İçeriği gör
Konuk

Gündem Dışı Sohbet

Önerilen Yorum

RosedewittbukateR, 25 dakika önce yazdı:

Üstüme gelmeyin... ???

Şaka yapıyorum...

Ankaraya yerleşmeyi düşünüyorum ama kısmet, bi bakmışsın İzmirdeyim belki İstanbul bile olabilir...

Şu an göçebe yaşıyorum desem yeri yani...

Kepçe Operatörüydüm ya unutuldu galiba... ?

En son calisiyodunuz devammi? İzmir cok guzel orda büyümüş biri olarak tavsiye ederim. Peki siz bu sekilde göçebe olarak devam ederken civciv? Zor olmuyor mu ?

  • Beğeni 1

Komisyon hala incelemekte....

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş
Konuk RosedewittbukateR
hepsiyah, 4 dakika önce yazdı:

En son calisiyodunuz devammi? İzmir cok guzel orda büyümüş biri olarak tavsiye ederim. Peki siz bu sekilde göçebe olarak devam ederken civciv? Zor olmuyor mu ?

Olmaz mı 23.30 a kadar çalışıyorum öğlen başlıyorum...

Düzene girene kadar sabrediyorum, ailem sağolsun yalnız bırakmadı...

Civcivime: "hotwheels garaj alıcam sana" dedim, onun hayaliyle sabrediyor o da...

Düzene girmezse başka arayışlara girerim artık napim...

 

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş
Konuk

Rose hakkında en kapsamlı bilgiler bende. Ama bu mesleğini, kriterini, kurumunu tahmin etmemi sağlamadı maalesef. ?

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş
Konuk

Herkes her şeyi biliyor. Öküzün altında buzağı aranıyor. Üç maymunu oynamak işlerine geliyor. Buldular masumları, onların üstünden oyun oynuyorlar. Asıl iftira atanlar, fetönün büyümesine vesile olanlar ise seyrediyor, küfrediyor, hakaret ediyor. Susmaya devam edin, düzelecek diyede yol gösteriyorlar. Kiyamet alametleri ...

                         Bir kere daha yazayım  ( Ahmet Taşgetiren 17/0572019 Cuma 00:02)

Birisi bana söylesin, gençlerle, öğrencilerle ilgilenip de yurt ya da ev gibi öğrenci barınma mekanları açmayan, ev-yurt abiliği, ev-yurt ablalığı gibi sistemleri olmayan bir cemaat ya da sivil toplum kuruluşu olsun. Ak Parti’nin TÜGVA’sı, TÜRGEV’i var, ÇYDD’nin de öğrenci birimleri vardı. Cemaatlerin tamamının da şu veya bu şekilde gençlikle ilgili programları, onu icra edecekleri mekanları, yapıları vardı.  

Ben gençliğimde Mücadele Birliği bünyesinde bulundum, orada da Kültür Çalışmaları vardı, evlerimiz vardı. 

Biri bana söylesin, parti, örgüt, cemaat ya da tarikat olup da, sohbeti bulunmasın.  

Biri bana söylesin parti, örgüt, cemaat ya da tarikat olup da, daha yoğun okuduğu kitapları, bir tür kudsiyet yüklediği (lider,  önder, şeyh vs gibi) simaları olmasın. 

Şimdi gelelim sorunlu alana. Bu yapıların liderliği sapıttığı zaman tüm mensuplarını tepe kadrolarla birlikte olan bitenden sorumlu tutacak mıyız?  

***

FETÖ konusu ilk başladığı zamanlarda Milli Güvenlik Kurulu “Legal görünümlü illegal yapı” tanımlaması yaptı. Ben dedim ki, “Bu sorunlu bir tanımlama, buradan yola çıkarsanız yarın bir kötü niyetli iktidar gelir Ak Parti’nin kapısına legal görünümlü illegal yapı” ilamını asar. Nitekim Anayasa Mahkemesi kalktı Ak Parti’yi “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı” diye mahkum etti, kapatmadı belki ama hazine yardımında kısıntı yaptı.  

Şimdi ne olacak? Ak Parti’ye oy veren herkes laiklik karşıtı eylemlerin odağı suçlamasından pay mı alacak? 

HDP’ye oy veren herkes hakkında PKK ile iltisakı sebebiyle “Legal görünümlü illegal yapı”ya mensubiyet suçlaması mı yapacağız?  

Şu “İltisak” tanımlamasına da acayip takılıyorum. “Örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüte yardım” etme suçlamasına da …  

FETÖ’de liderlik sapıttı. Liderlik etrafındaki yüzlerce kişi kaçtı, Amerika’ya, Avrupa ülkelerine sığındı. Devlet onlara ulaşmakta zorlanıyor, çünkü Batılı ülkeler onları Türkiye’ye karşı kullanıyor. 

İçerde ne oluyor? İçerde, “iltisaklı, irtibatlı” gerekçesiyle on binlerce insan cezaevine girmiş durumda, yüz binlercesi de soruşturmaya tabi kılınmış, KHK ile ihraç edilmiş bulunuyor. 

FETÖ’nün gadrine uğramış Hanefi Avcı defalarca söyledi, “Bu kadar insanı içerde tutmanın ülkeye bir yararı olmaz, başka bir toplumsal yara açarsınız” diye… 

Yara yok mu? Ak Parti de biliyor ki, yara var. Ak Parti’de politika yapıp da şurasında burasında “Gülen cemaati” denilen zamanlarda o yapı ile iltisakı olmayan birisi var mı?  

“Ne istediler de vermedik” denilmedi mi? Yargıda, emniyette, akademi alanında bu kadar örgütlenme iktidarın bilgisi dışında mı oldu? Bunların sorumlusu, “iltisak” dolayısıyla içeriye aldığımız insanlar mı?  

O çok anti emperyalist, çok Amerikan karşıtı vatandaşlara bir şey söyleyeyim: Amerika var ya Amerika, Ak Parti iktidarı döneminde “dini zeminden gelmiş” bu kadar insanın içerde olmasından dolayı bayram yapıyordur: Niye? Çünkü “dindar” bir siyasi kadro ile kendi tabanı arasında uçurumlar oluşuyor. Amerika, Suud’la Mısır’la Türkiye’nin arasının açılmasından dolayı bayram yapmaz mı?  

Bana anti Amerikancılık dersi vermeye kalkanlara sadece “Dinime dahleyleyen bari Müselman olsa” derim. Arayın bakalım tüm yazı hayatımda şu veya bu emperyalist kanada dair en küçük bir güzelleme bulabilir misiniz?  

***

Sizin aranızdan birisi dün kalktı, “Rusların Kırım’ı ilhaklarını Türkiye tanımalı” diye açıklama yaptı. Hani kaçınız yazdınız o vatandaşın hezeyanını? Yazmazsınız çünkü şu sıralar o vatandaş yargıdaki çarpık yapılanmayