıl denetleneceği gibi konularda yasada herhangi bir açıklık bulunmadığı gibi, çok ağır bir ceza niteliği taşıyan bu işlemin uygulanmasından önce ilgiliye savunma hakkı da tanınmamıştır.
Yetkinin bu derecede kişisel değerlendirmeye müsait olması, iyi niyetle kullanılması halinde dahi, uygulanan işlemlerde büyük yanılgılara neden olabilecektir. Nitekim 2766 sayılı Yasa ile getirilen geçici madde uygulaması bu gerçeği ortaya koymuştur. 2766 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden önce sıkıyönetim komutanlarının isteği üzerine görevine son verilenlerin durumu yeniden incelenmiş, bu inceleme sonunda çok sayıda kamu görevlisinin sakıncalı olmadıkları anlaşılmış ve bunlar görevlerine dönmüşlerdir.” Şeklinde ibareler yer almaktadır.ÖZELLİKLE SON PARAGRAFTAKİ ÖZET DAVA KONUSU SOMUT DURUM İLE BİREBİR AYNIDIR. ZİRA ON BİNLERCE KAMU GÖREVLİSİNİN MESLEĞİNDEN ÇIKARILMASINDAN SONRA SAYIN CUMHURBAŞKANIMIZ VE BAŞBAKANIMIZIN YAPTIĞI AÇIKLAMALARDA HATALI İŞLEMLERİN DE YAPILMIŞ OLDUĞU VURGULANMIŞTIR. YİNE SONDAN BİR ÖNCEKİ AÇIKLAMADA DA KAMU GÖREVLİLERİ HAKKINDA KARAR VEREN KİŞİLERİN HER BİR KAMU GÖREVLİSİ İLE İLGİLİ MESLEKİ DURUM DEĞERLENDİRMESİ YAPMASININ MÜMKÜN OLMADIĞI, BU ŞEKİLDE KULLANILAN TAKDİR YETKİSİNİN KEYFİ OLDUĞU BELİRTİLMİŞTİR. DAVA KONUSU SOMUT OLAYDA DA KARARNAMEDE İMZASI OLAN KİŞİLERİN HAKKIMDA HİÇBİR MADDİ DELİL OLMAMASINA RAĞMEN ON BİNLERCE KİŞİ İLE BİRLİKTE HAKKIMDA DEĞERLENDİRME YAPMASINDA KEYFİLİK OLDUĞU VE İŞLEMİN BU YÖNÜYLE DE SEBEP VE MAKSAT UNSURLARI BAKIMINDAN SAKAT OLDUĞU ORTAYA ÇIKMAKTADIR.
Hak ihlaline neden olan durumun OHAL’e neden olan şiddet olayları ile ilgili olması gerektiği aksi takdirde hukukun üstünlüğü ilkesine aykırılık oluşacağı Baka/Macaristan, Büyük Daire, 23.6.2016, No. 20261/12 kararında da belirtilmiştir.Yukarıda yapılan açıklamaların bir özeti olarak şunu ifade etmek isterim ki; meslekten ve memuriyetten çıkarılmama ilişkin işlemin KHK kapsamında gerekli bir işlem olduğunun kesin, inandırıcı ve hiçbir şüpheye mahal bırakılmadan izahatı yapılmadıktan sonra, hakkımda tesis edilen işlemin SEBEP ve MAKSAT unsurları bakımından hukuka uygun olduğunun söylenmesi kesinlikle mümkün olmayacaktır. Yapılan tüm bu izahatlar doğrultusunda dava konusu işlem SEBEP ve MAKSAT unsurları bakımından sakat olup iptali gerekir.
DAVAYA KONU KANUN HÜKMÜNDE KARARNAMENİN ANAYASAYA AYKIRILĞINA İLİŞKİN İZAHATIM
Anayasa’nın 120.maddesinde; “Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddî belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddî şekilde bozulması hallerinde, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Milli Güvenlik Kurulunun da görüşünü aldıktan sonra yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde, süresi altı ayı geçmemek üzere olağanüstü hal ilân edebilir.” Denilmektedir.
Anayasa’nın 121.maddesinde ise; Anayasanın 119 ve 120 nci maddeleri uyarınca olağanüstü hal ilânına karar verilmesi durumunda, bu karar Resmî Gazetede yayımlanır ve hemen Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur. Türkiye Büyük Millet Meclisi tatilde ise derhal toplantıya çağırılır. Meclis, olağanüstü hal süresini değiştirebilir, Bakanlar Kurulunun istemi üzerine, her defasında dört ayı geçmemek üzere, süreyi uzatabilir veya olağanüstü hali kaldırabilir.” Denilmektedir.2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanununun Kanun hükmünde kararname başlıklı 4.maddesinde; “Olağanüstü hal süresince, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda Anayasanın 91 inci maddesindeki kısıtlamalara ve usule bağlı olmaksızın, kanun hükmünde kararnamemeler çıkarabilir. Bu kararnameler Resmi Gazete'de yayımlanır ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur.” Denilmektedir. Ancak 670 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin meclisin onayına sunulup sunulmadığına dair kamuoyunun şüpheleri bulunmaktadır.
Anayasa’nın 15.maddesi ise; “Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlâl edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir.(Değişik: 7/5/2004-5170/2 md.) Birinci fıkrada belirlenen durumlarda da, savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında, kişinin yaşama hakkına, maddî ve manevî varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatler<ini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.” Denilmektedir.
Olağanüstü hal; Anayasa’da belirtilen şartların oluşması halinde ülke düzeni ve güvenliği açısından başvurulacak bir rejim olmakla birlikte, hukuk devleti ilkesinin tüm alanlarında düzenleme özgürlüğü tanınan, kalıcı bir rejim de değildir. Ayrıca olağanüstü hal döneminde alınacak olan tedbirlerin Anayasa’nın 15.maddesinde belirtilen sınırların dışında tesis edilmesi mümkün değildir. Anayasa’nın 148.maddesinde şekil ve esas bakımından incelenmeyeceği belirtilen olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerinin, Anayasa’da belirtilen sınırların dışında taşması halinde yargı denetimine konu edilemeyeceğinin düşünülerek hareket edilmesi daha en başta Anayasa’nın 15.maddesini amaçsız kılmaktadır. Bu durumda hakları muhtel olanların da iç hukuk düzeni içerisinde mağduriyetlerini giderecek bir yol ve yöntemi de kalmayacaktır ki bu durum Anayasa’nın 2.madesinin de yok kabul edilmesi anlamına gelir. Oysa olağanüstü hal geçici ve istisnai olduğu gibi sınırları da Anayasa ile çizilmiştir. Sınırın dışına çıkan her bir düzenlemenin itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesince karara bağlanacağında hiçbir şüphe yoktur. Aksi bir kabul Anayasa’nın da üstünde yetkilerin KHK ile Bakanlar Kuruluna tanınması anlamına gelir ki böyle sığ bir anlayış Anayasa ile koruma altına alınan tüm hakların ve hukuk devleti düzenlemelerinin tehlikeye atılması demek olur.670 sayılı KHK’nin Kamu personeline ilişkin tedbirler başlıklı 2.maddesindeki ifade şudur; “(1) Milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen Fethullahçı Terör Örgütüne (FETÖ/PDY) aidiyeti, iltisakı veya irtibatı olan…” İşte mesleğimden çıkarılmama neden olan sadece bu cümledir. Bu cümle Anayasa’nın 2.maddesinde yazılı hukuk devleti ilkesinin yok kabul edilmesidir. Zira Bakanlar kurulundaki sınırlı sayıda üst düzey kamu görevlisinin onbinlerce kamu görevlisi hakkında tek bir hüküm ve ekli listeler ile karar verebilme, onların tekrar kamu görevine girmeyeceklerine dair karar alma hak ve salahiyetleri Anayasa’da tanımlanmamıştır. Kamu görevinden çıkarılmamın 15 Temmuz darbe girişimi ile ne tür ilişkisinin olduğu somut olarak ispatlanmadıktan sonra acele tedbirler ile kazanılmış haklarımdan mahrum edilmem hukuk devleti ilkesi ve hukuk güvenliği ile bağdaşmaz. Kaldı ki Anayasa’nın 15.maddesinde olağanüstü halde bile masumiyet karinesi esas kabul edilmiştir. Oysa kanun hükmünde kararnamenin 2.maddesinin 2.fıkrasında yer alan; “Birinci fıkra gereğince kamu görevinden, Türk Silahlı Kuvvetlerinden, Sahil Güvenlik Komutanlığı teşkilatından ve Emniyet Genel Müdürlüğü teşkilatından çıkarılan kişilerin, mahkûmiyet kararı aranmaksızın, rütbe ve/veya memuriyetleri alınır ve bu kişiler görev yaptıkları teşkilata yeniden kabul edilmezler; bir daha kamu hizmetinde istihdam edilemezler, doğrudan veya dolaylı olarak görevlendirilemezler;” şeklindeki ifade ile Anayasa’nın 38.maddesinde yer alan ve yine 15.maddede olağanüstü halde bile ihlal edilmesi yasaklanan masumiyet karinesi KHK ile ihlal edilmiştir.
Olağanüstü hale imkan tanıyan Anayasa’nın 15.maddesinin son cümlesinde; “suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.” Denilerek, masumiyet karinesinin olağanüstü hallerde dahi askıya alınamayacağı açıklanmaktadır. Oysa KHK metninde mahkumiyet şartı aranmaksızın meslekten çıkarılmama karar verilmiştir. Burada ifade edilen mahkumiyetin disiplin hukuku ve ceza hukuku açısından da ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekir. Zira ceza hukuku bakımından alınacak her bir mahkumiyet kararı dahi disiplin hukuku anlamında bir sonuç doğurmamaktadır. Ceza Hukuku anlamında alınacak ve yargı yollarının tükenmesi ile kesinleşecek bir mahkumiyet kararının disiplin hukuku alanında sonuç doğurması ancak özel yasalarda öngörülen mahkumiyet sınırının aşılması ile mümkündür. Örneğin basit suçlar sebebiyle alınmış 6 aylık kesinleşmiş bir mahkumiyet kararı disiplin hukuku açısından memuriyete halel getirmeyecektir. Oysa KHK hükmünde mahkumiyet şartı aranmaksızın denilerek meslekten çıkarma kararına neden olacak bir disiplin suçu olmadığı da kabul edilmektedir. KHK metninde ise ekli listede ismi bulunanlar ile ilgili olarak; “(1) Milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen Fethullahçı Terör Örgütüne (FETÖ/PDY) aidiyeti, iltisakı veya irtibatı olan…”, şeklinde bir tarif yapılmış ancak ekli listedeki hangi şahsın aidiyet, iltisak veya irtibat durumu belirtilmemiştir. Yıllardır sürdürdüğüm mesleğimnden atılmamdaki temel sebebin iltisak mı irtibat mı yoksa aidiyet mi olduğu da belli değildir. Ayrıca KHK’da yazılı bu üç seçimlik hareketle ilgili ceza yasamızda kanunilik şartına uygun bir suç tipi de bulunmamaktadır. Yani Türk Ceza Kanununda “(1) Milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen Fethullahçı Terör Örgütüne (FETÖ/PDY) aidiyeti, iltisakı veya irtibatı olan…”,, >şeklinde bir suç tasnii yapılmamıştır.Kısacası Bakanlar Kurulunun Anayasa’nın 15.maddesinde yazılı bu amir hükmünün dışına çıkarak nasıl ve kimler tarafından hazırlandığı belli olmayan bir liste üzerinden onbinlerce kişinin mesleğini elinden alması en başta masumiyet karinesinin yok sayılması, olağanüstü hal kapsamında tanınan KHK yetkilerinin dışına çıkıldığı ve keyfi uygulamalara dönüldüğünü izah ve ispat etmektedir. Bu açıdan anılan KHK’nin bu hükmü Anayasa’nın md.2, md.15 ve md38’e aykırılık içerdiğinden bu hususun da sayın yüksek mahkemenizce tespiti ve karara bağlanması talep olunmaktadır.
NETİCE-İ TALEP : Yukarıda arz ve izah olunan nedenlerle;Meslekten ve memuriyetten ihracıma neden olan 17/08/2016 tarih ve 29804 sayılı resmi gazetede yayınlanan 15/08/2016 tarih ve 670 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınması Gereken Tedbirler Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin şahsımla ilgili kısmının iptali,
KHK’nin 2.maddesinin Anayasa’nın 2. 15. Ve 38.maddelerine aykırı olduğunun itiraz yolu ile tespiti için gerekli başvuruların yapılması,
Dava harç ve sair giderlerin davalı idare üzerinde bırakılmasını arz ederim…./10/2016
Davacı


VardırBirHayr

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş

“Anayasa’ya Aykırılık İddiası İçermektedir.”

DANIŞTAY’ IN İLGİLİ DAİRESİNE

GÖNDERİLMEK ÜZERE

      ..............İDARE MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI’NA

DAVACI : AD / SOYAD (Vatandaşlık Numarası: )

ADRES : …………

DAVALI : BAŞBAKANLIK- ANKARA

D. KONUSU : Davalı İdare’nin ……………………. tarihli ve …………… sayılı Resmi Gazetede yayımlanan …. Sayılı Kanun Hükmünde Kararname neticesinde Memuriyetten İhraç Kararının ÖNCELİKLE ANAYASAYA AYKIRI olması nedeniyle somut norm denetimi yapılmak üzere dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesi ve yargılama neticesinde ilgili işlemin İPTALİNE yönünde karar verilmesi talebidir.

TEBLİĞ TARİHİ :01.09.2016 (internet üzerinden)

OLAYLAR :

( BU BÖLÜMDE HERKES KENDİNE GÖRE MENFUR DARBE GİRİŞİMİNİ KINAMALI, HİÇBİR ÖRGÜT İLE BAĞLANTISININ OLMADIĞI, HAKKINDA BİR SORUŞTURMA YAPILMADAN MEMURİYETTEN İHRAÇ EDİLDİĞİNİ ANLATMALIDIR. KENDİSİ VE MESLEKİ GEÇMİŞİ, BAŞARILARI HAKKINDA KISACA BİLGİ VERMELİDİR.)

…………………. bünyesinde …………………… sicil sayılı Devlet Memuru olarak görev yapmakta iken; 01.09.2016 tarih ve 29818 (Mükerrer) sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 672 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Kamu Personeline İlişkin Alınan Tedbirlere Dair Kanun Hükmünde Kararname Ek 13 sayılı listede ismimin yer alması sebebiyle başka hiçbir işleme gerek kalmaksızın kamu görevinden çıkarıldığımı öğrenmiş bulunmaktayım.

672 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname ile ‘Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan’ ların bu gerekçeyle memuriyetten çıkarılmasına karar verilmiştir.

AÇIKLAMALAR :

1- İDARENİN HER TÜRLÜ EYLEM VE İŞLEMLERİ YARGI DENETİME TABİDİR. BU DURUM HUKUK DEVLETİ İLKESİNİN BİR GEREĞİDİR. HAKKIMDA SORUŞTURMA DAHİ YAPILMADAN SOMUT HİÇ BİR DELİL GÖSTERİLMEDEN VERİLEN İHRAÇ KARARI HUKUKUN EVRENSEL İLKELERİNE AYKIRIDIR.

AY m.125: İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır. Kamu hizmetleri ile ilgili imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinde bunlardan doğan uyuşmazlıkların milli veya milletlerarası tahkim yoluyla çözülmesi öngörülebilir. Milletlerarası tahkime ancak yabancılık unsuru taşıyan uyuşmazlıklar için gidilebilir.

Cumhurbaşkanının tek başına yapacağı işlemler ile Yüksek Askeri Şuranın kararları yargı denetimi dışındadır. Ancak, Yüksek Askeri Şuranın terfi işlemleri ile kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma hariç her türlü ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolu açıktır.

İdari işlemlere karşı açılacak davalarda süre, yazılı bildirim tarihinden başlar.

Yargı yetkisi, idari eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olup, hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz. Yürütme görevinin kanunlarda gösterilen şekil ve esaslara uygun olarak yerine getirilmesini kısıtlayacak, idari eylem ve işlem niteliğinde veya takdir yetkisini kaldıracak biçimde yargı kararı verilemez.

İdari işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkansız zararların doğması ve idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda gerekçe gösterilerek yürütmenin durdurulmasına karar verilebilir.

Kanun, olağanüstü hallerde, sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halinde ayrıca milli güvenlik, kamu düzeni, genel sağlık nedenleri ile yürütmenin durdurulması kararı verilmesini sınırlayabilir.

İdare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.

Anayasanın amir hükmü gereği meslekten çıkarmalara karşı yargı yolu açık olup, sadece KHK kapsamında alınan karar ve yapılan işlemlere karşı açılan davalarda yürütmenin durdurulmasına karar verilmesi yasaklanmıştır.

Olağanüstü halde çıkarılan KHK için Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamayacağı, iptal davası açılamayacağı ileri sürülse de, Anayasa m.152 ye göre Anayasaya aykırılığın ciddi bulunup mahkemece ileri sürülebilmesi kuralı işletilmek suretiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurulması istisnai olarak mümkündür.

Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuki güvenliği sağlayan, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve kanunlarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devletinde kanunların kamu yararı gözetilerek çıkarılması zorunludur. Kanun koyucunun, Anayasa'ya ve hukukun genel ilkelerine aykırı olmamak kaydıyla her türlü düzenlemeyi yapma konusunda takdir yetkisi bulunmaktadır.

Olağanüstü halin ilanı ile başlayan süreçte yaşananlarda “hukuk devleti” ilkesi askıda değildir.

Anayasanın herhangi bir hükmünü yorumlayarak hak arama özgürlüğünün engellenmesi; hukukun temel ilkeleriyle, hukuk devletinin varlığı ve amacı ile bağdaşmayan nitelik taşıyacaktır.

Olağanüstü halde çıkarılan KHK’ların yer, süre, konu ve kapsam bakımından Anayasa Mahkemesi tarafından incelenebileceği söylenebilir, çünkü “hukuk devleti” ilkesi varlığını bu dönemde de korumaktadır.

2- HAKKIMDA VERİLEN İHRAÇ KARARI ÖLÇÜLÜ OLMAMAK İLE BİRLİKTE, DURUMUN GEREKTİRDİĞİ TEDBİRLERDEN DE DEĞİLDİR. ÇÜNKÜ YAŞANILAN MENFUR DARBE GİRİŞİMİ İLE BİR ALAKAM OLMAYIP, HERHANGİ BİR ÖRGÜT İLE DE İLİŞKİM YOKTUR. AYRICA YAPILAN BU İŞLEM İLE MASUMİYET KARİNESİ DE AÇIKÇA İHLAL EDİLMEKTEDİR.

AY m. 15 - Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlal edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir.

Birinci fıkrada belirlenen durumlarda da, savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında, kişinin yaşama hakkına, maddi ve manevi varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.

Anayasa, idareye, özellik taşıyan bu tehlikeli halleri ortadan kaldırabilmenin gerekli kıldığı "özel" yetkileri vermeyi ilke olarak kabul etmiş ve sıkıyönetimi bir kurum olarak kendi içinde bizzat düzenlemiştir. Hemen belirtmek gerekir ki, Anayasanın olağanüstü hal durumunda olağan durumlardakine benzemeyen birtakım yasa kurallarının konulacağını, temel hak ve özgürlüklerin olağan durumlardakinden daha çok sınırlandırılacağını kabul etmekle birlikte özgürlüklere ve temel haklara getirilecek sınırlamaların olağanüstü halin doğurduğu zorunlukların gerekli kıldığı ölçüleri aşamayacağını da açıkça vurgulamıştır.

Anayasanın, temel hak ve özgürlüklerin olağan durumlardakinden daha çok sınırlandırılmasına izin veren 15. ve 121. maddelerinin açık metninden de anlaşılacağı üzere olağanüstü halin dayanağını Anayasadan ve Anayasanın üstünlüğü ilkesinden alan hukuksal bir kurum olup olağanüstü halin ilânını gerektiren hallere bağlı olarak yürürlüğe konulan ve bu hallerin ortadan kalkması durumunda sona eren geçici bir rejimdir.

Anayasa mahkemesi bir kararında bunu şu şekilde vurgulamıştır. “Temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması” başlığını taşıyan Anayasanın 15. maddesinin 1. fıkrasında “Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde ... durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir” denilmektedir. Dolayısıyla, bu düzenleme ile olağanüstü durumlarda temel hak ve özgürlüklerin kısmen veya tamamen durdurulması, durumun gerektirdiği ölçüde olabilmektedir. Hak ve hürriyetlerin durdurulması yahut bunlara ilişkin güvencelere aykırı tedbirler alınmasında, “durumun gerektirdiği ölçü” içinde kalınmayarak yani “istisna”da orantı korunmayarak ve uluslararası hukuktan doğan yükümlülükler de ihlal edilerek 285 sayılı KHK’nin 7. maddesi ile hak arama özgürlüğüne ilişkin olarak engelleme getirilmesi, Anayasanın 15. maddesinde belirtilen sınırları aşması nedeniyle bu maddeye açıkça aykırılık oluşturmaktadır. ( AYM 2003/28 E. , 2003/42 K. )

3- ÇIKARILAN OLAĞANÜSTÜ KANUN HÜKMÜNDE KARARNAME İLE HAK ARAMA ÖZGÜRLÜĞÜ İHLAL EDİLEREK ANAYASAYA VE AİHS SÖZLEŞMESİNE VE HUKUKUN GENEL PRENSİPLERİNE AYKIRI ŞEKİLDE İŞLEM TESİS EDİLMİŞTİR.

AY M. 36 - Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.

Anayasanın “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” başlığını taşıyan 13. maddesinin 1. fıkrasında; “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” denilmektedir.

Ülkemizin de taraf olduğu İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 6. maddesi ile de güvenceye kavuşturulan bütün hak ve özgürlükleri korumaya yönelik “hak arama özgürlüğünün”; özüne dokunacak nitelikte, bir tasarrufla kullanımının engellenmesi niteliğinde olması sebebiyle, Anayasanın 13. maddesinde yer alan sınırlamaların kapsamı dışına çıktığından iptali gerekir.

AİHS Madde 6 - Adil yargılanma hakkı. Her şahıs gerek medeni hak ve vecibeleriyle ilgili nizalar gerek cezai sahada kendisine karşı serdedilen bir isnadın esası hakkında karar verecek olan, kanuni, müstakil ve tarafsız bir mahkeme tarafından dâvasının mâkul bir süre içinde hakkaniyete uygun ve aleni surette dinlenmesini istemek hakkını haizdir.

Hüküm aleni olarak verilir, Şu kadar ki demokratik bir toplulukta âmme intizamının veya millî güvenliğin veya ahlâkın yararına veya küçüğün menfaati veya dâvaya taraf olanların korunması veya adaletin selâmetine zarar verebileceği bazı hususi hallerde, mahkemece zaruri görülecek ölçüde, aleniyet dâvanın devamınca tamamen veya kısmen basın mensupları ve halk hakkında tahdid edilebilir.

2. Bir suç ile itham edilen her şahıs suçluluğu kanunen sabit oluncaya kadar masum sayılır.

3. Her sanık ezcümle:

a) Şahsına tevcih edilen isnadın mahiyet ve sebebinden en kısa bir zamanda, anladığı bir dille ve etraflı surette haberdar edilmek,

b) Müdafaasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara malik olmak,

c) Kendi kendini müdafaa etmek veya kendi seçeceği bir müdafii veya eğer bir müdafi tâyin için mali imkânlardan mahrum bulunuyor ve adaletin selâmeti gerektiriyorsa, mahkeme tarafından tayin edilecek bir avukatın meccani yardımından istifade etmek,

d) İddia şahitlerini sorguya çekmek, veya çektirmek, müdafaa şahitlerinin de iddia şahitleriyle aynı şartlar altında davet edilmesini ve dinlenmesinin sağlanmasını istemek,

e) Duruşmada kullanılan dili anlamadığı veya konuşamadığı takdirde bir tercümanın yardımından meccanen faydalanmak, haklarına sahiptir.

İç hukukta mahkemeye erişim hakkının engeli; hem anayasal ve hem de yasal düzenlemelerle mahkemeye başvurunun yasaklanması nedeniyle başvurunun yapılmaması veya yapılamamasını ve hem de iç hukukta yapılan bir başvurunun mahkemeye erişim hakkının yasaklandığı durumlar AİHS 6. Maddenin ihlali anlamı taşımaktadır.

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Büyük Dairesi 23.06.2016 tarihli ve 20261/12 başvuru numaralı Baka - Macaristan kararında, başvurucunun iç hukukta mahkemeye erişim hakkının kısıtlandığından bahisle doğrudan yaptığı başvuruyu kabul etmiş ve bu kısıtlılığın İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 6. maddesi ile güvence altına alınan dürüst yargılanma hakkının ihlali olduğu sonucuna varmıştır.

Mahkeme; somut olayın özellikleri doğrultusunda mahkemeye erişim hakkının dava konusu düzenlemenin kabul edildiği süreçte değil, bu süreçten önce iç hukukta kapsam dışı olup olmadığının değerlendirilmesi gerektiği görüşündedir. Aksi bir yaklaşım, başvurucunun hakkına müdahale teşkil eden düzenlemenin aynı zamanda başvurucunun mahkemeye erişim hakkının kapsam dışı bırakılmasının yasal dayanağı olabileceği anlamına gelecektir. Bu husus; üye devletlerin söz konusu uyuşmazlıkları yargı denetimi kapsamı dışında bırakan geçici yasal düzenlemeler yaparak, kamu çalışanlarının bireysel uyuşmazlıklarda mahkemeye erişim hakkını engellemelerine imkan sağlayabilecektir.

Somut olayda, başvurucunun süresinden önce Yüksek Mahkeme Başkanlığı görevinin sona erdirilmesinin yargısal denetimi yapılmamış olup, bu husus yargı yetkisi bulunan herhangi bir merciin denetimine de açık tutulmamıştır. Yargı denetimi yoksunluğu, “hukukun üstünlüğü” prensibine uygunluğu konusunda şüphe uyandıran bir düzenlemenin sonucudur.

Tüm bu hususlar ışığında Mahkeme; başvurucunun şikayetini kabul edilebilir bulmuş, dürüst yargılanma hakkının demokratik bir toplum düzeninde gerekli olan hallerde sınırlandırılabileceğini, fakat somut olayda sınırlandırmanın demokratik bir toplum düzeni için gerekli olmadığını belirterek, Sözleşmenin 6. maddesinin ihlal edildiğine hükmetmiştir.

Bu karar ışığında doğru olan, ihraç kapsamına girenlere iç hukukta yargı yolunun açık tutulmasıdır. Aksi halde; sonradan Anayasa, kanun veya KHK değişikliği ile hak arama hürriyetinin kısıtlanması, dürüst yargılanma hakkının ihlali anlamını taşıyacaktır. Dürüst yargılanma hakkı; yalnızca ceza yargılamalarını değil, Özel Hukuk ve hatta idari yargılamaları da kapsar.

Yargı denetimi yoksunluğu, “hukukun üstünlüğü” prensibine uygunluğu konusunda şüphe uyandıran bir düzenlemenin sonucudur.

657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun “Müracaat, Şikâyet ve Dava Açma” başlıklı 21. maddesi 1. fıkrasındaki; “Devlet memurları kurumlarıyla ilgili resmi ve şahsi işlerinden dolayı müracaat; amirleri veya kurumları tarafından kendilerine uygulanan idari eylem ve işlemlerden dolayı şikâyet ve dava açma hakkına sahiptirler.” hükümlerince de dava açma ve savunma hakkı yasal güvence altına alınmıştır.

Sonuç olarak KHK Hükümleri ile kamu görevinden çıkarılanların bu uygulamaya karşı Yargıya müracaatında herhangi bir kanuni engel bulunmamaktadır.

4- SIKIYÖNETİM DÖNEMİNDE MESLEKTEN İHRAÇ EDİLEN ÖĞRETİM GÖREVLİLERİ HAKKINDA DANIŞTAY İÇTİHADI BİRLEŞTİRME KURULU SIKIYÖNETİM TEDBİRLERİNİN SADECE O DÖNEME İLİŞKİN OLACAĞI, ANAYASANIN TEMEL İLKELERİNE UYGUN OLMASI GEREKTİĞİNİ BELİRTEREK İLGİLİ KİŞİLERİN GÖREVLERİNE DÖNEBİLECEKLERİNE KARAR VERMİŞTİR.

Danıştay İçtihadı Birleştirme Kurulu’ nun 1988/6 E. , 1989/4 K. Sayılı kararında özetle şöyle denilmektedir:

a- Adı geçen madde ile sıkıyönetim komutanlarına verilen yetki, bu yetkinin kullanılması için gerek yasada açıklanan sebeplerin belirsizliği, gerekse kamu personeli için güvence sağlayacak bir usulün düzenlenmemiş olması yönlerinden kişisel değerlendirmelere, keyfi ve kamu yararı amacı dışında uygulamalara müsait bir yetkidir. Yasada, bu yetkinin kullanılması için gösterilen "hizmetleri yararlı" olmamak sebebinin sıkıyönetimin amacı ve ilânını gerektiren Anayasal nedenlerle hiç bir ilgisi bulunmamaktadır.

b- Anayasanın, temel hak ve özgürlüklerin olağan durumlardakinden daha çok sınırlandırılmasına izin veren 15. ve 122. maddelerinin açık metninden de anlaşılacağı üzere sıkıyönetim dayanağını Anayasadan ve Anayasanın üstünlüğü ilkesinden alan hukuksal bir kurum olup sıkıyönetimin ilânını gerektiren hallere bağlı olarak yürürlüğe konulan ve bu hallerin ortadan kalkması durumunda sona eren geçici bir rejimdir. Sıkıyönetim rejiminin bu niteliği, sıkıyönetim idaresince alınan önlemlerin sıkıyönetimin kalkmasıyla birlikte sona erdiğinin kabulünü de zorunlu kılar.

c- Sıkıyönetim komutanlığınca hak ve özgürlüklerin kısıtlanması ve durdurulması yolunda alınan karar ve önlemlerin yürürlük ve etkilerinin sıkıyönetimin kalkmasından sonra da devam etmesine ve giderek bu hak ve özgürlüklerin yok edilmesine yol açacak bir anlayış ve uygulamanın, hem 122. maddenin bu önlemlerin alınmasını sıkıyönetim halinin varlığına bağlayan açık hükmüyle hem de Anayasanın temel hak ve hürriyetlere getirilecek sınırlamaların sınırını belirleyen 13. maddesinin 2. fıkrasıyla bağdaştırılması mümkün değildir. 13. maddenin ikinci fıkrası temel hak ve hürriyetlerle ilgili genel ve özel sınırlamaların "öngörüldükleri amaç dışında" kullanılamayacaklarını özellikle vurgulamış bulunduğu için sıkıyönetim ilânını gerektiren hallerin ortadan kaldırılması amacıyla temel hak ve hürriyetlerin kullanımını "kısıtlayıcı" veya "durdurucu" yönde sıkıyönetim komutanlığınca alınan karar ve önlemlerin sıkıyönetim kalktıktan ve olağan duruma geçildikten sonra da yürürlükte kalabilmelerine hukuken olanak yoktur.

d- Anayasa'nın 15. maddesi kapsamına giren Yasalardaki kuralların "Anayasa'nın temel ilkelerine ve bu ilkelere egemen olan hukukun ana kurallarına olabildiğince uygun düşecek biçimde yorumlanmaları" hukuk devleti ilkesinin bir gereğidir. Bu nedenlerle, ağır toplumsal koşulların varlığı ve baskısı altında ve olağanüstü bir yönetim döneminde yürürlüğe konulan 2766 sayılı Yasadaki söz konusu hükmün anlamının, amaçsal bir yorumla ve sıkıyönetimin hukuki yapısına ve bu yönetim halinde özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin yukarıda açıklanan Anayasa ilkeleri göz önünde bulundurularak belirlenmesi gerekmektedir. Bir yandan nitelikleri yukarıda açıklanan ve hakkında hukuk yollarına başvurma olanağı bulunmayan işlemle bu işlem için öngörülen yaptırım arasında adil bir denge Kurulmasının hak, adalet ve hukuk devleti ilkelerinin bir gereği olması; öte yandan dayanağını Anayasa'nın 122. maddesinden alan ve bu maddede belirtilen durumlara bağlı olarak yürürlüğe konulan sıkıyönetimin geçici bir nitelik taşıması, dolayısıyla sıkıyönetim komutanlığınca alınan önlemlerin de sıkıyönetim süresi ile sınırlı bulunması; Anayasa'nın 15. ve 122. maddelerinde sıkıyönetim halinde temel hak ve özgürlüklerin durumun gerektirdiği ölçüde kısıtlanabileceğinin veya durdurulabileceğinin, 13. maddesinde de bu sınırlamaların Anayasa'nın özüne ve ruhuna uygun olması gerektiğinin, demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamayacaklarının ve öngörüldükleri amaç dışında kullanılamayacaklarının açıklanmış olması nedenleri ile 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu'nun 2. maddesinin 2766 sayılı Yasa ile değişik son fıkrasında yer alan "... bir daha kamu hizmetlerinde çalıştırılamazlar." ibaresini sıkıyönetim süresiyle sınırlı bir hüküm olarak değerlendirmek ve bunun sadece sıkıyönetim süresince hukuki sonuç doğurabileceğini kabul etmek gerekmektedir.

HUKUKSAL NEDENLER : AİHS, Anayasa, İYUK, D.M.K., İlgili Yönetmelik, Diğer Mevzuat

TALEP SONUCU VE İSTEM: Yukarıda arz ve izah edilen nedenler doğrultusunda Davalı İdare’nin ……………………. tarihli ve …………… sayılı Resmi Gazetede yayımlanan ………. Sayılı Kanun Hükmünde Kararname neticesinde Memuriyetten İhraç Kararının ÖNCELİKLE ANAYASAYA AYKIRI olması nedeniyle somut norm denetimi yapılmak üzere dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesi ve yargılama neticesinde ilgili işlemin İPTALİ yönünde karar verilmesini saygılarımla talep ederim. …/…/…..

                                                                                         Davacı

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Anayasa’ya Aykırılık İddiası İçermektedir.”

DANIŞTAY’ IN İLGİLİ DAİRESİNE

GÖNDERİLMEK ÜZERE

      ......... NÖBETÇİ İDARE MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI’NA

DAVACI : AD / SOYAD (Vatandaşlık Numarası: )

ADRES : …………

DAVALI : BAŞBAKANLIK- ANKARA

D. KONUSU : Davalı İdare’nin ……………………. tarihli ve …………… sayılı Resmi Gazetede yayımlanan …. Sayılı Kanun Hükmünde Kararname neticesinde Memuriyetten İhraç Kararının ÖNCELİKLE ANAYASAYA AYKIRI olması nedeniyle somut norm denetimi yapılmak üzere dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesi ve yargılama neticesinde ilgili işlemin İPTALİNE yönünde karar verilmesi talebidir.

TEBLİĞ TARİHİ : ……………..

OLAYLAR :

( BU BÖLÜMDE HERKES KENDİNE GÖRE MENFUR DARBE GİRİŞİMİNİ KINAMALI, HİÇBİR ÖRGÜT İLE BAĞLANTISININ OLMADIĞI, HAKKINDA BİR SORUŞTURMA YAPILMADAN MEMURİYETTEN İHRAÇ EDİLDİĞİ ANLATILMALIDIR. KİŞİ KENDİ VE MESLEKİ GEÇMİŞİ, BAŞARILARI HAKKINDA KISACA BİLGİ VERMELİDİR.)

…………………. bünyesinde …………………… sicil sayılı Devlet Memuru olarak görev yapmakta iken;17.09.2016 tarih ve 29804 (Mükerrer) sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 670 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Kamu Personeline İlişkin Alınan Tedbirlere Dair Kanun Hükmünde Kararname listesinde ismimin yer alması sebebiyle başka hiçbir işleme gerek kalmaksızın kamu görevinden çıkarıldığımı öğrenmiş bulunmaktayım.

670 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname ile ‘ Milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen Fethullahçı Terör Örgütüne (FETÖ/PDY) aidiyeti, iltisakı veya irtibatı olan ’ ların bu sebeple memuriyetten çıkarılması kararı verilmiştir.

Hakkımdaki FETÖ/PDY ile irtibat halinde olduğuma ilişkin iddialar tamamen asılsız ve mesnetsizdir. Şahsımın herhangi bir örgütle bağlantı içinde bulunduğunu kanıtlayacak nitelikte somut bir delil bulunması mümkün değildir. İşlemediğim bir suçtan dolayı terör örgütü üyeliği ile suçlanmaktayım. Kamu görevinden çıkarılmak, memuriyet hayatında karşılaşılabilecek en ağır yaptırımdır. Hiçbir somut gerekçe bulunmadığı halde bu şekilde bir yaptırımla karşı karşıya bırakılmamdan dolayı, ben ve ailem açısından maddi ve manevi anlamda telafisi imkânsız zararlar söz konusudur. Kişisel ve mesleki itibarım son derece ağır biçimde zedelenmiştir. Bu nedenle ivedilikle karar verilmesi elzemdir.

AÇIKLAMALAR :

1- İDARENİN HER TÜRLÜ EYLEM VE İŞLEMLERİ YARGI DENETİME TABİDİR. BU DURUM HUKUK DEVLETİ İLKESİNİN BİR GEREĞİDİR. HAKKIMDA SORUŞTURMA DAHİ YAPILMADAN SOMUT HİÇ BİR DELİL GÖSTERİLMEDEN VERİLEN İHRAÇ KARARI HUKUKUN EVRENSEL İLKELERİNE AYKIRIDIR.

AY m.125: İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır. Kamu hizmetleri ile ilgili imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinde bunlardan doğan uyuşmazlıkların milli veya milletlerarası tahkim yoluyla çözülmesi öngörülebilir. Milletlerarası tahkime ancak yabancılık unsuru taşıyan uyuşmazlıklar için gidilebilir.

Cumhurbaşkanının tek başına yapacağı işlemler ile Yüksek Askeri Şuranın kararları yargı denetimi dışındadır. Ancak, Yüksek Askeri Şuranın terfi işlemleri ile kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma hariç her türlü ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolu açıktır.

İdari işlemlere karşı açılacak davalarda süre, yazılı bildirim tarihinden başlar.

Yargı yetkisi, idari eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olup, hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz. Yürütme görevinin kanunlarda gösterilen şekil ve esaslara uygun olarak yerine getirilmesini kısıtlayacak, idari eylem ve işlem niteliğinde veya takdir yetkisini kaldıracak biçimde yargı kararı verilemez.

İdari işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkansız zararların doğması ve idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda gerekçe gösterilerek yürütmenin durdurulmasına karar verilebilir.

Kanun, olağanüstü hallerde, sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halinde ayrıca milli güvenlik, kamu düzeni, genel sağlık nedenleri ile yürütmenin durdurulması kararı verilmesini sınırlayabilir.

İdare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.

Anayasanın amir hükmü gereği meslekten çıkarmalara karşı yargı yolu açık olup, sadece KHK kapsamında alınan karar ve yapılan işlemlere karşı açılan davalarda yürütmenin durdurulmasına karar verilmesi yasaklanmıştır.

Olağanüstü halde çıkarılan KHK için Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamayacağı, iptal davası açılamayacağı ileri sürülse de, Anayasa m.152 ye göre Anayasaya aykırılığın ciddi bulunup mahkemece ileri sürülebilmesi kuralı işletilmek suretiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurulması istisnai olarak mümkündür.

Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuki güvenliği sağlayan, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve kanunlarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devletinde kanunların kamu yararı gözetilerek çıkarılması zorunludur. Kanun koyucunun, Anayasa'ya ve hukukun genel ilkelerine aykırı olmamak kaydıyla her türlü düzenlemeyi yapma konusunda takdir yetkisi bulunmaktadır.

Olağanüstü halin ilanı ile başlayan süreçte yaşananlarda “hukuk devleti” ilkesi askıda değildir.

Anayasanın herhangi bir hükmünü yorumlayarak hak arama özgürlüğünün engellenmesi; hukukun temel ilkeleriyle, hukuk devletinin varlığı ve amacı ile bağdaşmayan nitelik taşıyacaktır.

Olağanüstü halde çıkarılan KHK’ların yer, süre, konu ve kapsam bakımından Anayasa Mahkemesi tarafından incelenebileceği söylenebilir, çünkü “hukuk devleti” ilkesi varlığını bu dönemde de korumaktadır.

2- HAKKIMDA VERİLEN İHRAÇ KARARI ÖLÇÜLÜ OLMAMAK İLE BİRLİKTE, DURUMUN GEREKTİRDİĞİ TEDBİRLERDEN DE DEĞİLDİR. ÇÜNKÜ YAŞANILAN MENFUR DARBE GİRİŞİMİ İLE BİR ALAKAM OLMAYIP, HERHANGİ BİR ÖRGÜT İLE DE İLİŞKİM YOKTUR. AYRICA YAPILAN BU İŞLEM İLE MASUMİYET KARİNESİ DE AÇIKÇA İHLAL EDİLMEKTEDİR.

AY m. 15 - Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlal edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir.

Birinci fıkrada belirlenen durumlarda da, savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında, kişinin yaşama hakkına, maddi ve manevi varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.

Anayasa, idareye, özellik taşıyan bu tehlikeli halleri ortadan kaldırabilmenin gerekli kıldığı "özel" yetkileri vermeyi ilke olarak kabul etmiş ve sıkıyönetimi bir kurum olarak kendi içinde bizzat düzenlemiştir. Hemen belirtmek gerekir ki, Anayasanın olağanüstü hal durumunda olağan durumlardakine benzemeyen birtakım yasa kurallarının konulacağını, temel hak ve özgürlüklerin olağan durumlardakinden daha çok sınırlandırılacağını kabul etmekle birlikte özgürlüklere ve temel haklara getirilecek sınırlamaların olağanüstü halin doğurduğu zorunlukların gerekli kıldığı ölçüleri aşamayacağını da açıkça vurgulamıştır.

Anayasanın, temel hak ve özgürlüklerin olağan durumlardakinden daha çok sınırlandırılmasına izin veren 15. ve 121. maddelerinin açık metninden de anlaşılacağı üzere olağanüstü halin dayanağını Anayasadan ve Anayasanın üstünlüğü ilkesinden alan hukuksal bir kurum olup olağanüstü halin ilânını gerektiren hallere bağlı olarak yürürlüğe konulan ve bu hallerin ortadan kalkması durumunda sona eren geçici bir rejimdir.

Anayasa mahkemesi bir kararında bunu şu şekilde vurgulamıştır. “Temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması” başlığını taşıyan Anayasanın 15. maddesinin 1. fıkrasında “Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde ... durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir” denilmektedir. Dolayısıyla, bu düzenleme ile olağanüstü durumlarda temel hak ve özgürlüklerin kısmen veya tamamen durdurulması, durumun gerektirdiği ölçüde olabilmektedir. Hak ve hürriyetlerin durdurulması yahut bunlara ilişkin güvencelere aykırı tedbirler alınmasında, “durumun gerektirdiği ölçü” içinde kalınmayarak yani “istisna”da orantı korunmayarak ve uluslararası hukuktan doğan yükümlülükler de ihlal edilerek 285 sayılı KHK’nin 7. maddesi ile hak arama özgürlüğüne ilişkin olarak engelleme getirilmesi, Anayasanın 15. maddesinde belirtilen sınırları aşması nedeniyle bu maddeye açıkça aykırılık oluşturmaktadır. ( AYM 2003/28 E. , 2003/42 K. )

3- ÇIKARILAN OLAĞANÜSTÜ KANUN HÜKMÜNDE KARARNAME İLE HAK ARAMA ÖZGÜRLÜĞÜ İHLAL EDİLEREK ANAYASAYA VE AİHS SÖZLEŞMESİNE VE HUKUKUN GENEL PRENSİPLERİNE AYKIRI ŞEKİLDE İŞLEM TESİS EDİLMİŞTİR.

AY M. 36 - Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.

Anayasanın “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” başlığını taşıyan 13. maddesinin 1. fıkrasında; “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” denilmektedir.

Ülkemizin de taraf olduğu İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 6. maddesi ile de güvenceye kavuşturulan bütün hak ve özgürlükleri korumaya yönelik “hak arama özgürlüğünün”; özüne dokunacak nitelikte, bir tasarrufla kullanımının engellenmesi niteliğinde olması sebebiyle, Anayasanın 13. maddesinde yer alan sınırlamaların kapsamı dışına çıktığından iptali gerekir.

AİHS Madde 6 - Adil yargılanma hakkı. Her şahıs gerek medeni hak ve vecibeleriyle ilgili nizalar gerek cezai sahada kendisine karşı serdedilen bir isnadın esası hakkında karar verecek olan, kanuni, müstakil ve tarafsız bir mahkeme tarafından dâvasının mâkul bir süre içinde hakkaniyete uygun ve aleni surette dinlenmesini istemek hakkını haizdir.

Hüküm aleni olarak verilir, Şu kadar ki demokratik bir toplulukta âmme intizamının veya millî güvenliğin veya ahlâkın yararına veya küçüğün menfaati veya dâvaya taraf olanların korunması veya adaletin selâmetine zarar verebileceği bazı hususi hallerde, mahkemece zaruri görülecek ölçüde, aleniyet dâvanın devamınca tamamen veya kısmen basın mensupları ve halk hakkında tahdid edilebilir.

2. Bir suç ile itham edilen her şahıs suçluluğu kanunen sabit oluncaya kadar masum sayılır.

3. Her sanık ezcümle:

a) Şahsına tevcih edilen isnadın mahiyet ve sebebinden en kısa bir zamanda, anladığı bir dille ve etraflı surette haberdar edilmek,

b) Müdafaasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara malik olmak,

c) Kendi kendini müdafaa etmek veya kendi seçeceği bir müdafii veya eğer bir müdafi tâyin için mali imkânlardan mahrum bulunuyor ve adaletin selâmeti gerektiriyorsa, mahkeme tarafından tayin edilecek bir avukatın meccani yardımından istifade etmek,

d) İddia şahitlerini sorguya çekmek, veya çektirmek, müdafaa şahitlerinin de iddia şahitleriyle aynı şartlar altında davet edilmesini ve dinlenmesinin sağlanmasını istemek,

e) Duruşmada kullanılan dili anlamadığı veya konuşamadığı takdirde bir tercümanın yardımından meccanen faydalanmak, haklarına sahiptir.

İç hukukta mahkemeye erişim hakkının engeli; hem anayasal ve hem de yasal düzenlemelerle mahkemeye başvurunun yasaklanması nedeniyle başvurunun yapılmaması veya yapılamamasını ve hem de iç hukukta yapılan bir başvurunun mahkemeye erişim hakkının yasaklandığı durumlar AİHS 6. Maddenin ihlali anlamı taşımaktadır.

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Büyük Dairesi 23.06.2016 tarihli ve 20261/12 başvuru numaralı Baka - Macaristan kararında, başvurucunun iç hukukta mahkemeye erişim hakkının kısıtlandığından bahisle doğrudan yaptığı başvuruyu kabul etmiş ve bu kısıtlılığın İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 6. maddesi ile güvence altına alınan dürüst yargılanma hakkının ihlali olduğu sonucuna varmıştır.

Mahkeme; somut olayın özellikleri doğrultusunda mahkemeye erişim hakkının dava konusu düzenlemenin kabul edildiği süreçte değil, bu süreçten önce iç hukukta kapsam dışı olup olmadığının değerlendirilmesi gerektiği görüşündedir. Aksi bir yaklaşım, başvurucunun hakkına müdahale teşkil eden düzenlemenin aynı zamanda başvurucunun mahkemeye erişim hakkının kapsam dışı bırakılmasının yasal dayanağı olabileceği anlamına gelecektir. Bu husus; üye devletlerin söz konusu uyuşmazlıkları yargı denetimi kapsamı dışında bırakan geçici yasal düzenlemeler yaparak, kamu çalışanlarının bireysel uyuşmazlıklarda mahkemeye erişim hakkını engellemelerine imkan sağlayabilecektir.

Somut olayda, başvurucunun süresinden önce Yüksek Mahkeme Başkanlığı görevinin sona erdirilmesinin yargısal denetimi yapılmamış olup, bu husus yargı yetkisi bulunan herhangi bir merciin denetimine de açık tutulmamıştır. Yargı denetimi yoksunluğu, “hukukun üstünlüğü” prensibine uygunluğu konusunda şüphe uyandıran bir düzenlemenin sonucudur.

Tüm bu hususlar ışığında Mahkeme; başvurucunun şikayetini kabul edilebilir bulmuş, dürüst yargılanma hakkının demokratik bir toplum düzeninde gerekli olan hallerde sınırlandırılabileceğini, fakat somut olayda sınırlandırmanın demokratik bir toplum düzeni için gerekli olmadığını belirterek, Sözleşmenin 6. maddesinin ihlal edildiğine hükmetmiştir.

Bu karar ışığında doğru olan, ihraç kapsamına girenlere iç hukukta yargı yolunun açık tutulmasıdır. Aksi halde; sonradan Anayasa, kanun veya KHK değişikliği ile hak arama hürriyetinin kısıtlanması, dürüst yargılanma hakkının ihlali anlamını taşıyacaktır. Dürüst yargılanma hakkı; yalnızca ceza yargılamalarını değil, Özel Hukuk ve hatta idari yargılamaları da kapsar.

Yargı denetimi yoksunluğu, “hukukun üstünlüğü” prensibine uygunluğu konusunda şüphe uyandıran bir düzenlemenin sonucudur.

657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun “Müracaat, Şikâyet ve Dava Açma” başlıklı 21. maddesi 1. fıkrasındaki; “Devlet memurları kurumlarıyla ilgili resmi ve şahsi işlerinden dolayı müracaat; amirleri veya kurumları tarafından kendilerine uygulanan idari eylem ve işlemlerden dolayı şikâyet ve dava açma hakkına sahiptirler.” hükümlerince de dava açma ve savunma hakkı yasal güvence altına alınmıştır.

Sonuç olarak KHK Hükümleri ile kamu görevinden çıkarılanların bu uygulamaya karşı Yargıya müracaatında herhangi bir kanuni engel bulunmamaktadır.

4- SIKIYÖNETİM DÖNEMİNDE MESLEKTEN İHRAÇ EDİLEN ÖĞRETİM GÖREVLİLERİ HAKKINDA DANIŞTAY İÇTİHADI BİRLEŞTİRME KURULU SIKIYÖNETİM TEDBİRLERİNİN SADECE O DÖNEME İLİŞKİN OLACAĞI, ANAYASANIN TEMEL İLKELERİNE UYGUN OLMASI GEREKTİĞİNİ BELİRTEREK İLGİLİ KİŞİLERİN GÖREVLERİNE DÖNEBİLECEKLERİNE KARAR VERMİŞTİR.

Danıştay İçtihadı Birleştirme Kurulu’ nun 1988/6 E. , 1989/4 K. Sayılı kararında özetle şöyle denilmektedir:

a- Adı geçen madde ile sıkıyönetim komutanlarına verilen yetki, bu yetkinin kullanılması için gerek yasada açıklanan sebeplerin belirsizliği, gerekse kamu personeli için güvence sağlayacak bir usulün düzenlenmemiş olması yönlerinden kişisel değerlendirmelere, keyfi ve kamu yararı amacı dışında uygulamalara müsait bir yetkidir. Yasada, bu yetkinin kullanılması için gösterilen "hizmetleri yararlı" olmamak sebebinin sıkıyönetimin amacı ve ilânını gerektiren Anayasal nedenlerle hiç bir ilgisi bulunmamaktadır.

b- Anayasanın, temel hak ve özgürlüklerin olağan durumlardakinden daha çok sınırlandırılmasına izin veren 15. ve 122. maddelerinin açık metninden de anlaşılacağı üzere sıkıyönetim dayanağını Anayasadan ve Anayasanın üstünlüğü ilkesinden alan hukuksal bir kurum olup sıkıyönetimin ilânını gerektiren hallere bağlı olarak yürürlüğe konulan ve bu hallerin ortadan kalkması durumunda sona eren geçici bir rejimdir. Sıkıyönetim rejiminin bu niteliği, sıkıyönetim idaresince alınan önlemlerin sıkıyönetimin kalkmasıyla birlikte sona erdiğinin kabulünü de zorunlu kılar.

c- Sıkıyönetim komutanlığınca hak ve özgürlüklerin kısıtlanması ve durdurulması yolunda alınan karar ve önlemlerin yürürlük ve etkilerinin sıkıyönetimin kalkmasından sonra da devam etmesine ve giderek bu hak ve özgürlüklerin yok edilmesine yol açacak bir anlayış ve uygulamanın, hem 122. maddenin bu önlemlerin alınmasını sıkıyönetim halinin varlığına bağlayan açık hükmüyle hem de Anayasanın temel hak ve hürriyetlere getirilecek sınırlamaların sınırını belirleyen 13. maddesinin 2. fıkrasıyla bağdaştırılması mümkün değildir. 13. maddenin ikinci fıkrası temel hak ve hürriyetlerle ilgili genel ve özel sınırlamaların "öngörüldükleri amaç dışında" kullanılamayacaklarını özellikle vurgulamış bulunduğu için sıkıyönetim ilânını gerektiren hallerin ortadan kaldırılması amacıyla temel hak ve hürriyetlerin kullanımını "kısıtlayıcı" veya "durdurucu" yönde sıkıyönetim komutanlığınca alınan karar ve önlemlerin sıkıyönetim kalktıktan ve olağan duruma geçildikten sonra da yürürlükte kalabilmelerine hukuken olanak yoktur.

d- Anayasa'nın 15. maddesi kapsamına giren Yasalardaki kuralların "Anayasa'nın temel ilkelerine ve bu ilkelere egemen olan hukukun ana kurallarına olabildiğince uygun düşecek biçimde yorumlanmaları" hukuk devleti ilkesinin bir gereğidir. Bu nedenlerle, ağır toplumsal koşulların varlığı ve baskısı altında ve olağanüstü bir yönetim döneminde yürürlüğe konulan 2766 sayılı Yasadaki söz konusu hükmün anlamının, amaçsal bir yorumla ve sıkıyönetimin hukuki yapısına ve bu yönetim halinde özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin yukarıda açıklanan Anayasa ilkeleri göz önünde bulundurularak belirlenmesi gerekmektedir. Bir yandan nitelikleri yukarıda açıklanan ve hakkında hukuk yollarına başvurma olanağı bulunmayan işlemle bu işlem için öngörülen yaptırım arasında adil bir denge Kurulmasının hak, adalet ve hukuk devleti ilkelerinin bir gereği olması; öte yandan dayanağını Anayasa'nın 122. maddesinden alan ve bu maddede belirtilen durumlara bağlı olarak yürürlüğe konulan sıkıyönetimin geçici bir nitelik taşıması, dolayısıyla sıkıyönetim komutanlığınca alınan önlemlerin de sıkıyönetim süresi ile sınırlı bulunması; Anayasa'nın 15. ve 122. maddelerinde sıkıyönetim halinde temel hak ve özgürlüklerin durumun gerektirdiği ölçüde kısıtlanabileceğinin veya durdurulabileceğinin, 13. maddesinde de bu sınırlamaların Anayasa'nın özüne ve ruhuna uygun olması gerektiğinin, demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamayacaklarının ve öngörüldükleri amaç dışında kullanılamayacaklarının açıklanmış olması nedenleri ile 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu'nun 2. maddesinin 2766 sayılı Yasa ile değişik son fıkrasında yer alan "... bir daha kamu hizmetlerinde çalıştırılamazlar." ibaresini sıkıyönetim süresiyle sınırlı bir hüküm olarak değerlendirmek ve bunun sadece sıkıyönetim süresince hukuki sonuç doğurabileceğini kabul etmek gerekmektedir.

HUKUKSAL NEDENLER : AİHS, Anayasa, İYUK, D.M.K., İlgili Yönetmelik, Diğer Mevzuat

TALEP SONUCU VE İSTEM: Yukarıda arz ve izah edilen nedenler doğrultusunda Davalı İdare’nin ……………………. tarihli ve …………… sayılı Resmi Gazetede yayımlanan ………. Sayılı Kanun Hükmünde Kararname neticesinde Memuriyetten İhraç Kararının ÖNCELİKLE ANAYASAYA AYKIRI olması nedeniyle somut norm denetimi yapılmak üzere dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesi ve yargılama neticesinde ilgili işlemin İPTALİNE yönünde karar verilmesini saygılarımla talep ederim. …/…/…..

                                                                                         Davacı

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DANIŞTAY BAŞKANLIĞINA
Sunulmak Üzere
…………..İdare Mahkemesi/Asliye Hukuk Mahkemesi Başkanlığına

    
DAVACI        :         - T.C.KİMLİK NO: 

ADRESİ           : 


DAVALI        : Başbakanlık – Bakanlıklar/ANKARA

DAVA KONUSU     : 1-Bakanlar Kurulunca 01/09/2016 tarihli Resmi Gazetenin 29818 sayılı mükerrer nüshasında yayımlanan ve Anayasa ve TBMM İç Tüzüğüne aykırı olarak yasal sürede TBMM tarafından onaylanmadığından hukuken niteliği değişen 672 sayılı KHK’nin eki Emniyet Genel Müdürlüğü personeline ilişkin 2. liste-2’nin …….. sırasında ismine yer verilerek ve mahkeme kararı aranmaksızın ve savunması alınmaksızın Anayasanın tanıdığı olağanüstü hal yetkisinin geçici olduğu gözardı edilerek olağanüstü hal süresinden sonra da geçerli olacak şekilde ve daimi olarak Emniyet Genel Müdürlüğü Teşkilatından Çıkarılmaya ilişkin Bakanlar Kurulu Kararının şahsıma yönelik kısmının (EK-1) iptali,

2-672 sayılı KHK’nin “Kamu Personeline İlişkin Tedbirler” başlıklı 2. Maddesinin 1, 2, ve 3. fıkralarında yer alan ve müvekkilim hakkında uygulanan “(1) Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan; …., b) Ekli (2) sayılı listede yer alan kişiler Emniyet Genel Müdürlüğü Teşkilatından,  ….
başka hiçbir işleme gerek kalmaksızın çıkarılmıştır. Bu kişilere ayrıca herhangi bir tebligat yapılmaz. Haklarında ayrıca özel kanun hükümlerine göre işlem tesis edilir.
(2) Birinci fıkra gereğince kamu görevinden, Emniyet Genel Müdürlüğü teşkilatından, …….. çıkarılan kişilerin, mahkûmiyet kararı aranmaksızın, rütbe ve/veya memuriyetleri alınır ve bu kişiler görev yaptıkları teşkilata yeniden kabul edilmezler; bir daha kamu hizmetinde istihdam edilemezler, doğrudan veya dolaylı olarak görevlendirilemezler; bunların uhdelerinde bulunan her türlü ……..ve sair görevleri de sona ermiş sayılır. Bunların silah ruhsatları, ………iptal edilir …… Bu kişiler özel güvenlik şirketlerinin kurucusu, ortağı ve çalışanı olamazlar. Bu kişiler hakkında ilgili bakanlık ve kurumlarca ilgili pasaport birimine derhal bildirimde bulunulur. Bu bildirim üzerine ilgili pasaport birimlerince pasaportlar iptal edilir.
(3) Birinci fıkra kapsamında kamu görevinden çıkarılanlar, varsa uhdelerinde taşımış oldukları ………..ve benzeri meslek adlarını ve sıfatlarını kullanamazlar ve bu unvan, sıfat ve meslek adlarına bağlı olarak sağlanan haklardan yararlanamazlar.”
Şeklindeki düzenlemenin Anayasanın Başlangıç, 2, 6, 7, 8, 12, 13, 15, 36, 38, 70, 90/5, 120, 121, 125 ve 138. Maddelerine aykırı ve benim ve ailesinin mağduriyetine neden olduğundan Anayasanın 152. maddesi uyarınca incelenmesini ve akabinde iptali için Anayasa Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi,

taleplerinden ibarettir.

TEBLİĞ TARİHİ: 01/09/2016 

I-ÖZGEÇMİŞ, OLAY  VE AÇIKLAMALAR
Geçim sıkıntısı çeken bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim. İlkokuldan itibaren canını dişine takıp hem okudum hem de çalıştım. İlk, orta ve lise eğitimini ………. ilinde Devlet Okullarında bitirdim. …… yılında ……..Üniversitesi …………. Bölümünü bitirdim. Hiçbir grubun ev veya yurdunda kalmadım. Mezuniyet sonrası branşımla ilgili olarak iş bulamayınca ………. yılında Emniyet Genel Müdürlüğünün açtığı sınavlara katılarak ………… POMEM’e kaydoldum. Buradan …….. yılında mezun olduktan sonra önce …….. ilinde göreve başladım. Daha sonra ……………. Daire Başkanlığında …………. Bölümü mezunlarına ihtiyaç bulunduğundan idarenin resen takdiri ile atamam bu birime yapılmıştır. 01/09/2016 tarihinde memuriyetten azledilene kadar da bu birimde görev yaptım. Evli ve üç çocuk babasıyım. Bugüne kadar hiç bir adli ve idari cezam olmadığı gibi yaptığım hizmetler nedeniyle defalarca takdirname ve maaş taltifi verilmiştir. Bu bölüm kişinin özgeçmiş durumuna göre düzeltilmeli ve yazılmalıdır

15 Temmuz gecesi olayı televizyondan öğrenince bağlı olduğum Şube Müdürünü arayarak göreve hazır olduğumu bildirdim. Bana her an çağrılacakmış gibi evde beklemem talimatı verilmiştir. Emre itaat ederek evde göreve hazır bir şekilde bekledim. Meydana gelen menfur darbe girişimini ilk andan itibaren lanetliyorum. Darbe girişimi sonrası beş haftadan fazla gece gündüz demeden amirlerimin emrinde verilen her türlü görevi yaptım.
Ancak, önce görevden uzaklaştırılmış ve bir hafta sonrasında da 01/09/2016 tarihli Resmi Gazetenin 29818 sayılı mükerrer nüshasında yayımlanan 672 sayılı KHK’nin eki Emniyet Genel Müdürlüğü personeline ilişkin 2. liste-2’nin …... sırasında numarasında ismime yer verilerek ve mahkeme kararı aranmaksızın ve savunmam alınmaksızın Anayasanın tanıdığı olağanüstü hal yetkisinin geçici olduğu da gözardı edilerek olağanüstü hal süresinden sonra da geçerli olacak şekilde ve daimi olarak Emniyet Genel Müdürlüğü Teşkilatından Çıkarılmama karar verildi ve keyfiyet ilanen tebliğ edilmiş oldu. 

Emniyet Genel Müdürlüğünce bu kapsamda silahım, kimliğim, kendimin ve ailemin  sosyal tesislere giriş kartları geri alındığı gibi hayatımızı sürdürebilmek için özel güvenlik alanında dahi çalışmam daimi olarak yasaklanmıştır.

Söz konusu işlemin hiçbir haklı ve hukuki dayanağı bulunmadığı gibi madde ve manevi delili de yoktur. Masa başında üretilen ve soyut varsayımlar üzerinden yapılan haksız değerlendirmeler esas alınarak mağdur edildim. Her zaman vatanıma, milletime ve devletime sadakatle hizmet ettim. Demokratik yönetimin yanında ve darbelerin ve darbecilerin karşısında oldum. Amirlerimin verdiği emirler çerçevesinde darbecilerin karşısında görev aldım. Ancak,  hiçbir söz hakkı tanınmadan savunmasız bir şekilde Olağanüstü Hal süresinden sonra da devam edecek şekilde memuriyetten süresiz olarak çıkarıldım.

Maaşımdan başka hiçbir geliri olmayan ve eşim de ev hanımı olan bir kamu görevlisi olarak çok ağır mağduriyetlere muhatap oldum. Bunlardan en ağırı da suçlamanın niteliği ve sürülen kara lekedir. Şahsıma ve aileme hakaret saydığım iddiaların hiç birini kabul etmiyorum. Hayatımın hiçbir safhasında hukukun dışına çıkmayan biri olarak suçlamaları kabul etmiyorum

Bu nedenlerle; 672 sayılı KHK’nin “Kamu Personeline İlişkin Tedbirler” başlıklı 2. Maddesinin 1, 2, ve 3. fıkralarında yer alan ve hakkında uygulanan “(1) Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan ve  aynı fıkranın (b) bendinde yer alan 2. Liste – 2’ nin ……. sırasında ismine yer verilerek söz konusu örgütle irtibatı bulunduğundan bahisle aynı KHK’nin 2. fıkrasıyla Emniyet Teşkilatından çıkarılmasına ilişkin bakanlar kurulu kararının şahısma yönelik kısmı açıkça maddi gerçekliğe ve hukuka aykırı olduğundan iptali gerekir. Çünkü, Milli Güvenlik Kurulunun Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliğmi, mensubiyetim veya iltisakmı yahut bunlarla irtibatım kesinlikle yoktur.

Hiçbir soruşturma yapılmadan ve savunma hakkı tanınmadan en kritik zamanda tereddüt etmeden darbe gecesi darbecilere karşı görev yapmaya hazır beklediğim halde ve sonrasında beş hafta boyunca amirlerinin emrinde her türlü görevi ifa ettiğim halde maksadının tam tersi gerekçelerle memuriyetimin sonlandırılması adalet duygusunu zayıflatıcı açık bir haksızlık olup bu durum hukuken ve vicdanen kabul edilemez.

Öte yandan; medyada yer alan haberlere göre, 40 000 kamu görevlisinin kamu görevinden çıkarılmasına ByLock isimli uygulamanın kullanılmasının dayanak yapıldığı belirtilmiştir. Ayrıca Bank Asya isimli bankaya para yatırma, çocuklarını Fetö okulları olarak adlandırılan özel okullara veya dershanelere gönderme, belirli bir sendikaya veya derneğe üye olma, Zaman Gazetesi veya benzeri gazete ve dergilere abone olma ya da okuma, evinde FETÖ’ye yakın olduğu iddia edilen yayınevleri tarafından basılmış kitap bulundurma, Digitürk aboneliğine son verme ve/veya Türkçe Olimpiyatlarına katılma gibi gerekçelerin fişleme nedeni yapılıp, bu fişlemelere dayalı olarak kamu görevinden çıkarma kararı verildiği yönünde bilgi ve haberlere yer verilmektedir. Herhangi bir gerekçeli karar tarafıma tebliğ edilmediği için, bu gerekçelerden hangisinin doğrudan şahsıma uygulandığını bilemiyoruz. Söz konusu iddiaların bir an için doğru olduğu varsayılsa dahi (ki doğru değildir ve fişleme nedeni yapılan tüm gerekçelerle uzaktan yakından bir alakam yoktur), tüm belirtilenler temel birer insan hakkının kapsamı ve koruması altında olup, suç veya disiplin suçuna dayanak yapılması, ilgili hakkın ihlaline yol açar. Ülkemizin taraf olduğu AİHS’de korunan ve Anayasanın 90/5. Maddesi delaletiyle iç hukukumuzun bir parçası haline gelen söz konusu sözleşme kapsamındaki birçok insan hakkı ihlal edilmiştir.

Hiçbir soruşturma yapılmadan ve savunma hakkı tanınmadan en kritik zamanda tereddüt etmeden darbe gecesi darbecilere karşı görev yaptığı halde maksadının tam tersi gerekçelerle memuriyetimin sonlandırılması adalet duygusunu zayıflatıcı açık bir haksızlık olup bu durum hukuken ve vicdanen kabul edilemez.

II- OHAL KHKLERİ İLE BİREYSEL İŞLEM TESİSİ VE YÜRÜRLÜĞE GİRİŞİ 
Bilindiği üzere; Olağanüstü hâl ve sıkıyönetim kanun hükmünde karar¬namesi çıkarma yetkisi, “Cumhurbaşkanının başkanlığında top¬lanan Bakanlar Kurulu”na aittir (Ana. m.121/3). Olağanüstü hâl ve sıkıyönetim kanun hükmünde karar¬nameleri “sebebe bağlı işlemler”dir. Bu işlemlerin sebep unsu¬runu, olağanüstü hâller (m.119, 120) ve sıkıyönetim hâli (m.122) oluşturur. 
Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrası, Anayasa'nın 91. maddesindeki; "kararnameler Resmi Gazetede yayımlandıkları gün Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulur." tümcesi yerine, "Bu kararnameler, Resmi Gazetede yayımlanır ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur." biçimindeki bir anlatımı benimsemiştir. "Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulur" tümcesi ile "Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur" tümcesi birbirinden çok farklı anlam ve nitelik taşımaktadırlar. ‘Onay" kamu hukukunda işlemi tamamlayan, işlemi gerçekleştiren bir olaydır. Onaydan önce yönetsel işlem meydana gelmez ve geçerlilik kazanmaz. Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasına göre çıkartılan KHK'lerin kararlaştırılmaları öncesinde TBMM'nin bir rolü ve katkısı olmadığı için, yürürlüğe konduktan sonra, artık TBMM'nin kesin onayına ihtiyaç vardır.

Bu KHK'lerin kararlaştırılıp yayımlanmasından sonra TBMM'nin iradesinin, devreye sokulmaması durumunda, KHK'ler yasa hükmünde ve bağlayıcı olma niteliği kazanamaz, işte, bu nedenlerle Anayasada "TBMM'nin onayına sunulur." esası getirilmiştir. Hiç şüphesiz TBMM’nin konuya ilişkin, “onama, değiştirme veya red” şeklinde gerçekleşebilecek iradesinden sonra ortaya çıkabilecek metin neticeten bir yasa hükmü haline geleceğinden kanun metni anayasal yargı denetimine açık olacaktır. Yani, Milletin iradesinin tecelli ettiği yasama organının iradesi yargısal denetime tabi tutulabilirken, yürütme organının iradesinin anayasanın açık hükümleri görmezden gelinerek ve eksik işlem tesis edilerek yargısal denetimden kaçılmasını hukuk korumaz ve fiili durumu kabul etmez. 

Yine, Anayasanın 121. maddesinin üçüncü fıkrasında bunların Meclisçe onaylanmasına ilişkin süre ve yöntemin içtüzükte belirleneceği öngörülmektedir. TBMM İç Tüzüğünün “Olağanüstü Hal ve Sıkıyönetim Kanun Hükmündeki Kararnamelerinin Görüşülmesi” başlıklı 128. Maddesinde; “MADDE 128– Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak, KOMİSYONLARDA VE GENEL KURULDA DİĞER KANUN HÜKMÜNDE KARARNAMELERLE, KANUN TASARI VE TEKLİFLERİNDEN ÖNCE, İVEDİLİKLE EN GEÇ OTUZ GÜN içinde görüşülür ve karara bağlanır. Komisyonlarda EN GEÇ YİRMİ GÜN içinde görüşmeleri tamamlanmayan kanun hükmünde kararnameler Meclis Başkanlığınca doğrudan doğruya Genel Kurul gündemine alınır.” Denilmektedir. 

Ayrıca, Anayasanın 91. maddesinde; "Yetki kanunları ve bunlara dayanan kanun hükmünde kararnameler Türkiye Büyük Millet Meclisi komisyonları ve Genel Kurulunda öncelikle ivedilikle görüşülür." denilmesine karşın Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrası, bu maddeye göre çıkartılacak KHK'lerin onaylanmasını sağlayacak ve bu onayın belli bir süre içerisinde gerçekleştirilmesini olanak verecek özel bir yöntem öngörmektedir. Bu yöntem, temel hak ve özgürlükler yönünden son derece önem taşıyan bir düzenlemenin, TBMM'nce EN KISA ZAMANDA KARARA BAĞLANMASINA, OLANAK VERMEK AMACIYLA OLUŞTURULAN TAMAMEN ÖZEL BİR YÖNTEMDİR. Bunların Mecliste onaylanmasına ilişkin süre, kuşkusuz bu onaylanmayı gerçekleştirmeye yeterli bir süre olacaktır. 

672 sayılı KHK, doğrudan TBMM'nin onayına sunulacağı yerde, TBMM'nin Plan Bütçe Komisyonu ve başkaca tali komisyonlara sevk edilmek suretiyle, diğer KHK yöntemine bağlı tutulması ve halen komisyonlarda TBMM İçtüzüğünün amir hükmüne rağmen fiilen bekletilmesi Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasında öngörülen yöntem ve amaca, olayın özelliğine ve niteliğine tümüyle aykırıdır. 

672 sayılı KHK'nin onay işlemlerinin gerçekleşmesini sağlayacak uygun süre meclis çoğunluğunu elinde bulunduranlarca bilinçli olarak aşılmakta ve açıkça anayasa ihlal edilmektedir. Yıllarca görüşülmeyen KHK’lerin varlığı bu durumun kanıtıdır. Yürütme organın amacı yargısal denetimi önlenmek olduğundan söz konusu kararnamenin TBMM’nde görüşülüp kanunlaştırılması yakın zamanda söz konusu olamayacaktır. Nitekim, ana muhalefetin bu yönlü talepleri karşılık bulmadığı için bazı KHK’lerin iptali için Anayasa Mahkemesi nezdinde iptal başvurusu yapılmıştır. Tüm bu nedenlerle Anayasa'nın 91. ve 121. maddelerine her koşulda aykırı düşen 672 sayılı KHK'nin iptaline karar verilmesi gerekir. 
Bu KHK TBMM’nde yasal süre içerisinde görüşülmediği ve çekirdek haklar dahil bir çok temel hak ve hürriyeti ihlal edici fiili durum oluşturulduğu için bazı Anayasa Hukuku öğretim üyelerince bu tür kararnameler “yok hükmünde” bazılarınca ise; “Bakanlar Kurulu Kararı” niteliğinde kabul edilmektedir. 

Söz konusu KHK’nin asgari olarak bir Bakanlar Kurulu kararı niteliğinde olduğu ve dava konusu bireysel işlemin bu çerçevede tesis edildiği açıktır. Hukuk, art niyeti korumayacağından, işin şekil boyutuna takılıp, özün gözden kaçırılması hukuk devletinde korunamaz. Yargısal denetim temelde özün denetimidir. Devletin, yargı fonksiyonunun tamamen etkisiz kılınması sonucunu doğuran ve yetki saptırmasını olağan kabul eden bir uygulamanın hukuk devletinde korunması söz konusu olamaz . 

Bu uygulamanın Türkiye Cumhuriyetinde müvekkil hakkındaki bireysel idari nitelikli işleme karşı yargısal denetim yapılamayacağından, Anayasanın 90/5. Maddesi marifetiyle doğrudan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine müracaatı meşru kılar ve bu uluslararası mahkemeyi ilk derece mahkemesi haline getirir ki, yürütme organının dahi bu durumu benimsemeyeceğini anlamak ve kabul etmek gerekir. Ülkemizin bir hukuk devleti olduğu ve her ne olursa olsun işin özünde Bakanlar Kurulunun iradesini yansıtan bir işleme karşı yargısal denetimin Danıştay’ca yapılabileceği tezinden hareketle bu dava ikame edilmiştir. 

Bu nedenlerle, Anayasa ve TBMM İç Tüzüğünün amir hükümlerine aykırı olarak bekletilen KHK metninin Bakanlar Kurulu kararı olarak tarafımızdan değerlendirilmiş ve söz konusu Bakanlar Kurulu kararı ile tesisi kararlaştırılan bireysel idari işleme karşı bu davanın açılması gerekmiştir.

III-OLAĞANÜSTÜ HAL REJİMİ VE TESİS EDİLEN BİREYSEL İŞLEMİN HUKUKİ DURUMUNUN ORTAYA KONULMASI
Bakanlar Kurulunca kararlaştırılan ve 01/09/2016 tarihli resmi gazetenin 29818 sayılı mükerrer nüshasında yayımlanan 672 sayılı KHK’nin eki Emniyet Genel Müdürlüğü personeline ilişkin 2. liste-2’nin ……. sırasında mahkeme kararı aranmaksızın ve savunma alınmaksızın ve Anayasanın tanıdığı olağanüstü hal yetkisinin geçici olduğu gözardı edilerek olağanüstü hal süresinden sonra da geçerli olacak şekilde ve yargı yolu dolaylı biçimde kapatılarak daimi olarak müvekkilin Emniyet Genel Müdürlüğü Teşkilatından Çıkarılması Bakanlar Kurulunca kararlaştırılmıştır. Bu nedenle, hakkında tesis edilen bireysel idari işlemle ilgili temel mevzuat hükümlerini, anayasal durumu ve uygulamanın uluslararası ve ulusal yönden hukuki boyutunu irdeleme zorunluluğu doğmuştur. Bu kapsamda olmak üzere;

1-672 SAYILI OLAĞANÜSTÜ HAL KHK’SİNİN ANAYASAYA AYKIRILIĞI 
Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulunun, ülkede daha önceden ilân edilmiş bir sıkıyönetim veya olağanüstü hâl olmadan, sıkıyönetim veya olağanüstü hâl kanun hükmünde kararnamesi çıkarması duru¬munda, çıkarılan kanun hükmünde kararname sebep unsuru ba¬kımından Anayasa aykırı olur. Olağanüstü hâl ve sıkıyönetim kanun hükmünde karar¬namelerinin çıkarılmasında uyulacak usûl ve şekil, Bakanlar Kurulunun normal kanun hükmünde kararnamelerinde izlenen usûl ve şekilden farksızdır. Anayasanın 121’inci maddesinin üçüncü fıkrasına ve 122’nci maddesinin üçüncü fıkrasına göre, olağanüstü hâl ve sıkıyönetim kanun hükmünde kararnameleri “Resmî Gazetede yayımlanır ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur”. 
Olağanüstü hâl ve sıkıyönetim kanun hükmünde karar¬nameleri, konu bakımından iki tür sınırlandırmaya tâbidir. Bu sınırlandırmaların birincisi Anayasanın 15’inci maddesinden kaynaklanmaktadır. Şöyle ki, olağanüstü hâl ve sıkıyönetim ka¬nun hükmünde kararnameleriyle temel hak ve özgürlükler sınırlandırılırken;

1- Milletlerarası hukuktan doğan yükümlü¬lükler ihlal edilmemeli, 
2- Ölçülülük ilkesine uyulma¬lı 
3-“Çekirdek alana” dokunulmamalıdır. 

Bu çekir¬dek alan ise şu ilkelerden oluşmaktadır;
* Kişinin yaşama hakkı¬na, 
* Maddî ve manevî varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; 
* Kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorla¬namaz; 
* Suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; 
* Suçluluğu mahke¬me kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz”. 

Ola¬ğanüstü hâl ve sıkıyönetim kanun hükmünde kararnamelerinin konu bakımından tâbi olduğu ikinci tür sınırlandırmalar Anaya¬sanın 121’inci maddesinin üçüncü ve 122’nci maddesinin ikinci fıkrasından kaynaklanmaktadır. Buna göre;

Anayasanın 121’inci maddesi¬nin üçüncü fıkrasına göre, olağanüstü hâl kanun hükmünde ka¬rarnameleri ancak “OLAĞANÜSTÜ HÂLİN GEREKLİ KILDIĞI KONULAR” da ve “HALİN GEREKTİRDİĞİ ÖLÇÜDE” çıkarılabilir. Keza, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulunun olağanüstü hâlin gerekli kıldığı ko¬nular dışında kalan konuları (Anayasayla yetkilendirilmedikleri hususlarda) olağanüstü hâl ka¬nun hükmünde kararnamesi ile düzenlemesi açıkça Anayasa aykırıdır.

Olağanüstü hâl kanun hükmünde karar¬namesi süre bakımından da sınırlandırılmıştır. Cumhurbaşkanı¬nın başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, ancak “Olağanüstü Hâl Süresince” olağanüstü hâl kanun hükmünde kararnamesi çıkarabilir (m.121/3).

Olağanüstü hâl ve sıkıyönetim kanun hükmünde karar¬nameleri yer bakımından da sınırlandırılmıştır. Olağanüstü hâl veya sıkıyönetim ülkenin sadece bir kısmında ilân edilmiş ise, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu o¬lağanüstü hâl veya sıkıyönetim kanun hükmünde kararnamesi ile olağanüstü hâl bölgesinin dışına taşan düzenlemeler yapa¬maz.

1982 Anayasasının 148’inci maddesinin ilk fıkrası, ola¬ğanüstü hâl ve sıkıyönetim kanun hükmünde kararnamelerinin yargısal denetim yolunu kapatmıştır. Fıkraya göre, “Olağanüstü hâllerde, sıkıyönetim ve savaş hâllerinde çıkarılan kanun hük¬münde kararnamelerin şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla, Anayasa Mahkemesinde dava açılamaz”. An¬cak; Anayasa Mahkemesi, önüne getirilen metnin Resmî Gazetede konulan adıyla bağlı değildir. Bu metnin hukukî tavsifini serbestçe yapabilir. Gerçekten, bu metnin bir “olağanüstü hâl kanun hükmünde kararnamesi” niteliğinde olup olmadığını Anayasa Mahkemesince araştırabilir. Bu araştırma sonucu incelediği karar¬namenin gerçekten olağanüstü hâl kanun hükmünde kararname¬si olmadığı anayasanın 15 ve 121. Maddelerinde belirtilen sınırlamalara uyulmadığı kanısına varırsa, Yürütme organının anayasanın sözüne ve ruhuna aykırı olarak kendisine tanınmayan bir devlet yetkisini kullandığını, bu kararnameyi bir “olağan dönem kanun hükmünde kararna¬mesi” olarak kabul edip denetleyebilir. Uygulamada Anayasa Mahkemesi 425 ve 430 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamele¬rinin olağanüstü hâl bölgesi ve süresi dışına taşan hükümlerini bir “olağanüstü hâl kanun hükmünde kararnamesi” değil, ama bir “olağan dönem kanun hükmünde kararnamesi” olarak kabul edip denetlemiş ve bazı hükümlerini iptal etmiştir.


Anayasa Mahkemesi kararında da belirtildiği üzere, Anayasa Mahkemesi Anayasa'nın 121. ve 148. maddelerinde hakkında biçim ve öz yönünden iptal davası açılamayacağı öngörülen olağanüstü hal KHK’si türünde - niteliğinde olmadığından işin esasının incelenmesine karar vermiştir. Bu sonuç, ilk inceleme kararında  yer verilen gerekçelerde vurgulanmıştır. İptal edilen KHK hükümleri Salt KHK niteliğinde bulunsalardı, olağanüstü durumla ve uygulama bölgesiyle sınırlı kalsalardı Anayasaya uygunluk denetimine bağlı tutulamayacakları için ilk inceleme evresinde iptal istemi reddedilir, esas incelemeye geçilemezdi. İncelemeye alınıp alınamayacağı konusunda çok boyutlu değerlendirmeler yapılmış, KHK'lerin hukuksal yapıları, içerik-nitelik yönünden tartışılmış, denetlenebilecek durumda oldukları saptanmakla Anayasal engel aşılarak inceleme sürdürülmüştür. Böyle olmasa idi, Anayasa'nın 148. maddesi karşısında olağanüstü duruma ilişkin KHK'lere karşı dava açılamazdı, açılsa da bakılamazdı. KHK'nin adı değil, içeriği-niteliği önemlidir. Yoksa, Anayasa'ya karşı dolanlı yol türünde adını "Olağanüstü Durum KHK'si" koyup içeriğini bu OHAL kararnameleriyle bağdaşmayan konu ve işlevlerle doldurmak hukuk dışı uygulamalara araç kılarak Anayasa'ya aykırı duruma getirmek, böylece yargı denetimini engellemek tutumu her zaman izlenebilir. 

Böylesi sakıncaları önlemek, hukuka karşı çıkışları, direnişleri engellemek, yargı denetimini etkin hiçimde sürdürerek Anayasa'ya egemen kılmak için öze önem vererek inceleme yapılıp yapılamayacağını belirlemek gereği, Anayasa Mahkemesi'nin ilke düzeyine gelmiş kararlarıyla kurulmuş bir gelenektir. İsme bağlı kalıp denetimi adla sınırlı tutmak, özü ve gerçeği yadsımak, adaleti savsaklamak olur. 

Bu nedenle, dava konusu KHK'lerin incelenmesinde, kararda belirtilenlerden daha kapsamlı biçimde öz üzerinde durulmuş, içerikle ad arasındaki anayasal uyum özenle araştırılmıştır. Her şeyde ve her konuda olduğundan çok, hukuk metinlerinde ve hukuksal belgelerde biçime değil, öze öncelik verilir. Ad ne olursa olsun, içerik önem taşır. Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda örnek sayılacak düzeyde gösterdiği özene ters düşen uygulamaların yürütme organınca hiçbir çekinme duyulmadan sürdürülmesi hukuk devleti yönünden endişe verici boyutludur. Hukuka bağlılık, hukuka saygı, "hukukun üstünlüğü" ilkesiyle özetlenen çağdaş, uygar ve demokrat bir tutumun gereğidir. Hiçbir kimse, hiçbir kurum ve hiçbir konu için ayrıklık tanımayan bu tutumdan ödün verilmesi demokrasinin çağdaş niteliği olan hukuksallığı olumsuz yönde etkileyerek en sağlıklı güvenceyi yıkacaktır.

Anayasa'nın 2. maddesinde "Hukuk Devleti"nden, 6. maddesinde "hiçbir kimse ya da organın kaynağım Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamayacağından, 11. maddesinde "Anayasa kurallarının, yasama, yürütme ve yargı organlarıyla yönetim makamlarını, öbür kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları" olduğundan, 138. maddesinde "mahkeme kararlarına uymak, bunları değiştirmeden ve geciktirmeden yerine getirmek" zorunluluğundan, 153. maddesinde de açıkça "Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama, yürütme ve yargı organlarıyla yönetim makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağladığı"ndan sözedilip kesinliği vurgulandığına göre, bu kararların gerekçesine aykırı düzenlemelere ve girişimlere geçerlik tanınamayacağı gibi, kararları etkisiz ve sonuçsuz kılacak yolların izlenmesi de hoşgörüyle karşılanamaz

Biçimsel uygunluk, özde aykırılığı ortadan kaldırmaz. Yasama ya da yürütme organının yetkili olması, düzenlemeleri yöntemince gerçekleştirmesi hukuka uygunluğun kanıtlanması değildir. Hukuka ve Anayasa'ya uygunluk özde uygunluktur ve içtenlikli davranmayı gerektirir. Yoksa, hukuksal boşluklar ve aykırılıklar hukuk yıkıntısını getirir ki bu da hukuk devletine yaraşmaz, ilgilileri sorumlu kılar.

Devletin varlığı, ulusun birliği, ülkenin tümlüğü, güvenlik, sağlık, barış ve mutluluk her yurttaşın en az öbürü kadar özveriyle bağlı kalıp koruyacağı değerlerdir. Bu konularda yeni düzenlemeler gerekli olabilir. Yargı erki, bu düzenlemelerin hukuka uygunluğunu gözetip arayacak ve kararlarıyla sağlayacaktır. Hukuk gözardı edilerek, insan hak ve özgürlükleri çiğnenerek yapılacak düzenlemelerin, yürütülecek çalışmaların yararı geçicidir. Kaldı ki, hukuk dışlanmadan ya da hukuk dışına düşülmeden de aynı işlemlerin gerçekleştirilme olanakları vardır. Yürütmeye, kimi makam ve kişilere aşırı, gereksiz, sakıncalı, hukuk dışı yetkiler ve ayrıcalıklar tanımak geçerli bir çözüm olamaz. Hukuk dışında her şey yapılabilir, önemli ve değerli olan hukuk içinde bir şeyler yapabilmek, başarılı olmaktır. 

Sınırsız tutum, hukukla ve Anayasa ile sınırlanmamış yetki, öncelikle onu kullananları yıpratır, devlet zarar görür. Anayasa Mahkemesi, evrensel kuralların, üstün hukuk kurallarının ulusal yaşama geçirilerek hukuk devleti saygınlığının onur kazandırmasında önemli bir işlevin sahibi olarak idealleri koruyacaktır. Siyasi ve askeri nedenlerin önünde hukuksal nedenler vardır. Hukuka uygun yorumla, hukukla yoğurarak verilecek yön, herkesin paylaşıp katılacağı bir sonuç olur. Hukuk dinlenmeyerek, hukuka aldırış edilmeyecekse yargının varlığı bir çelişki olur. Hukuktan ayrılmamak içte ve dışta saygınlığın temel koşuludur. 

Yargı denetimini daraltmak, gereksiz sınırlamalarla geçersiz kılarak, engelleyerek hukuk devleti savunulamaz. 672 sayılı KHK'nin denetimini önlenmesi, Anayasa yargısını dışlama, olası kararlara karşı çıkma, aykırılıkta direnmeye yönelik bir çabadır. Hukuk içinde yeni olmaması gereken böyle bir amaca, böyle bir tutuma geçerlik tanınmamalı, olur verilmemeli, kötü örnek oluşturmaması için yinelenmesi önlenmelidir. Hiçbir kurum ve kişi, hukukun ve Anayasa'nın üstünde ve dışında olamayacağından, Anayasa'yı dışlayan her girişim durdurulmalıdır.

Anayasa'nın 91. maddesinde öngörülen, "Yetki yasaları ve bunlara dayanan KHK'lerin TBMM Komisyonları ve Genel Kurulu'nda ÖNCELİKLE ve İVEDİLİKLE GÖRÜŞÜLMESİ" de gözardı edilemez. Amaca, olaya uygun tutum bırakılarak, yasama denetimi siyasal çoğunluğun etkisiyle önlendiğine göre, yargı denetimi tam anlamıyla işletilmelidir. Olumlu ya da olumsuz sonuç, herkesi doyurur, yakınmalar azalır ve ulusal birliğin aykırılığı güçlenerek devlete, hukuka duyulan güven artar. Anayasaların yaptırım içermemesine bakılarak ya da yaptırım bekleyerek, yaptırıma gereksinim gösterilerek yasama işlemini yavaşlatıp engellemenin geçerli ve haklı bir yanı yoktur. Yargı, siyasal iktidarların elinde siyasal niteliğe bürünecek uygulamaların genişletilmesine, özetle hukuk dışı yollara girilmesine kararlarıyla el atabilir. Bu siyasallaşmak değildir. Bilinmektedir ki, hukuk ve Anayasa sınırını aşmayan siyasal takdire karışılamaz. Ama bu takdiri, 424 ve 672 sayılı KHK olaylarında olduğu gibi hukuka karşı kullanmaya karşı çıkılabilir.

Yasama organında görüşülemeyen KHK olgusu bir gerçektir. Yargı denetimi dışında tutulan ve yasama organında da siyasal denetimi yapılamayan olağanüstü durum KHK'lerinin bir de bu zorunlu niteliklerini aşıp olağan duruma getirilmeleri üzerinde özenle durmayı gerektirmektedir. Yargı denetimini durdurma, düşünme amacını taşıyan işlem yürürse yetki saptırması egemen olur. Kaldı ki, yürürlükte kaldığı sürede uygulamalara ilişkin zamanaşımı sınırı içinde açılacak davalar yönünden de 672 sayılı KHK'nin niteliğinin saptanmasında yarar vardır. Ayrıca, bu KHK'ye bağlı işlemleri varlıkları bakımından da bu saptama zorunludur, Anayasa Mahkemesinin aldığı kararlar da bu ihtiyacı ve yararı doğrulamaktadır. Yürütme organı, bu tür oldu - bittilerle Anayasa'yı bir bakıma askıya almış, olağanüstü duruma süreklilik kazandırmış ve anayasal niteliğini değiştirmesi hukuken kabul edilemez. 

Sıkıyönetim durumunda bile uygulanamayacak kuralların olağanüstü durum için öngörülmesi hukuk devleti niteliğiyle bağdaşmamaktadır. Olağanüstü durum KHK'siyle memuriyetin yargı denetimine kapalı bir şekilde bireysel işlem gibi sonlandırılmasına olanak tanınması ve üstelik soruşturma ve savunma hakkı tanınmadan ve mahkeme kararı aranmaksızın yürütme organına yargısal niteliği kapsayıcı bu tür yetkiler tanınamaz. Yargı konusunda çok duyarlı olmak, yargı bağımsızlığıyla yargıç güvencesini ve yargısal denetimi asla zedeletmemek gerekir. Yürütmeye bu alanda tanınan yetki, hem erkler dengesini bozacak hem de erkler arasındaki uyumu kaldırarak yurttaşın hukuka ve adalete olan güven ve inancını sarsacaktır. Yürütmenin etki ve egemenliğinde görülen yargı ve yargılama kimseyi tatmin edemez. Bu nedenlerle, anılan anayasa mahkemesi kararları isabetlidir.

Esasen, Anayasa Mahkemesinin Anayasanın 148/1. Maddesinin açık hükmüne rağmen yapmış olduğu yargısal denetim Anayasanın ve hukukun üstünlüğünün korunmasına ve sürdürülmesine yönelik olduğu açıktır. Kuvvetler ayırımı ilkesine dayanan ve Anayasa hükümlerinin bulunduğu başlangıç ve genel hükümler bölümünde yer alan ve devletin kuruluşunun en temel dayanaklarına yer verilen ve en çok korunması gereken ana hükümleri esas alan bu kararı yasama, yürütme ve yargı organlarından birinin diğerinin alanına müdahalesini önleyen ve devletin varlığının ve hukuk güvenliğinin teminatı niteliğinde bir karardır.  Aksine bir anlayış, yürütme organının yargı denetiminden kaçmak ve yetki alanını genişletmek isteyen bir yönetimin sui niyetinin teşvik edilmesi ve hukuk devleti ilkesinin terk edilmesine doğru giden bir yolun açılmasına neden olacaktır. 

Temelleri Roma Hukukuna kadar uzanan 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 2. Maddesinde aynen; “Madde 2 - Herkes, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır. BİR HAKKIN (VEYA YETKİNİN) AÇIKÇA KÖTÜYE KULLANILMASINI HUKUK DÜZENİ KORUMAZ.” Denilmektedir. Anayasamızın 14. Maddesinde de temel hak hürriyetlerin kötüye kullanılamayacağı açıkça hükme bağlanmıştır. 

Eğer, yukarıda izah ettiğimiz maddi olayda müvekkil haksızsa zaten yargı denetimi yapıldığında gerçekler ortaya çıkacak ve yeniden memuriyete dönmesi mümkün olmayacaktır. Hukuk devleti ilkesine ve yargı mercilerine güvenilmeyip, maddi gerçeğin ortaya çıkmasını ve anayasanın emrettiği hukuk düzeninin hakim olmasını önleyecek şekilde 672 sayılı KHK ile “Olağanüstü Hal Tedbiri” adı altında yürütme organının yargı denetimine kapalı bir şekilde “Memuriyeti Sonlandırıcı Ceza” uygulaması hukuken ve fiilen kabul edilemez. Anayasamızın 38. Maddesinde yer alan “ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur” ilkesinin görmezden gelinmesi anlamına gelen uygulamanın bizatihi korunmaya çalışıldığı ileri sürülen “devlete” ve özellikle “hukuk devletine” zarar vereceğini kabul etmek gerekir. Anayasa Mahkemesi bu düşünceden hareketle yürütme organının anayasal sınırlarının dışına çıkmasının devlete verebileceği büyük zararı dikkate alarak anayasal düzeni koruyucu kararlara imza atmıştır.

672 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK)’nin ilk paragrafında, kararnamenin Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasında sözü edilen KHK'lerden olduğu ileri sürülmektedir. Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasına göre çıkartılan KHK'lere ilişkin olarak Anayasa'nın 148. maddesinde, "… Ancak olağanüstü hallerde sıkıyönetim ve savaş hallerinde çıkartılan kanun hükmünde kararnamelerin şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiası ile Anayasa Mahkemesinde dava açılamaz…" denilmektedir.

Oysa, 672 sayılı KHK; Anayasa'nın 121. maddesinin öngördüğü ve yine Anayasa'nın 148. maddesi ile ANAYASA MAHKEMESİ'NİN DENETİMİ DIŞINA ÇIKARTILAN KHK NİTELİĞİNİ TAŞIMAMAKTADIR. Bunun kararnamenin giriş paragraflarında "Anayasanın 121. Maddesi ve 2935 sayılı Yasanın 4. Maddesine göre Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulunca kararlaştırılmıştır." denilmesi bu KHK'nin, Anayasa'nın 121. maddesinin öngördüğü ve yine Anayasa'nın 148. maddesi ile Anayasa Mahkemesi'nin denetimi dışına çıkartılan KHK niteliği kazanmasına yetmemektedir . 672 sayılı KHK, Anayasa'nın 121. maddesinin tanımladığı KHK'lerden değildir. 672 sayılı KHK, Anayasa'nın 121. maddesinde öngörülenin dışında bir amacı gerçekleştirecek biçimde düzenlenmiştir:

672 sayılı KHK, konu bakımından yalnızca olağanüstü hal durumunun gerektirdiği pratik önlemleri içermeleri gerekirken, yasalarla düzenlenmesi zorunlu olan genel konuların yanı sıra yargı denetimini kapalı bireysel idari işlem tesis etmenin bir aracı olarak kullanılmıştır. 672 sayılı KHK, yalnızca olağanüstü hal rejimi uygulamasına neden olan şiddet olaylarının önlenmesi ve hukuk düzeninin tesisi için değil, olağanüstü hal durumunun gerektirmediği konularda ve ölçüde tedbir adı altında fiilen yargı denetimine kapalı ceza uygulanmasına olanak sağlayacak şekilde çıkarılmıştır. Bu ve buna benzer durumlar nedeniyle 672 sayılı KHK, Anayasa'nın 15 ve 121. Maddelerinde öngörülen ve Anayasa'nın 148. maddesine göre hakkında Anayasa Mahkemesi'ne iptal için başvurulamayacak KHK'ler yerine koymak olanaksız ve TBMM’nce de yasal süresinde onaylanmadığı için ancak ve ancak bir idari işlem niteliğindeki Bakanlar Kurulu kararıdır. Şöyle ki;

A-GENEL OLARAK DEĞERLENDİRME
Şiddet hareketlerinin yaygınlaşması, Devlete ve Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışma olması durumunda anayasal çerçevede Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu Milli Güvenlik Kuruluna danışarak Olağanüstü hal ilan etmesi durumunda anayasamıza göre sadece şiddet hareketlerinin ber taraf edilmesi ve tekrarlanmasının önlenmesine yönelik tedbirleri içeren KHK’leri çıkarma yetkisi tanınmıştır. Bu hususta bir tereddüt yoktur ve geçmişte de olağanüstü hal durumunda çıkarılan KHK’lerin içeriği incelendiğinde bu maddi gerçek rahatlıkla tespit edilebilir. 

Oysa; 672 sayılı KHK’nin içeriği ve bireysel işlem niteliği ve kamu personelinin soruşturmaya tabi tutulmadan, savunması alınmadan, aleyhinde yargı kararı olmadan süresiz olarak memuriyetine son verme yetkisinin darbe girişiminden önce tespit edilmiş kişilere karşı kullanıldığı ve uygulandığı nazarı dikkate alındığında; yürütme organının kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı hareket ettiği, kendisine tanınandan daha geniş bir devlet yetkisini kullandığı, çıkarılan KHK’nin Anayasa ve TBMM İç Tüzüğüne açıkça aykırı olarak yasal sürede TBMM’nde görüşülmediği ve yakın zamanda görüşülmesinin söz konusu olmadığı, anayasal yargı denetiminin sistematik olarak önlendiği, bu suretle;  Anayasamızın başlangıç kısmında yer alan; “….. egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş HUKUK DÜZENİ DIŞINA ÇIKAMAYACAĞI; Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, ÜSTÜNLÜĞÜN ANCAK ANAYASA VE KANUNLARDA BULUNDUĞU; HER TÜRK VATANDAŞININ BU ANAYASADAKİ TEMEL HAK VE HÜRRİYETLERDEN EŞİTLİK VE SOSYAL ADALET GEREKLERİNCE YARARLANARAK ve HUKUK DÜZENİ İÇİNDE onurlu bir hayat sürdürme ve maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme HAK VE YETKİSİNE doğuştan sahip olduğu”,

Yine anayasamızın 2. maddesinde yer alan; “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olduğu”,
 
5. Madde yer verilen;  “ Devletin temel amaç ve görevleri,  ……………… kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak olduğu, ”,
    
6. madde bulunan; “ Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. … Hiçbir kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamayacağı”
    
8. maddede yer alan; “ Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, ANAYASAYA VE KANUNLARA UYGUN olarak kullanılıp ve yerine getirilmesi gerektiği, ”,
    
10. Madde yer alan; “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit, olduğu”,  

    11. madde de bulunan; “ Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğu ve Kanunların anayasaya aykırı olamayacağı”,

    12. maddedeki; “Herkesin, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahip olduğu,”,

    13. madde yer alan; “TEMEL HAK VE HÜRRİYETLERİN, ÖZLERİNE DOKUNULMAKSIZIN YALNIZCA ANAYASANIN İLGİLİ MADDELERİNDE BELİRTİLEN SEBEPLERE BAĞLI OLARAK VE ANCAK KANUNLA SINIRLANABİLECEĞİ, BU SINIRLAMALARIN, ANAYASANIN SÖZÜNE VE RUHUNA, DEMOKRATİK TOPLUM DÜZENİNİN VE LÂİK CUMHURİYETİN GEREKLERİNE VE ÖLÇÜLÜLÜK İLKESİNE AYKIRI OLAMAYACAĞI,”,
    
    15. madde yer verilen; “ ….. OLAĞANÜSTÜ HALLERDE, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlal edilmemek kaydıyla, DURUMUN GEREKTİRDİĞİ ÖLÇÜDE temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen DURDURULABİLECEĞİ, Suç ve cezaların geçmişe YÜRÜTÜLEMEYECEĞİ, suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya  kadar kimsenin  suçlu sayılamayacağı”

36. Madde de; “Herkesin Hak Arama, Dava Açma ve Adil Yargılanma Hakkı bulunduğu”, 

70. madde de; “herkesin kamu hizmetine girme hakkı bulunduğu ve dolayısıyla görev ifa etme hakkı bulunduğu, 

90/5. Maddede; “Temel Haklar ve hürriyetler konusundaki Uluslararası Anlaşmalarla ulusal Kanunlar arasında uyuşmazlık olduğunda Uluslararası anlaşmaların esas alınacağı”,
 
125. maddenin 1 ve 6. Fıkralarındaki; “İDARENİN HER TÜRLÜ EYLEM VE İŞLEMLERİNE KARŞI YARGI YOLU AÇIK olduğu” ve “KANUNUN, OLAĞANÜSTÜ HALLERDE, SIKIYÖNETİM, SEFERBERLİK VE SAVAŞ HALİNDE AYRICA MİLLİ GÜVENLİK, KAMU DÜZENİ, GENEL SAĞLIK NEDENLERİ İLE YÜRÜTMENİN DURDURULMASI KARARI VERİLMESİNİ SINIRLAYABİLECEĞİ” 
    
    128. maddenin 2. fıkrasında yer alan; “Memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işlerinin kanunla düzenleneceği,”

    Şeklindeki anayasal kuralların ihlal edildiği açıktır. Çünkü; idare önce işin doğası gereği sadece şiddet hareketlerinin önlenmesi için tedbir alması ve alınacak tedbirleri içeren düzenleme yapması ve bu düzenlemeleri sadece olağanüstü hal süresi boyunca uygulaması gerekirken görevden uzaklaştırma tedbiri ile elde edilebilecek bir sonucun ve konunun şiddet hareketleriyle bir ilgisi olmamasına karşın ölçüsüz bir şekilde “memuriyeti sona erdirme” işlemlerini yargı denetimine kapalı KHK düzenlemesi şeklinde tesis etmiş olması ve bir kamu görevlisi olarak müvekkili bir oldu bittiyle karşı karşıya bırakarak anayasal güvence altındaki memuriyetini hukuk devleti ilkesine, aykırı bir şekilde soruşturma yapmadan ve savunma hakkı tanımadan ölçüsüz bir ceza uygulamak suretiyle sonlandırması açıkça hukuka aykırıdır. Davalı idare, bu suretle, olağanüstü halin gereklerinin dışına çıkarak anayasanın sözüne ve ruhuna aykırı bir şekilde temel hak hürriyetlerimin özüne ölçüsüzce dokunmuştur. Üstelik, yasayla sınırlandırılması gereken haklar bir KHK ile yok sayılmıştır. Bu uygulamalar açıkça yukarıda belirtilen anayasa kurallarına aykırıdır ve iptali gerekir.

     B- ANAYASA'NIN 2. MADDESİ YÖNÜNDEN DEĞERLENDİRME 
Anayasa'nın "Cumhuriyetin nitelikleri" başlığını taşıyan 2. maddesinde, "Türkiye Cumhuriyetinin adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, demokratik ... sosyal bir hukuk devleti" olduğu belirtilmektedir.

Anayasa Mahkemesi'nin hukuk devleti tanımında açıkça belirtildiği üzere; “Hukuk Devleti", bütün işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı bulunan devlet demektir.

Müvekkil hakkında uygulanan 672 sayılı KHK’nin “Kamu Personeline İlişkin Tedbirler” başlıklı 2. Maddesinin 1, 2, ve 3. Fıkralarında; “(1) Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan;
…... b) Ekli (2) sayılı listede yer alan kişiler Emniyet Genel Müdürlüğü Teşkilatından, …..,
başka hiçbir işleme gerek kalmaksızın çıkarılmıştır. Bu kişilere ayrıca herhangi bir tebligat yapılmaz. Haklarında ayrıca özel kanun hükümlerine göre işlem tesis edilir.
(2) Birinci fıkra gereğince kamu görevinden, Emniyet Genel Müdürlüğü teşkilatından, …….. çıkarılan kişilerin, mahkûmiyet kararı aranmaksızın, rütbe ve/veya memuriyetleri alınır ve bu kişiler görev yaptıkları teşkilata yeniden kabul edilmezler; bir daha kamu hizmetinde istihdam edilemezler, doğrudan veya dolaylı olarak görevlendirilemezler; bunların uhdelerinde bulunan her türlü ……..ve sair görevleri de sona ermiş sayılır. Bunların silah ruhsatları, ………iptal edilir …… Bu kişiler özel güvenlik şirketlerinin kurucusu, ortağı ve çalışanı olamazlar. Bu kişiler hakkında ilgili bakanlık ve kurumlarca ilgili pasaport birimine derhal bildirimde bulunulur. Bu bildirim üzerine ilgili pasaport birimlerince pasaportlar iptal edilir.
(3) Birinci fıkra kapsamında kamu görevinden çıkarılanlar, varsa uhdelerinde taşımış oldukları ………..ve benzeri meslek adlarını ve sıfatlarını kullanamazlar ve bu unvan, sıfat ve meslek adlarına bağlı olarak sağlanan haklardan yararlanamazlar.” denilmektedir.

Burada herhangi bir yargı kararı olmaksızın, savunma alınmaksızın ve Anayasanın 148/1. Maddesi uyarınca yargı yolu kapatılarak olağanüstü hal süresinden sonra da geçerli olacak şekilde daimi olarak memuriyetin sona erdirilmesi cezası verilmesine olanak tanınmaktadır. Maddedeki kavramlar, içeriği, kapsamı ve sınırlan belli olmayan öznel değerlendirmelere tamamen elverişli olan kavramlar olup, hukuk dışı uygulamalara neden olmaktadır.

Bu hükmün olağanüstü hal süresinden sonra da geçerli olacağı düşünülürse bunun hukuk devleti açısından tehlikesi daha da açık bir biçimde ortaya çıkacaktır. Böyle bir düzenleme, hiç bir hukuksal esasa bağlı olmadan, dilediği gibi uygulamaları yönünden yetkililere olanak veren ve tümüyle keyfiliği getiren bir düzenlemedir. Keyfilik, hukuk devleti anlayışı ile bağdaşmaz. Bu nedenle bu hüküm Anayasa'nın 2. maddesine de aykırıdır, iptali gerekir.

672 sayılı KHK, yasayla düzenlenmesi gereken konularda hükümler içermekte suç ve cezalar öngörmektedir. Yasayla düzenlenecek konuları düzenlemesi ve getirilen hükümlerin hukuk, demokrasi ve Anayasa ile bağdaşmadığı ve devleti koruma refleksi adı altında devlete zarar verici hükümler içeren 672 sayılı KHK çıkarılmıştır.

Belirtilen tüm durumlar karşısında hem içerik ve hem de yöntem açısından 672 sayılı KHK, hukuk devletine ilişkin olarak yukarıda sunduğumuz tanımlama ve değerlendirmelere ters bulunduğundan ve Anayasa'nın 2. maddesi ile de çelişmekte ve çatışmaktadır. Anayasa'nın bu maddesine de aykırıdır; iptali gerekir.

C-  ANAYASA'NIN 13. MADDESİ YÖNÜNDEN DEĞERLENDİRME
Anayasa'nın “II. Temel Hak ve Hürriyetlerin Sınırlanması” başlığını taşıyan 13. Maddesinde; “Madde 13- (Değişik: 3/10/2001-4709/2 md.) TEMEL HAK VE HÜRRİYETLER, ÖZLERİNE DOKUNULMAKSIZIN YALNIZCA ANAYASANIN İLGİLİ MADDELERİNDE BELİRTİLEN SEBEPLERE BAĞLI OLARAK VE ANCAK KANUNLA SINIRLANABİLİR. BU SINIRLAMALAR, ANAYASANIN SÖZÜNE VE RUHUNA, DEMOKRATİK TOPLUM DÜZENİNİN VE LÂİK CUMHURİYETİN GEREKLERİNE VE ÖLÇÜLÜLÜK İLKESİNE AYKIRI OLAMAZ.”, denilmektedir.

Bu madde, temel hak ve özgürlüklerin ancak anayasanın ilgili maddelerinde gösterilen nedenlerle ve kanunla sınırlanabileceğini öngördüğü gibi bu sınırlamanın “ … ANAYASANIN SÖZÜNE VE RUHUNA, DEMOKRATİK TOPLUM DÜZENİNİN VE LÂİK CUMHURİYETİN GEREKLERİNE VE ÖLÇÜLÜLÜK İLKESİNE AYKIRI OLAMAZ”

Maddede yer alan "… ancak kanunla …" denilmek suretiyle, hak ve hürriyet sınırlamalarının münhasıran kanun konusu olduğu; yani yasama tasarrufundan başka bir düzenleyici tasarrufla (KHK, Tüzük, Yönetmelik vb.) hak ve hürriyetlerin sınırlanamayacağı belirtilmiştir.

Hak ve hürriyetlerin sınırlanmasında mümkün tek amaç olarak kanun yani yasama tasarruflarının seçildiğini gösteren bu hüküm dahi "genel" niteliktedir. Diğer bir deyimle hak ve hürriyetlere ait bütün maddelere sâri bir genel hükümdür. Bu nedenle herhangi bir hak veya hürriyete ait maddede, o hak ve hürriyetin ''kanunla'' sınırlanabileceğini ayrıca belirtmeye ihtiyaç yoktur ve maddelerin yazımında bu hususa sadık kalınmıştır. Kaldı ki, suç ve cezalar ile memurların özlük haklarının ancak kanunla düzenlenebileceği yine Anayasanın 38 ve 128. Maddelerinde açıkça vurgulanmaktadır.

672 sayılı KHK'nin içerdiği konular temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması ile ilgili oldukları gibi, memurların özlük hakları, suç ve cezalarla da yakından ilgilidir. Bu KHK, dayanağını teşkil ettiği belirtilen Anayasa'nın 121. maddesi ve özellikle konumuz yününden ilgisi dolayısıyla üçüncü fıkrası temelinde bir hak ve özgürlük sınırlandırılması yöntemi ve hükmü ve bireysel işlemden ibarettir. Bu nedenle, Anayasa'nın 15. maddesinin ve bu maddenin gerekçesinin belirlediği ve yukarıda sunduğumuz ilkeler Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrası ve haliyle 672 sayılı KHK'nin konuları için de geçerlidir.

Yine 13. maddenin gerekçesinde; "hak ve hürriyetlerin sınırlanmasında öngörülen nedenlerin belli amaçlara yönelik bulunduğu; sonuç olarak ancak bu amaçları gerçekleştirmek için bu nedenlerin öngörüldüğünü vurgulamaktadır. Öngörülen amaçlar, nedenler bahane edilerek, başka bir amaca ulaşmak için hak ve hürriyetler sınırlanmayacak; yahut meşru amaç güdülerek sınırlanmış olsalar bile, getirilen sınırlama bu amacın zorunlu, yahut gerekli kıldığından fazla olmayacaktır. Diğer bir deyimle, amaç ve sınırlama orantısı her halde korunmak zorundadır. 

Oysa, 672 sayılı KHK, Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasındaki amacı gerçekleştirmek için öngörülmüş olmasına karşın, bu amacın zorunlu veya gerekli kıldığından çok fazla sınırlamalar getirilmekte, amaç ve sınırlama orantısını ortadan kaldırılmaktadır. Yine şunu da vurgulamak gerekir ki, Anayasa'nın 13. maddesinde yapılacak kısıtlamaları Anayasanın ilgili maddelerinde öngörülen sebeplerle, Anayasa'nın sözüne ve ruhuna uygun olarak yasa ile sınırlanacağını ve bu sınırlamaların demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olmayacağı vurgulanmakladır.
Bütün bu nedenler karşısında 672 sayılı KHK, hem içerik ve hem de çıkarılma yöntemleri bakımından Anayasa'nın 13. maddesine açıkça aykırıdır.

D- ANAYASA'NIN 15. MADDESİ YÖNÜNDEN DEĞERLENDİRME
1982 Anayasası, olağanüstü hâl rejimlerinde temel hak ve öz¬gürlüklerin sınırlandırılması bakımından 13’üncü maddenin dı¬şında ve ötesinde bir sınırlandırma sistemi öngörmüştür. Olağanüstü hâl ve sıkıyönetim kanun hükmünde kararna¬meleriyle yapılan düzenlemeler genellikle temel hak ve özgür¬lüklere getirilen bir sınırlandırma niteliğindedir. O nedenle te¬mel hak ve özgürlükleri sınırlandıran olağanüstü hâl ve sıkıyö¬netim kanun hükmünde kararnameleri de Anayasada öngörülen temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması sistemine uymak zorundadır.

"Temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması" başlığını taşıyan Anayasa'nın 15. maddesinin birinci fıkrasında "Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde . . . durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir." denilmektedir. Maddeden anlaşıldığı gibi, olağanüstü durumlarda temel hak ve özgürlüklerin kısmen veya tamamen durdurulması, durumun gerektirdiği ölçüde olacaktır.

Bu durum, gerekçede daha da açık anlatılmakta ve; "Fıkra içinde, öngörülen ağır tedbirlerin, ("durdurma" yahut "güvencenin kaldırılması") sınırı da gösterilmiş; bu suretle, bunların hak ve hürriyetler için dayanaksız bir tehdit teşkil etmeleri önlenmek istenmiştir. Ezcümle, hak ve hürriyetlerin durdurulması yahut bunlar için öngörülen güvencelere aykırı tedbirler getirilmesinde "DURUMUN GEREKTİRDİĞİ ÖLÇÜ İÇİNDE KALINACAK" yani "istisna" da orantı korunacak; aynı zamanda, hak ve hürriyetlere getirilecek "istisnalar" uluslararası hukuktan doğan yükümlülükleri ihlâl etmeyecektir." denilmektedir.

Yine maddenin gerekçesinde, "Savaş veya sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilanında uyulacak hükümler, bu durumlarda sahip bulunulan olağanüstü yetkiler; kısaca bu durumlara ilişkin temel hükümlerin Anayasada; ayrıntıların ise; özel yasalarda gösterileceği" belirtilmektedir.

Öte yandan; Anayasa'nın 15. maddesi, savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hal durumlarında dahi çekirdek haklar olan; *kimsenin din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağını ve bundan dolayı suçlanamayacağını, *suç ve cezaların geçmişe yürütülemeyeceğini ve *suçluluğu mahkeme kararı ile *saptanıncaya kadar kimsenin suçlu sayılamayacağı belirtmektedir. Bunlar, yani Anayasa'nın 15. maddesinin ikinci fıkrasında belirtilen hususlar hiç bir biçimde geçilemeyecek, aşılamayacak, sınırları oluşturmaktadır.
Anayasanın 15’inci maddesi, temel hak ve özgürlüklerin olağanüstü hâllerde sınırlandırılmasına üç şart getirmektedir. (1) Milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlâl edilmemeli; (2) Ölçülülük ilkesine uyulmalı; (3) 15’inci maddenin ikinci fık¬rasında sayılan hak ve ilkelerden oluşan çekirdek alana dokunulmamalıdır. Buna göre;

1) MİLLETLERARASI HUKUKTAN DOĞAN YÜKÜMLÜLÜKLERİN İH¬LÂL EDİLMEMESİ ŞARTI
Anayasamızın 15’inci maddesinin 1’inci fıkrası, olağanüstü hâllerde temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasının durdurulması veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbir¬ler alınabilmesini, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülüklerin ihlâl edilmemesi kaydına bağlamıştır. Milletlerarası hukuktan doğan yükümlülüklerin içine öncelikle milletlerarası hukukun genel prensipleri, sonra da devletin taraf olduğu sözleşmelerden doğan yükümlülükler girer. O hâlde olağanüstü hâllerde yapılan düzenlemeler, önce milletlerarası hukukun genel ilkelerine, sonra da Türkiye’nin imzaladığı sözleşmelere uygun olmak zorundadır.

Bu sözleşmelerin başında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gelir. Anayasamızın 90/5. Maddesinde aynen; “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.) USULÜNE GÖRE YÜRÜRLÜĞE KONULMUŞ TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLERE İLİŞKİN MİLLETLERARASI ANDLAŞMALARLA KANUNLARIN AYNI KONUDA FARKLI HÜKÜMLER İÇERMESİ NEDENİYLE ÇIKABİLECEK UYUŞMAZLIKLARDA MİLLETLERARASI ANDLAŞMA HÜKÜMLERİ ESAS ALINIR.” Denilmektedir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) olağanüstü hâl¬lerde temel hak ve özgürlüklerin olağan dönemlerden daha fazla sınırlandırılabileceğini, hatta geçici olarak tümüyle ortadan kaldırılabileceğini, Sözleşmeye katılan tarafın, Sözleşmeye göre üst¬lendiği yükümlülüklere aykırı tedbirler alabileceğini kabul etmiş¬tir.

Sözleşmenin 15’inci maddesinde; “Harb veya milletin varlığını tehdit eden diğer umumi bir teh¬like hâlinde her Yüksek Akid Taraf, durumun iktiza ettiği nispette ve devletler hukukundan doğan diğer mükellefiyetlerle tezat teşkil etmemek şartiyle iş bu Sözleşmede derpiş olunan mükellefiyetlere aykırı tedbirler alabilir.
Yukarıdaki hüküm, meşru harb fiilleri neticesinde vâki ölüm hadisesi müstesna, ikinci ve üçüncü maddeler ile dördüncü madde¬nin birinci fıkrası ve yedinci maddeyi hiçbir surette ihlale mezun kılmaz” denilmektedir.

Sözleşmenin 2’nci, 3’üncü, 4’üncü ve 7’nci maddelerinde; 
“Madde 2.- Her ferdin yaşama hakkı kanunun himayesi altın¬dadır. Kanunun ölüm cezası ile cezalandırdığı bir suçtan dolayı hakkında mahkemece hükmedilen bu cezanın infazı dışında, hiç kimse kasden öldürülemez”.
“Madde 3.- Hiç kimse işkenceye, gayri insani yahut haysiyet kırıcı ceza ve muameleye tâbi tutulamaz”.
“Madde 4 (Birinci Fıkra).- 1. Hiç kimse köle ya da kul durumunda tutulamaz 
 “Madde 7.- Hiç kimse işlendiği zaman millî veya milletlerara¬sı hukuka göre suç teşkil etmeyen bir fiil veya ihmalden dolayı mahkum edilemez. Keza hiç kimse suç işlediği zaman tertibi gere¬ken cezadan daha ağır bir cezaya çarptırılamaz”. Denilmektedir.

Görüldüğü gibi, 1982 Anayasasının 15’inci maddesi ile Av¬rupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 15’inci maddeleri arasında bü¬yük bir benzerlik vardır. Anayasanın 15’inci mad-desi, AİHS'nin 15’inci maddesinin bir tekrarıdır. Bu nedenle, olağanüstü yönetime ilişkin bir dü-zenleme ile hak ve özgürlüklere getirilen bir sınırlandırma Anayasa’nın maddesine uygun görüldüğünde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne de uygun olacağı kuşkusuzdur.

2) ÖLÇÜLÜLÜK İLKESİNE UYULMASI ŞARTI
1982 Anayasasının 15’inci maddesinin birinci fıkrası, ola¬ğanüstü hâllerde temel hak ve özgürlüklerin ancak “durumun gerektirdiği ölçüde” sınırlandırılabileceğini öngörmüştür. Bu husus doktrinde, “ölçülülük ilkesi” olarak isimlendirilmektedir. Bu ilke genel olarak, “sınırlandırmada başvurulan aracın sınır¬lama amacını gerçekleştirmeye elverişli olmasını; bu aracın sı¬nırlama amacı açısından gerekli olmasını ve araçla amacın ölçü¬süz bir oran içinde bulunmamasını ifade eder”. Görüldüğü gi¬bi ölçülülük ilkesi, üç alt ilkeye ayrılabilir. Bunlar, elverişlilik, gereklilik ve oranlılık ilkeleridir.

*ELVERİŞLİLİK İLKESİ
Yukarıdan da çıkarılabileceği gibi, elverişlilik ilkesi, sınır¬lamada başvurulan aracın, sınırlama amacını gerçekleştirmeye elverişli olmasını ifade eder. Bunun içinse, sınırlamada başvu¬rulan tedbirin ulaşılmak istenen sonuca bir katkıda bulunması gerekir. Daha başlangıçta öngörülen tedbirin hedeflenen ama¬cın gerçekleşmesine bir katkıda bulunmayacağı anlaşılıyorsa, düzenlemenin elverişlilik ilkesine, dolayısıyla da ölçülülük ilke¬sine, nihaî olarak da Anayasanın 15’inci maddesine aykırı ola¬cağı açıktır.
Olağanüstü hâl kanun hükmünde kararna¬meleri de “Elverişlilik İlkesine” uygun olmalıdır. Olağanüstü hâl kanun hükmünde kararnamelerinin elverişlilik ilkesine uygun olup olmadığının ise, her kararname için ayrı ayrı incelenmesi gerekir. Zira, bu inceleme için kararname ile getiri¬len tedbirlerin ve kararname ile ulaşılmak istenen amacın bilin¬mesi gerekir. Kanun hükmünde kararname ile getirilen tedbir¬ler, hedeflenen amacın gerçekleştirilmesine hiçbir katkıda bu¬lunmayacak ise, böyle bir kararnamenin elverişlilik ilkesine, do¬layısıyla ölçülülük ilkesine yani Anayasanın 15’inci maddesine aykırı olacağı söylenir.

*GEREKLİLİK İLKESİ
Ölçülülük ilkesinin ikinci alt ilkesini gereklilik ilkesi oluş¬turmaktadır. Gereklilik İlkesi; sınırlamanın dayandığı amacı gerçekleştirmek için il¬gili temel hak açısından en yumuşak aracın seçilmesi gerekti¬ğine işaret etmektedir. Bu seçim, amaca ulaşmak için aynı de¬recede etkili olan araçlar arasından yapılmalıdır. Başka bir de¬yişle temel hakkı sınırlama derecesi bakımından karşılaştırıla¬cak olan yasal önlemler güdülen amacı gerçekleştirmeye aynı yoğunlukta elverişli olmalıdır. Eğer bu nitelikte çeşitli araçlar söz konusuysa, bunlardan temel hakkı en az sınırlayanın yasa koyucu tarafından seçilmiş olması gerekir. Aksi takdirde yapı-lacak sınırlandırma Anayasa’ya aykırı olur. Olağanüstü hâlin amacını gerçekleştirmeye elverişli aynı derecede etkili tedbirler varsa, olağanüstü hâl kanun hükmünde kararnamesiyle bu tedbirlerin en yumuşağı, temel hak ve özgürlükleri en az sınırlayanı tercih edilir. Müvekkilin şiddet hareketlerinin yaygınlaşmasına bir katkı vermesinden endişe ediliyorsa 672 sayılı KHK uyarınca müvekkilin memuriyetinin sona erdirilmesi yerine hakkında görevden uzaklaştırma tedbiri yürütme organınca uygulanıp, yargılama neticesinde suçlu bulunursa memuriyeti sona erdirilebilirdi. Yürütme organı ağır ve gereksiz bir uygulamaya imza atarak tedbir adı altında müvekkile ceza uygulamıştır. 

*ORANLILIK İLKESİ
Oranlılıkta iki değişkenin karşılıklı ilişkisi söz konusudur. Bu ilkeye göre, sınırlandırmayla ulaşılmak istenen amaç ile sı¬nırlandırmada başvurulan araç ölçüsüz bir oran içinde bulun¬mamalıdır. Bir gün göreve gelmeyen memura memuriyetten çıkarma cezası verilmesi gibi uygulamalarda işlenen fiil ile verilen ceza arasında adil bir denge bulunmadığından söz edilir. 

*ÇEKİRDEK ALANA DOKUNMA YASAĞI
“1982 Anayasasının 15’inci maddesinin ikinci fıkrası, çok önemli hak ve ilkelerden oluşan bir “çekirdek alan” öngörmüş¬tür. Anayasaya göre bu çekirdek alana, olağanüstü hâllerde, hat¬ta savaş hâlinde bile dokunulamaz. Mutlak olarak korunması gereken, bu dokunulmaz hak ve ilkeler şunlardır:
“Savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ö¬lümler ile, ölüm cezalarının infazı dışında, kişinin yaşama hakkına, maddî ve manevî varlığının bütünlüğüne dokunu-lamaz.”
“Kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz.”
“Suç ve cezalar geçmişe yürütülemez”.
“Suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz”.
Böylece olağanüstü hâllerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlâl edilmemek kaydıyla ve ölçülülük ilkesine uyulmak şartıyla, yukarıda sayılan hak ve özgürlüklerin dışında kalan hak ve özgürlükler, örneğin basın, seyahat, haberleşme toplantı ve gösteri, grev ve lokavt hak ve özgürlükleri sınırlan¬dırılabilecek, hatta bu hak ve özgürlüklerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilecektir”.

O hâlde, olağanüstü hâl ve sıkıyönetim kanun hükmünde kararnameleri ile savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler ile, ölüm cezalarının infazı dışında, hiçbir şekilde kişinin yaşama hakkına dokunulamayacak, kişiye işkence edi¬lemeyecek, kimse din, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacak ve bunlardan dolayı kınanamayacak, suç ve ceza¬lar geçmişe yürütülemeyecek, suçluluğu mahkeme kararıyla saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamayacaktır.

Görüldüğü gibi, Anayasanın 15’inci maddesinde getirilen sınırlandırmalar (milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler, ölçülülük ilkesi ve çekirdek alana dokunma yasağı), olağanüstü hâl ve sıkıyönetim kanun hükmünde kararnameleri konu bakı¬mından önemli ölçüde sınırlandırmaktadır.

672 sayılı KHK, memur güvenliği ilkesine açıkça aykırı, yargısal denetimi kapatan, geçici nitelikteki görevden uzaklaştırma tedbiri ile elde edilebilecek sonuçların daimi olarak memuriyetin sona erdirilmesi cezasına dönüştürülerek, hukuk güvenliği ilkesini ortadan kaldıran geniş kısıtlama olanakları getirdiği gibi, bir sigorta işlemi ile ilgili telefon görüşmesinin aslını araştırmadan örgütsel bağ sayıp yasaklayan ve suç sayan doğrudan ve dolaylı hükümler içermektedir.

Bütün bu durumlar karşısında 672 sayılı KHK Anayasa'nın 15. maddesinde belirtilen şuurları da aşan düzenlemeler yaparak Anayasa'nın 15. maddesine açıkça aykırılık oluşturmakla dayanağı olan madde ile de çatışmaktadır, iptal edilmesi gerekir.

          E-ANAYASA'NIN 91. VE 121. MADDELERİ YÖNÜNDEN DEĞERLENDİRME
Yukarıda da belirtildiği 672 sayılı KHK'nin ilk paragraflarında Anayasa'nın 121. maddesi ile 2935 sayılı Yasa'nın 4. maddesinin verdiği yetkiye dayanılarak kararlaştırıldığı belirtilmektedir. Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrası ve 2935 sayılı Yasa'nın 4. maddesine göre, olağanüstü hallerde kararlaştırılacak olan KHK'nin düzenleme konusu "Olağanüstü Halin Gerekli Kıldığı Konular"dır. 2935 sayılı Yasa'nın 4. maddesi ile, Anayasanın 121. maddesinin üçüncü fıkrası arasında konu yönünden bir farklılık yoktur. Yasa'nın 4. maddesi Anayasadaki sözcükleri aynen yinelemektedir. Demek ki, 2935 sayılı Yasa'nın 4. maddesi de olağanüstü hal yönetimi ve olağanüstü hal yönetiminin yetkileri ile ilgili başkaca bir düzenleme getirmemektedir.
Oysa, 672 sayılı KHK’nin düzenlediği konular anayasal güvence altında bulunan memurların haklarının ortadan kaldırılarak süre sınırı olmadan, savunma hakkı tanımadan, soruşturma yapmadan, yargı kararı olmaksızın ve yargı denetimini kapatarak, 1926 yılında kaldırılan azil müessesesini geri getirme anlamına gelen çok ağır sonuçları bulunan hükümler içerdiği gibi Anayasa'nın 121. Maddesine de aykırı olduğu açıktır. Kaldı ki, 2935 sayılı Yasa'nın 4. maddesi, Anayasa'nın 91. maddesinde belirlenen çerçeve yasa niteliğini de taşımamaktadır. Bu nedenle, 672 sayılı KHK, Anayasa'nın 121. maddesine aykırı olduğu gibi, Anayasa'nın 91. maddesine de uygun bulunmamaktadır.
Çünkü; bu KHK'lerin kararlaştırılıp yayımlanmasından sonra TBMM'nin iradesinin, devreye sokulmaması durumunda, KHK'ler yasa hükmünde ve bağlayıcı olma niteliği kazanamaz, işte, bu nedenlerle "TBMM'nin onayına sunulur." esası getirilmiştir. Yine, Anayasanın 121. maddesinin üçüncü fıkrasında bunların Meclisçe onaylanmasına ilişkin süre ve yöntemin içtüzükte belirleneceği öngörülmekte ve bu İç Tüzüğün 128. Maddesinde kararnamenin azami 30 gün içinde TBMM Genel Kuruluna gelmesi ve burada diğer işlere göre öncelikle ve ivedilikle görüşülmesi gerektiği açıktır. 672 sayılı KHK, doğrudan TBMM'nin onayına sunulacağı yerde, TBMM'nin Plan Bütçe Komisyonu ve başkaca tali komisyonlara sevk edilmek suretiyle, diğer KHK yöntemine bağlı tutulması ve halen komisyonlarda bekletilmesi Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasında öngörülen yöntem ve amaca, olayın özelliğine ve niteliğine tümüyle aykırıdır. Tüm bu nedenlerle Anayasa'nın 91. ve 121. maddelerine her koşulda aykırı düşen 672 sayılı KHK'nin iptaline karar verilmesi gerekir.

F- ANAYASA'NIN 121. MADDESİ YÖNÜNDEN DEĞERLENDİRME
Anayasa'nın, "Olağanüstü Hallerle İlgili Düzenleme" başlığını taşıyan 121. maddesinin birinci fıkrası, olağanüstü hale karar verilmesi ve kararla birlikte yapılması gereken işlemleri belirlemektedir.

Maddenin ikinci fıkrasında; "... olağanüstü hallerin her türü için ayrı ayrı geçerli olmak üzere Anayasanın 15 inci maddesindeki ilkeler doğrultusunda temel hak ve hürriyetlerin nasıl sınırlanacağı veya nasıl durdurulacağı, halin gerektirdiği tedbirlerin nasıl ve ne surette alınacağı, kamu görevlilerine ne gibi yetkiler verileceği, görevlilerin durumlarında ne gibi değişiklikler yapılacağı ve olağanüstü yönetim biçimleri, olağanüstü hal kanununda düzenlenir." denilmektedir. Görülüyor ki, bu paragrafta ayrı ayrı, açık ve net biçimde belirtilen konular ancak yasayla düzenlenebilecektir.

Anayasa'nın 13. ve 15. maddelerini birlikte değerlendirdiğimiz zaman görüleceği gibi, maddelerin metinlerinde ve gerekçelerinde belirlenen görüşler nedeniyle 121. maddenin ikinci fıkrasında belirlenen konular, 121. maddede yasayla düzenleneceği belirtilmemiş olsaydı dahi yine de Anayasa'nın 13. ve 15. madde hükümlerine göre bu konuların yasayla düzenlenmesi gerekecekti. Kaldı ki, 121. maddede, belirtilen konuların yasayla düzenleneceğinin açıkça belirtilmiş olması, konuyu hukuken tartışılmaz duruma getirmiştir.

Bu durumlar karşısında, Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasında sözü edilen 672 sayılı KHK'nin konusu, "Olağanüstü Halin Gerekli Kıldığı Konular" olarak saptanmış ve sınırlandırılmıştır.

Anayasa'nın 121. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarının aynı madde içinde düzenlendiğini dikkate alarak, diyebiliriz ki, üçüncü fıkrada sözü edilen KHK, Olağanüstü Hal Yasası çerçevesinde olayın niteliğine göre ancak somut önlemleri düzenleyecek ve saptayabilecektir.

Anayasa'nın 121. maddesindeki, olağanüstü hal süresince, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu tarafından, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkarılacak KHK'ye başkaca işlevler tanımak hukuken olanaksızdır. Böyle bir durum her şeyden önce Anayasa'nın 121. maddesinde yasayla düzenlenecek konuların tek tek belirlenmesini tümüyle anlamsız kılacaktır. Ayrıca, Anayasa'nın 13. ve 15. maddeleri ile bunların gerekçelerinde belirtilen esasları da inkâr etmek gibi bir sonuç doğacaktır.

672 sayılı KHK Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasında belirtilen konuları değil, 121. maddesinin ikinci fıkrasında yasayla düzenlenmesi açıklanan konuları düzenlemiştir. Bu nedenle, 672 sayılı KHK, Anayasa'nın 121. maddesinin de üçüncü fıkrasında öngörülen “OHAL Kararnamesi” niteliğini taşımamaktadır.

Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasında sözü edilen KHK'nin çıkartılma yöntemi ve konusu bir bütündür. KHK'nin başlığına ''Anayasa'nın 121. maddesine göre …. Kararlaştırılmıştır" tümcesi yazılarak, yine aynı paragrafta gösterilenlerden başka konuları düzenlemek ve böylece Anayasa Mahkemesi'nin denetiminden kaçmak ve bireysel idari işlemlere dahi yargı yolunu kapatmak hukuken olanaklı değildir. Böyle bir yaklaşım her şeyden önce anayasanın 14. ve Türk Medeni Kanununun 2. Maddesinde yer alan iyi niyet ve hakkın kötüye kullanılmasının korunamayacağı şeklinde özetlenebilecek temel hukuk ilkelerine açıkça aykırıdır ve iptali gerekir.
672 sayılı KHK'nin Anayasa'nın 121. maddesinin ikinci fıkrasındaki yasayla düzenlenmesi gereken konuları içerdiği tartışma götürmeyecek biçimde açıktır. Buna göre;
1- 672 sayılı KHK'nin 2. maddesi ile düzenlenen konuların, sadece olağanüstü hal süresi ile sınırlı olmayan ve genel nitelikli memur güvenliğini ortadan kaldıran bir niteliğe sahip ve yasayla düzenlenmesi gerekli olan konular olduğu açıktır. 
2- 2935 sayılı Olağanüstü Hal Yasası'nın 11. maddesi, "Şiddet hareketlerinde alınacak tedbirler" başlığını taşımaktadır. Yasa'nın bu maddesi, Anayasa'nın 121. maddesinin ikinci fıkrasındaki yasayla düzenlenmesi öngörülen konulardan; "Halin gerektirdiği tedbirlerin nasıl ve ne surette alınacağı" biçimindeki bölümün gösterdiği konuları içermektedir. Bir başka deyişle, 2935 sayılı Yasanın 11. maddesi, Anayasa'nın 121. maddesinin ikinci fıkrası gereği olarak düzenlenmiştir. O ihtiyacı karşılamak üzere çıkartılmıştır. Tamamen, Anayasa'nın 121. maddesinin ikinci fıkrasındaki konu, Yasa'nın 11. maddesindeki düzenleme ile karşılanmış ve gerçekleştirilmiştir.
Görüldüğü gibi, 672 sayılı KHK'nin 1. maddesi 2935 sayılı Yasa'nın 11. maddesini doğrudan ilgilendirmektedir. Bu nedenler karşısında, görülmektedir ki, 672 sayılı KHK Anayasa'nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasında belirlenenler dışında ve yasayla düzenlenmesi zorunlu olan konuları düzenlemiştir.
3- 672 sayılı KHK'nin 2. maddesi, yargı kararı aranmaksızın ve savunma hakkı tanınmadan nasıl tespit edildiği açık olmayan listelerde yazılı binlerce personelin memuriyetinin daimi olarak ve yargı denetimine kapalı bir şekilde sona erdirilmesini bir bireysel işlem gibi düzenlenmesini ve uygulanmasını öngörmektedir. İşin gerçeğinde 672  sayılı KHK'nin düzenlediği konular yasayla düzenlenmesi gereken konulardır. Bu konular, "Olağanüstü Yönetim Usullerine" ilişkin olup, Anayasa'nın 121. maddesinin ikinci fıkrasında yasayla düzenlenmesi öngörülen konuları kapsamaktadır.
Anayasa'nın 121. maddesinin ikinci fıkrasında; "kamu hizmeti görevlilerine ne gibi yetkiler verileceği, görevlilerin durumlarında ne gibi değişiklikler yapılacağı ve olağanüstü yönetim usulleri, Olağanüstü Hal Kanununda düzenlenir." denilmektedir. Görülüyor ki bu konularda yasayla düzenlenmesi gereken konulardır. Ancak, yasal düzenlemenin bile idari işlem niteliğinde ve yargı denetimini kapatacak şekilde olamayacağını belirtmek gerekir.

4- 672 sayılı KHK'nin 2. maddesi hükümleri, Olağanüstü Hal Yasası'nda daha öncede... düzenlenmemiş hususlardır. Getirilen bu hükümler, olağanüstü hal dışında yeni sınırlamalar ve sistem oluşturduğu gibi, OHAL Yasasının öngördüğü kısıtlamalardan çok daha ağır kısıtlamaları içermektedir. Bu durum 672 sayılı KHK'nin düzenlediği konuların yasayla düzenlenmesindeki zorunluluğu açıkça ortaya koymaktadır. Sunulan tüm bu nedenler karşısında 672 sayılı KHK, Anayasa'nın 121/3. maddesinde belirlenen OHAL KHK’si niteliğini taşımadığından Anayasa Mahkemesi'nin denetimine tabidir.

    IV-672 SAYILI OHAL KHK İLE MEMURİYETİ SONLANDIRICI BİREYSEL İŞLEM TESİSİNİN HUKUKA AYKIRILIĞI
1-YÜRÜTME ORGANININ YETKİSİNİ AŞARAK GENEL DÜZENLEME YAPMASI
Anayasamızın 15. Maddesinde; “….. OLAĞANÜSTÜ HALLERDE, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlal edilmemek kaydıyla, DURUMUN GEREKTİRDİĞİ ÖLÇÜDE temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen DURDURULABİLECEĞİ” hüküm altına alınmıştır. “Durdurma” ifadesi açıkça geçici bir durumu ifade etmektedir. Çünkü; temel hak ve hürriyetlerin sürekli kullanılması temel bir kural iken, durdurulması ve sınırlandırılması ise; istisnadır ve geçicidir. Dava konusu işlem ise, geçici değil, daimidir
Davalı idarenin KHK şeklinde tesis ettiği bireysel işlem ise; süre yönünden geçici değil kalıcı sonuçlar doğurmaktadır. Bu durum, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kuruluna tanınan olağanüstü hal süresince şiddet hareketlerinin önlenmesine yönelik uygulanacak tedbirleri içermesi gereken KHK çıkarma yetkisinin süre yönünden aşıldığı ve geçici alınabilecek bir tedbirin kalıcı cezaya dönüştürüldüğü ve bu suretle hukuk devleti ilkesinin ihlal edildiği, açıktır.
Anayasanın 15, 120 ve 121. Maddeleri ve gerekse de 2935 sayılı OHAL Kanununun 1,2,3,4, 9 ve 11. Maddeleri incelendiğinde olağanüstü halin gerektirdiği hallere ilişkin tedbirlerin yasada kapsam ve içeriğinin belirtildiği ve özellikle yasanın 9 ve 11. Maddelerde sayılan olağanüstü hallerde şiddet hareketlerine ilişkin tedbirler arasında “kamu görevlilerinin izinlerinin kapatılması” ve “görevden uzaklaştırma” gibi geçici önlemlere ilişkin yetkilerinin kullanılmasına yer verilirken, kesinlikle memuriyetin sonlandırılması konusunda en ufak bir düzenleme bulunmadığı gibi, sadece şiddet hareketlerinin önlenmesine yönelik güvenlik tedbirlerini içermesi gereken KHK’lerin devletin yeniden yapılanmasına ilişkin köklü hükümler içermesinin yanı sıra yargı denetimine kapalı bireysel işlemleri içermesi de ve bu işlemlerin olağanüstü halin yürürlükten kaldırılması sonrasında da devam etmesinin öngörülmesi şeklindeki uygulama, hukuk devletinde savunulamaz. Bu durumda ancak, fiilen anayasanın bir çok temel hükmünün askıya alınmasından söz edilebilir.

Masa başında rapor hazırlayan istihbarat görevlilerince yapılan bir kısım tespitler delil olarak kabul edilip, savunma alınmadan ve soruşturma yapılmadan tesis edilen işlemlerin haklılığından söz edilemez. Zira, yerleşik yargı içtihatlarına göre istihbari bilgiler delil olarak değerlendirilmez. Kaldı ki Anayasamızın 38. Maddesi uyarınca yasa dışı yollardan elde edilen bulgular delil olarak değerlendirilemez ve hukuki işlemlere esas kabul edilemez.  Bu bulguların delil olarak kabul edilmesi önleyici işlemlerin sonlandırılarak adli makamların emri çerçevesinde adli kolluğa gerekli talimatlar verilerek işlemlerin başlatılmasından geçer. Hiçbir soruşturma yapılmadan, savunma alınmadan tesis edilen memuriyeti sonlandırma işleminin haklılığından söz edilemez.

Anayasamızın 15 ve 38. Maddelerinde yer alan “Suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz” şeklindeki “Masumiyet Karinesi” gözetilmeden 672 sayılı KHK uyarınca savunma hakkı tanınmadan ve yargısal denetim, ortadan kaldırılarak müvekkilin memuriyetinin sona erdirilmesinin hukuken savunulabilecek bir yanı yoktur. Ortada suç yoktur. Suçlu yoktur. Ancak, müvekkile yargısız bir şekilde verilmiş ve infaz edilmiş ağır bir ceza vardır. Üstelik, bu bireysel işlem, bir genel düzenleyici işlem olan bir OHAL KHK’si adı altında tesis edilmiştir. Anayasamızın 13. Maddesi temel hak hürriyetlerin ancak kanunla sınırlandırılabileceği, yine 128. Maddesi memur ve diğer kamu görevlilerinin özlük haklarının ancak kanunla düzenlenebileceği, suç ve cezaların ancak kanunla düzenlenebileceği, açıkça vurgulamasına rağmen …….yıllık hizmetten sonra sorgusuz sualsiz müvekkilin işsiz bırakılarak ailesiyle birlikte mağdur etmeye kimsenin hakkı bulunduğu açıktır. 

Müvekkilim kamu görevinden çıkarılmıştır. Yani, müvekkile idari yönden verilebilecek en ağır ceza fiilen uygulanmıştır. Zira, eğer bir soruşturma açılıp 657 sayılı yasa hakkında uygulansaydı kendisine verilebilecek en ağır disiplin cezası olan “Devlet Memurluğundan Çıkarma” cezası ile 672 sayılı KHK ile hakkında uygulanan müeyyideler karşılaştırıldığında, dava konusu  işlemin daha ağır sonuçlar doğurduğunu söylemek yanlış olmaz. Dolayısıyla müvekkil hakkında tesis edilen bireysel idari işlem, aynı zamanda en ağır disiplin cezası niteliğinde olduğu gibi yargı yolunun kapatılmak istenmesi ve savunma hakkının tanınması ve 1926 yılında 788 sayılı yasayla uygulanmasına son verilen “Azil Müessesesi” şeklinde tesis edilmesi karşısında bu işlemin bir tür ağır idari ceza olduğunu söylemek mümkündür. O halde konunun ceza hukukunun temel anayasal prensipleri açısından irdelemekte yarar vardır. 

Müvekkilin, 672 sayılı KHK’de hangi kanunun hangi hükmünü hangi tarihte ve ne şekilde ihlal ettiği, hangi suçu işlediği belirtilmemiştir. Yani, “ceza” var ama “suç” belli olmadığı gibi yeri ve zamanı da belli değildir. Anayasanın 15/2. ve 38/1, 3. maddelerinde yer alan ; “Suç ve cezalar geçmişe yürütülemez”, “Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; KİMSEYE SUÇU İŞLEDİĞİ ZAMAN KANUNDA O SUÇ İÇİN KONULMUŞ OLAN CEZADAN DAHA AĞIR BİR CEZA VERİLEMEZ.”, “CEZA VE CEZA YERİNE GEÇEN GÜVENLİK TEDBİRLERİ ANCAK KANUNLA KONULUR.” Şeklindeki anayasa hükümleri 672 sayılı KHK kapsamında hakkımda tesis edilen bireysel işlemle açıkça ihlal edildiği gibi Yargıtay içtihatlarıyla da delil değeri bulunmayan istihbari bilgilerin ceza niteliğindeki düzenleyici işlem kapsamında tesis edilen bireysel idari işleme esas kabul edilmesi ayrıca hukuksuzdur.

Müvekkil hakkındaki tarafımızdan bilinmeyen iddialara suç vasfını kazandıran 672 sayılı KHK’dir. Zira  “Resmi makamların izni ile faaliyet gösteren bir bankada hesap açmak”, “Milli Eğitim Bakanlığının izni ile faaliyet gösteren ve denetlenen bir özel okula öğrenci göndermek”, “İnternette bulunan bir yazılımı iletişimde kullanmak”, “resmi izinle kurulmuş bir sendikaya üye olmak”, “bir sigorta şirketini telefonla aramak”, “resmi makamlarca izin verilmiş bazı yayınları takip etmek”, “Bakanlar Kurulu kararıyla faaliyet gösteren bir derneğe yardım yapmak” eylemleri tek başına veya ayrı ayrı suç değildir. Bu şekilde bir suç hiçbir yasa veya düzenleyici metinde yer almamıştır. Bu durumda, her halükarda müvekkil hakkında uygulanan idari cezanın anayasanın 15 ve 38 maddelerde yer alan ve suç ve cezaların geçmişe yürütülemeyeceği ve masumiyet karinesine ilişkin yukarıdaki paragrafta belirtilen anayasa hükümlerine açıkça aykırı olduğunu kabul etmek gerekir. Zira mevcut yasalarda suç olarak tanımlanmamış bir fiil, suç olarak kabul edildiği gibi bu suç önceki yıllara kadar geriye götürülerek suç ve cezalar geçmişe yürütülmekte ve masumiyet karinesi göremezden gelinmektedir. Memurun, yargısız infaz yapılarak savunmasız bir şekilde azil suretinde işten atılması iyi ve hukuki bir uygulama değildir. İyi bir uygulama olsaydı 1926 yılında 788 sayılı Kanunla yürürlükten kaldırılmazdı. 09/02/1990 tarihli resmi gazetenin 67. Sayfasında yer verilen Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurul Kararı da haklılığımızı ortaya koymaktadır.  

2- YÜRÜTME ORGANININ YETKİSİNİ AŞARAK YARGISAL DENETİM YOLUNU KAPATMASI 
Anayasamızın 125. maddenin 1 ve 6. fıkralarında aynen; “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.” ve “Kanun, olağanüstü hallerde, sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halinde ayrıca milli güvenlik, kamu düzeni, genel sağlık nedenleri ile yürütmenin durdurulması kararı verilmesini sınırlayabilir.” denilmektedir.  

Yukarıdaki anayasal düzenleme incelendiğinde anayasa koyucunun idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğunu ve yargısal denetimin kapatıldığı hallerin ise başka maddelerde tek tek sayıldığı bilinmektedir. 

Madde metninden de anlaşılacağı üzere, olağanüstü hallerde idari yargı işlemleri açısından sadece yürütmenin durdurulması konusunda yasayla sınırlama getirilebileceği açıkça düzenlenmiştir. Bu durumda, 672 sayılı KHK ile tesis edilen dava konusu bireysel idari işlemin açıkça hukuka aykırı olduğu, idarenin yetkisinin sınırlarını aşarak işlem tesis ettiği ve bu işlemin iptali gerektiği konusunda bir tereddüt kalmamaktadır. 

3-OLAĞANÜSTÜ HAL KAPSAMINDAKİ KANUN HÜKMÜNDE KARARNAME İLE MEMURİYETİN SONA ERDİRİLMESİ
Bakanlar Kurulunca 672 sayılı KHK’nin eki listeyle müvekkilin mahkeme kararı aranmaksızın ve savunma alınmaksızın ve Anayasanın tanıdığı olağanüstü hal yetkisinin geçici olduğu gözardı edilerek olağanüstü hal süresinden sonra da geçerli olacak şekilde ve daimi olarak Emniyet Genel Müdürlüğü Teşkilatından Çıkarılması Bakanlar Kurulunca kararlaştırılmıştır. 

Söz konusu Bakanlar Kurulu kararı ile tesis edilen idari işlem aynı zamanda bir OHAL Kanun Hükmünde Kararnamesi (KHK) şeklinde adlandırıldığından ve müvekkilin ismine kararname ekinde yer verildiğinden ve TBMM’nin onayına sunulmakla birlikte yasal sürede görüşülmediği gibi yakın zamanda da görüşülmesi söz konusu olmadığından bir OHAL kararnamesi niteliğinde değildir. KHK’ler yürütme organı olan Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulunca çıkarılmasına ve TBMM’nin onayına sunulmasına karşın TBMM’nce onaylanmadan yasa gibi sonuç doğurmaz. Olağanüstü halin ilan edildiği bir ortamda bir bireysel idari işlemin bu şekilde düzenleyici işlemle tesisinin idarenin yargısal denetimini önlemeyi amaçladığı açıktır. Yürütme organının düzenleme yapma yetkisini kullanarak bireysel idari işlemin yargısal denetimini engellemek amacıyla idari işlemi yargı denetimine kapalı bir düzenleyici işlem suretinde tesis etmesi hukuk devletinde kabul edilemez. Zira, bu uygulama hukukun arkasından dolanılması anlamına gelir hukukun evrensel temel ilkelerine açıkça aykırı olduğu gibi yargısal denetimi engellemesi açısından hukuk devleti ilkesine de açıkça aykırıdır ve yok hükmündedir. Zira, anayasanın 125/1. maddesinde açıkça idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu, 2. Madde ise Türkiye Cumhuriyetinin Demokratik bir Hukuk Devleti olduğu, yine 6. Madde de hiçbir kimse veya organının Anayasadan kaynaklanmayan bir devlet yetkisini kullanamayacağı gibi yetki alanını olduğundan daha geniş yorumlayamayacağı, açıktır. 

Bakanlar Kurulunca müvekkilim hakkında verilen “Emniyet Teşkilatından Çıkarma” kararı esasen  bir bireysel idari işlemdir. Ancak, yürütme organının yetkisi dahilinde bulunan bir bireysel idari işlemin düzenleyici işlem suretinde ve şeklinde OHAL KHK’si şeklinde yasama organının bir fonksiyonu gibi tesisi hem görev gaspı yapıldığına hem de yargısal denetimin önlenmek istendiğine ve hukuk devleti ilkesinin açıkça ihlal edildiğine işaret etmektedir.

Anayasamızın 14. Maddesiyle vatandaşların temel hak ve hürriyetleri kötüye kullanması yasaklandığı gibi KHK çıkarma yetkisinin anayasal sınırların dışına çıkılarak kullanılması ve tesis edilen idari işlemin niteliğini değiştirir gibi anayasal denetime kapalı düzenleyici işlem ve bir yasama faaliyeti şeklinde bireysel idari işlem tesisi yolu ile yargısal denetimin engellenmek istenmesi hukuk devletinde korunamaz.

Zira, bilindiği üzere; Anayasa Mahkemesinin E.1999/42, K.2001/41 sayılı kararında da vurgulandığı üzere; Anayasa'nın 2 nci maddesinde yer alan ve Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan Hukuk Devleti;
    A- İnsan Haklarına Dayanan,
    B- İnsan Hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, 
    C- Eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, 
    D- Her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, 
    E- Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, 
    F-Hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, 
    G-Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, 
    H-Yargı denetimine açık, 
    I- Yasaların üstünde, 
    İ-Yasa koyucunun da bozamayacağı, temel hukuk ilkeleri ve Anayasa'nın bulunduğunun bilincinde olan,    devlettir.

Hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir demokratik devlette, hukuk güvenliğinin sağlanması, hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz koşuludur. Bir hukuk devletinde kişinin hak ve özgürlüklerinin sınırları ve bunlar üzerinde idare ve yasa koyucuya tanınan sınırlandırma yetkisinin sınırlarının, kapsamının açık ve seçik bir biçimde hukuk kurallarıyla belirlenmesi gerekir. 

Anayasa Mahkemesinin bir çok kararında yer verilen yukarıdaki tanım esas alındığında hukukun etkisizleştirilerek ve yargısal denetimi imkansız kılacak şekilde zorlaştıran dava konusu bireysel işleme ilişkin bakanlar kurulu kararının yargısal denetime açık olduğunu kabul etmek gerekir.

Nitekim, Anayasamızın; başlangıç kısmı ile 7, 8 ve 9. maddelerinde "Kuvvetler Ayrılığı İlkesine" işaret edildiği, 12 ila 74. maddeler arasında; vatandaşların sahip olduğu temel hak ve hürriyetlere yer verildiği, 11. Madde de; Anayasa hükümlerinin üstün ve bağlayıcı olduğu, 10. madde de “Devlet Organları ile idare makamlarının kanun önünde eşitlik ilkesine uymak zorunda bulunduğu”, 6. Madde de; “hiçbir kimse veya organın kendisine tanınmayan bir devlet yetkisini kullanamayacağı”, 15. Maddede uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan yükümlüklerin ihlal edilemeyeceği,  36. Madde de; “Herkesin Hak Arama, Dava Açma ve Adil Yargılanma Hakkı bulunduğu”, 70. madde de; “herkesin kamu hizmetine girme hakkı bulunduğu ve dolayısıyla görev ifa etme hakkı bulunduğu, 90/5. Maddesinde; Temel Haklar ve hürriyetler konusundaki Uluslararası Anlaşmalarla ulusal Kanunlar arasında uyuşmazlık olduğunda Uluslararası anlaşmaların esas alınacağı, 125/1. madde de; "İdarenin Her Türlü Eylem ve İşlemlerine Karşı Yargı Yolunun Açık Olduğu", 128 ve 129. Maddelerde “memurlar ve diğer kamu görevlilerinin özlük haklarının kanunla düzenleneceği ve dolayısıyla memur güvenliği haklarının bulunduğu”, 138. maddesinde; "Mahkemelerin Bağımsız ve Tarafsız Olduğu, Kendilerine Tavsiye, Telkin ve Talimat Verilemeyeceği, Yargı Kararlarının Değiştirilemeyeceği, Uygulanmak Zorunda Bulunduğu ve Geciktirilemeyeceği” yönünde amir, üstün ve bağlayıcı, hükümler bulunduğu bilinmektedir.   Hukuk devletinin gereklerine ve uygun olarak tesis edilmeyen işlemlerin anılan kurallar ve yerleşik içtihatlar uyarınca iptali gerekeceği, açıktır.

4-OHAL NEDENİYLE MEMURİYETİN SONA ERDİRİLMESİNİN YARGISAL DENETİMİ VE DANIŞTAY İÇTİHATLARI BİRLEŞTİRME KARARI
Danıştay 1402 sayılı Yasa kapsamında görevlerine son verilen bir kısım kamu görevlilerinin bir daha kamu hizmetinde çalıştırılamayacakları konusundaki yasa hükmünün yorumu ile ilgili olarak 07/12/1989 tarihinde verdiği ve 09/02/1990 tarihli resmi gazete yayımlanan kararında, sıkıyönetim süresi sona erdikten sonra görevden alınan kişilerin eski görevlerine iade edilmeleri gerektiği yönünde karar vermiştir. Bu nedenle, 672 sayılı KHK kapsamında tesis edilen dava konusu göreve son verme işlemi ile ilgili olarak yapılacak yargısal denetim sırasında söz konusu Danıştay kararının dikkate alınması gerektiği açıktır. Söz konusu karar ışığında aşağıda yer verilen değerlendirmeleri dikkatinize sunuyoruz.

Anayasanın 121. Maddesi, Anayasanın tanıdığı hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kal¬dırmaya yönelen şiddet hareketleri¬nin yaygınlaşması halinde yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde Olağanüstü hal ilân edilebilmesine olanak tanı¬maktadır. Bu tehlike ve tehdit hallerinin ortadan kaldırılması ise, Devletin varlığını devam ettirebilmesi ve demokratik hukuk devleti niteliğini sürdürebilmesi için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bu nedenledir ki Anayasa, idareye, özellik taşıyan bu tehlikeli halleri ortadan kaldırabilmenin gerekli kıldığı "özel" yetkileri vermeyi ilke olarak kabul etmiş ve olağanüstü hal bir kurum olarak anayasa da düzenlenmiştir. 

Hemen belirtmek gerekir ki, Anayasanın 120 ve 121. maddeleri, değinilen içerikteki düzenleme¬siyle Olağanüstü hal durumlarında olağan durumlardakine benzemeyen bir takım yasa kurallarının konulacağını, temel hak ve özgürlüklerin olağan durumlardakinden daha çok sı¬nırlandırılacağını kabul etmekle birlikte özgürlüklere ve temel haklara getirilecek sınırlamala¬rın olağanüstü halin doğurduğu zorunlulukların gerekli kıldığı ölçüleri aşamayacağını da açıkça vurgulamıştır.
 
Anayasanın, temel hak ve özgürlüklerin olağan durumlardakinden daha çok sınırlan-dırılmasına izin veren 15. ve 121. Maddelerinin açık metninden de anlaşılacağı üzere olağanüstü hal, dayanağını Anayasadan ve Anayasanın üstünlüğü ilkesinden alan hukuksal bir kurum olup olağanüstü hal ilânını gerektiren hallere bağlı olarak yürürlüğe konulan ve bu hallerin ortadan kalkması durumunda sona eren geçici bir rejimdir. Olağanüstü hal rejiminin bu niteliği, Olağanüstü hal idaresince alınan önlemlerin olağanüstü halin kalkmasıyla birlikte sona erdiğinin kabulü¬nü de zorunlu kılar. 

Anayasanın 15. maddesinde yer alan ve savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılma¬sının kısmen veya tamamen "durdurulabileceği" yolundaki hükümle, 121. maddesinde yer alan "Olağanüstü hallerde ... hürriyetlerin nasıl kısıtlanacağı veya durdurulacağı... kanunla düzenlenir." hükmü Bakanlar Kurulunun hürriyetlerin kullanımı konusunda aldığı önlemlerin olağanüstü hal ilân ediliş nedenleri ve süresiyle sınırlı olduğunu kuşkuya yer bırakmayacak biçimde ortaya koymaktadır. 

Öte yandan fıkrada öz¬gürlüklerin "kısıtlanması" yani kullanımının belirli kayıtlara tabi tutulması ve "durdurulması" yani olağanüstü halin zorunlu kılması halinde olağanüstü hal süresince hürriyetlerin kullanı¬mının askıya alınmasından söz edilmektedir. Bakanlar Kurulunca hak ve özgürlükle¬rin kısıtlanması ve durdurulması yolunda alınan karar ve önlemlerin yürürlük ve etkilerinin olağanüstü halin kalkmasından sonra da devam etmesine ve giderek bu hak ve özgürlüklerin yok edilmesine yol açacak bir anlayış ve uygulamanın, hem 120 ve 121. maddelerin bu önlemlerin alınmasını olağanüstü halinin varlığına bağlayan açık hükmüyle hem de Anayasanın temel hak ve  hürriyetlere getirilecek sınırlamaların sınırını belirleyen 13. maddesinin 2. fıkrasıyla bağdaştı¬rılması mümkün değildir. 

13. Maddenin ikinci fıkrası temel hak ve hürriyetlerle sınırlamaların "öngörüldükleri amaç dışında" kullanılamayacaklarını özellikle vurgu¬lamış bulunduğu için olağanüstü hal ilânını gerektiren hallerin ortadan kaldırılması amacıyla te¬mel hak ve hürriyetlerin kullanımını "kısıtlayıcı" veya "durdurucu" yönde Bakanlar Kurulunca alınan karar ve önlemlerin olağanüstü hal kalktıktan ve olağan duruma geçildik¬ten sonra da yürürlükte kalabilmelerine hukuken olanak yoktur. 

Nitekim Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonunun (Türk-İş) 1989 yılında Milletlerarası Çalışma Teşkilatına (ILO) yaptığı başvuru üzerine Teşkilatın Uzmanlar Komitesince hazırlanan ve " 1989 Gözlemi" baş¬lığını taşıyan raporda da "Komite, tabiatı gereği sıkıyönetim kalkar kalkmaz sıkıyönetim ida¬resince alınan tedbirlerin de sona ereceğini ve bu nedenle kişilerin kamu hizmetinde çalışamayacağı hükmünü getiren 1402 sayılı Kanun Hükümlerinin bu bağlamda değerlendiril¬mesi ve sıkıyönetim mahalli ve süresi ile sınırlı tutulması gerektiğini gözlemlemiştir." denil¬mek suretiyle aynı sonuca varılmış bulunulmaktadır. 

Kamu hizmetlerine girme hakkı Anayasa'nın 70 inci maddesinde düzenlenmiştir. Bu maddeye göre, "Her Türk, kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptir, hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemez." Madde kamu hizmetine girme hakkı yönünden vatandaşlar arasında herhangi bir ayırım yapmamış, görevin gerektir-diği niteliklere sahip olmayı bu haktan yararlanabilmek için yeterli saymak suretiyle "Kanun önünde eşitlik" ilkesini açıklayan 10. Maddeye uygun bir düzenleme getirmiştir. Bilindiği gibi Anayasa'nın 10. maddesi herkesin, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğunu; devlet or-ganları ile idare makamlarının bütün işlemlerinde Kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda olduklarını kabul eder. 

Bakanlar Kurulunca görevine son verilenler hakkında mahkumiyet kararı bulunmaması, soruşturma yapılmaması ve savunma hakkı tanınmaması ve olağanüstü hal sona erdikten  sonra da alınan kararların geçerli olması söz konusu yetkinin kulla¬nılmasında Anayasa'nın 10. maddesinde belirtilen ve kanunun uygulanmasında ayırım nedeni olmayacağı kabul edilen unsurların ağırlık kazandığını göstermektedir. Hal böyle olunca, dava konusu yasaklayıcı hükmün olağanüstü  hal kalktıktan sonra da uygulanabileceğini kabul etmek, Bakanlar Kurulunca  görevden alınmış olmayı kamu hizmetlerine girme hakkını sürekli olarak ortadan kaldıran bir nitelik haline dönüştürmektedir ki; bu sonucun Anayasanın 70. maddesinin kamu hizmetine girmek için öngördüğü ölçütle ve 10 uncu mad¬desinde ifadesini bulan eşitlik ilkesi ile bağdaşmayacağı açıktır. 

672 sayılı KHK’nin 2. Maddesinde yer alan “Emniyet Genel Müdürlüğü teşkilatından, …….. çıkarılan kişilerin, mahkûmiyet kararı aranmaksızın, rütbe ve/veya memuriyetleri alınır ve bu kişiler görev yaptıkları teşkilata yeniden kabul edilmezler; bir daha kamu hizmetinde istihdam edilemezler, doğrudan veya dolaylı olarak görevlendirilemezler; bunların uhdelerinde bulunan her türlü ……..ve sair görevleri de sona ermiş sayılır.” hükmünün sürekli bir yasaklama hükmü olarak ele alındığını göstermektedir. Ancak, sadece 672 sayılı KHK hükmüne bağlı kalınarak yapılacak bir yorumun bizi, KHK’nın kabul edildiği tarihteki koşullarda belirlenmiş bir sonuca götüreceği açıktır. Son dere¬ce dar ve sınırlı olan bu yorum yolu ile, Bakanlar Kurulunca olağanüstü hal koşulları içerisinde işine son verilenlerin olağanüstü hal kalktıktan sonra da kamu görevlerinde çalıştırılamayacakları sonucu¬na varılması haksız ve olumsuz bir çok uygulama sorununu da beraberinde getirecektir. Örne¬ğin, Ceza Kanunu hükümlerine göre cezalandırılmış kişilerin belli koşulların oluşması halinde hükmün açıklanmasının geri bırakılması, tecil, mahkûmiyetin esasen vâki olmamış sayılması, memnu hakların iadesi veya adli sicildeki hükümlülük kaydının silinmesi gibi hukuki yollarla yeniden kamu hizmetine girmelerinin müm¬kün olduğu bir hukuk düzeninde, kendilerine savunma olanağı verilmemiş ve haklarında suç¬luluklarına ilişkin herhangi bir yargı kararı bulunmayan kimi vatandaşlar, ömür boyu bu haktan yoksun kalacaklar, böylece yargılanmış, suçluluğu hükmen sabit olmuş kişilere göre daha olum¬suz bir hukuki durumun içine sokulmuş olacaklardır. Yine, olağanüstü hal ilânını gerektiren ne¬denlerin ortadan kalkmış ve normal yönetim sürecine girilmiş olmasına karşın, yasaklama hükmünün sürdürülmesi, ilgililer hakkında toplumda olumsuz değer yargılarına neden olacak, onların manevi kişiliklerini zedeleyecektir. Bu tür bir uygulamanın Türkiye'nin de taraf olduğu ve onayladığı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 5inci, İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmenin 3. Maddesinde açıklanan "Hiç kimse haysiyet kırıcı ceza ve muameleye tabi tutulamaz" kuralı ile bağdaşmayacağı açıktır. 

Yasa tasarı ve teklifleri yasa haline geldikten sonra gerekçelerinden soyutlanarak ob-jektif bir kimlik kazandıklarına göre, yasalarda yer alan kuralların da toplumun gereksinim-lerine cevap verecek biçimde,  toplumsal gelişmeye ve üst hukuk kurallarına uygun olarak yorumlanıp uygulanmaları gerekir. Bu noktada hemen belirtmek gerekir ki bir KHK’nın şeklen Olağanüstü Hal KHK’sı ve Anayasanın 148/1. maddesi kapsamında olduğu için, Anayasa¬ya aykırılığının ileri sürülemeyecek olması, onun mümkün olduğu ölçüde Anayasa'ya uygun olarak yorumlanmasına engel değildir. Anayasa Mahkemesinin 28/9/1984 günlü, 1 sayılı ka-rarında (AMKD, Cilt 20, Sh:450) da belirtildiği gibi Anayasa'nın 15. Maddesi kapsamına gi¬ren Yasalardaki kuralların "Anayasa'nın temel ilkelerine ve bu İlkelere egemen olan hukukun ana kurallarına olabildiğince uygun düşecek biçimde yorumlanmaları" Hukuk devleti ilkesi¬nin bir gereğidir. Bu nedenlerle, ağır toplumsal koşulların varlığı ve baskısı altında ve olağan¬ üstü bir yönetim döneminde yürürlüğe konulan KHK’deki  söz konusu hükmün an¬lamının, amaçsal bir yorumla ve olağanüstü halin hukuki yapısına ve bu yönetim halinde özgür¬lüklerin sınırlandırılmasına ilişkin yukarıda açıklanan Anayasa ilkeleri gözönünde bulundurularak belirlenmesi gerekmektedir. 
Bir yandan nitelikleri yukarıda açıklanan ve hakkında hukuk yollarına başvurma ola-nağı bulunmayan işlemle bu işlem için öngörülen yaptırım arasında adil bir denge kurulması-nın hak, adalet ve hukuk devleti ilkelerinin bir gereği olması; öte yandan dayanağını Anayasa'nın 120 ve 121. maddelerinden alan ve bu maddede belirtilen durumlara bağlı olarak yürürlüğe konulan olağanüstü halin geçici bir nitelik taşıması, dolayısıyla Bakanlar Kurulunca alınan önlemlerin de olağanüstü hal süresi ile sınırlı bulunması; Anayasa'nın 15. ve 121. Maddelerinde olağanüstü hal durumunda temel hak ve özgürlüklerin durumun gerektirdiği ölçüde kısıtlanabileceğinin veya durdurulabileceğinin, 13. Maddesinde de bu sınırlamaların Anayasa'nın özüne ve ruhuna uy¬gun olması gerektiğinin, demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamayacaklarının ve öngörüldükleri amaç dışında kullanılamayacaklarının açıklanmış olması nedenleri ile 672 sayılı Kararnamenin 2. Maddesinde yer verilen kuralların Olağanüstü hal süresiyle sınırlı bir hüküm olarak değerlendirmek ve bunun sadece olağanüstü hal süresince hukuki sonuç doğurabi¬leceğini kabul etmek gerekmektedir.
Esasen Anayasa'nın 11. Maddesinde ifadesini bulan Anayasa'nın bağlayıcılığı ve üs-tünlüğü ilkesi ile yargıçların Anayasa'ya, Yasaya ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatleri¬ne göre hüküm vereceklerini açıklayan 138. Maddesi de böyle bir yorumu zorunlu kılmaktadır. 

ÖZETLE; Yürütme organınca Olağanüstü hal KHK’si çıkarma yetkisinin sistematik olarak suiistimal edilmesi suretiyle anayasa, insan hakları Avrupa sözleşmesi, 2935 sayılı OHAL Kanunu ve TBMM İç Tüzüğü başta olmak üzere bir çok mevzuata aykırı bir şekilde yargı kararı olmaksızın, soruşturma yapılmadan, savunma alınmadan evrensel temel hukuk ilkeleri çiğnenerek müvekkilin yargısız infaza tabi tutulup bireysel idari işleme karşı yargı yolu kapatılarak mağdur edilmesi açık bir haksızlıktır. 
Bu haksızlığın boyutları 09/02/1990 gün ve 20428 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 07/12/1989 gün ve E. 1988/6, K.1989/4 sayılı kararı ile Anayasa Mahkemesinin 10 Ocak 1991 gün ve E.1990/25, K.1991/1 sa¬yılı kararı, (Bkz.05.03.1992-21162 sayılı R.G.); Anayasa Mahkemesinin 3 Temmuz 1991 gün ve E.1991/6, K.1991/20 sayılı kararı, (Bkz. 08.03.1992-21165 sayılı RG)  incelendiğinde daha iyi anlaşılacaktır.

1990 yılında resmi gazetede yayımlanan ve idari yargı organlarını bağlayıcı nitelikteki  Danıştay İçtihatları Birleştirme kararı 26 yıl öncesinden günümüze ışık tutmaktadır. Söz konusu kararla birlikte yukarıda belirtilen anayasa mahkemesi kararları dikkate alınarak dava konusu işlemin iptalini talep ediyoruz.  

HUKUKİ DELİLLER
    1- T.C Anayasası 
    2- Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
3- Danıştay Kanunu
4- 2577 Sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu
5- 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu 
6-3201 sayılı Emniyet Teşkilatı Kanunu 
    7- Özlük ve sicil dosyam ile sair takdir olunacak deliller 

NETİCE VE TALEP
Yukarıda açıklanan nedenlerle; 
1-Bakanlar Kurulunca 01/09/2016 tarihli Resmi Gazetenin 29818 sayılı mükerrer nüshasında yayımlanan ve Anayasa ve TBMM İç Tüzüğüne aykırı olarak yasal sürede TBMM onaylanmadığından hukuken niteliği değişen 672 sayılı KHK’nin eki Emniyet Genel Müdürlüğü personeline ilişkin 2. liste-2’nin ……. sırasında numarasında ismine yer verilerek ve mahkeme kararı aranmaksızın ve savunmam alınmaksızın Anayasanın tanıdığı olağanüstü hal yetkisinin geçici olduğu gözardı edilerek olağanüstü hal süresinden sonra da geçerli olacak şekilde ve daimi olarak Emniyet Genel Müdürlüğü Teşkilatından Çıkarılmama ilişkin Bakanlar Kurulu Kararının şahsıma yönelik kısmının iptaline,

2-672 sayılı KHK’nin “Kamu Personeline İlişkin Tedbirler” başlıklı 2. Maddesinin 1, 2, ve 3. fıkralarında yer alan ve hakkımda uygulanan “(1) Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan; …., b) Ekli (2) sayılı listede yer alan kişiler Emniyet Genel Müdürlüğü Teşkilatından,  ….,
başka hiçbir işleme gerek kalmaksızın çıkarılmıştır. Bu kişilere ayrıca herhangi bir tebligat yapılmaz. Haklarında ayrıca özel kanun hükümlerine göre işlem tesis edilir.
(2) Birinci fıkra gereğince kamu görevinden, Emniyet Genel Müdürlüğü teşkilatından, …….. çıkarılan kişilerin, mahkûmiyet kararı aranmaksızın, rütbe ve/veya memuriyetleri alınır ve bu kişiler görev yaptıkları teşkilata yeniden kabul edilmezler; bir daha kamu hizmetinde istihdam edilemezler, doğrudan veya dolaylı olarak görevlendirilemezler; bunların uhdelerinde bulunan her türlü ……..ve sair görevleri de sona ermiş sayılır. Bunların silah ruhsatları, ………iptal edilir …… Bu kişiler özel güvenlik şirketlerinin kurucusu, ortağı ve çalışanı olamazlar. Bu kişiler hakkında ilgili bakanlık ve kurumlarca ilgili pasaport birimine derhal bildirimde bulunulur. Bu bildirim üzerine ilgili pasaport birimlerince pasaportlar iptal edilir.
(3) Birinci fıkra kapsamında kamu görevinden çıkarılanlar, varsa uhdelerinde taşımış oldukları ………..ve benzeri meslek adlarını ve sıfatlarını kullanamazlar ve bu unvan, sıfat ve meslek adlarına bağlı olarak sağlanan haklardan yararlanamazlar.” Şeklindeki düzenlemenin Anayasanın Başlangıç, 2, 6, 7, 8, 9, 10,11, 12, 13, 15, 36, 38, 70, 90/5, 120, 121, 125 ve 138. Maddelerine aykırı ve şahsım ile ailemin mağduriyetine neden olduğundan Anayasanın 152. maddesi uyarınca incelenmesini ve akabinde iptali için Anayasa Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesini,

3-Yargılama giderlerinin davalı idareye yükletilmesine, 

Karar verilmesini, saygılarımla arz ederim. ......./09/2016

    DAVACI
………………….


E K L E R           :
1- 672 sayılı KHK uyarınca Memuriyetten Çıkarılma Kararı ilgili kısmı
2- AYM Kararlarının İlgili Kısımları
3- Danıştay İçtihatları Birleştirme Kararı ilgili kısımları


VardırBirHayr

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş

Ben OHAL sonrası ihraç olduğum için birebir kullanamasam da çok güzel hazırlanmış bir KHK için Danıştay dilekçe örneğine ve açıklamalarına denk geldim, başka bir konuda paylaşıldıysa affola.

Danıştay Temyiz Dilekçesi ve Açıklamalar:

https://drive.google.com/drive/u/0/folders/1LBI29or0vl_Nk3958qAdepAuEWa-1lkq

Kaynak: https://medium.com/neyapılabilir/ohal-i̇nceleme-komi̇syonu-cb4f046fc237


OHAL sonrası kurum kararıyla ihraç - Ankesör beraat (istinaf süreci devam) - İdari macera Danıştay'da.

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş
ankr, 15.11.2021 - 19:15 yazdı:

Ben OHAL sonrası ihraç olduğum için birebir kullanamasam da çok güzel hazırlanmış bir KHK için Danıştay dilekçe örneğine ve açıklamalarına denk geldim, başka bir konuda paylaşıldıysa affola.

Danıştay Temyiz Dilekçesi ve Açıklamalar:

https://drive.google.com/drive/u/0/folders/1LBI29or0vl_Nk3958qAdepAuEWa-1lkq

Kaynak: https://medium.com/neyapılabilir/ohal-i̇nceleme-komi̇syonu-cb4f046fc237

Emsal kararlar ile güncellenmiş temyiz dilekçesi var mıdır? 

Güncelleme • • Vardırbirhayr

VardırBirHayr

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş

Benim KHK için danıştay başvurum reddedildi. Şimdi Anayasa mahkemesine başvuracağım. Fakat KHK için AYM başvuru örneği bulamadım. Acil yardımınızı bekliyorum.


İmzam yok

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş

Cevap Yaz

Şimdi cevap yazıp sonra kayıt olabilirsiniz. Eğer hesabınız mevcutsa, giriş yaparak üye isminizle cevaplayabilirsiniz.
Not: Gönderiniz görünmeden önce editör tarafından kontrol edilip onaylanacaktır.

Konuk
Yanıtla...

×   Yapıştırdığınız içerik biçimlendirme içeriyor.   Restore formatting

  Only 75 emoji are allowed.

×   Yapıştırdığınız bağlantı uyarlandı.   Yalnızca link göster?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Editör içeriğini temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.




×
×
  • Yeni Oluştur...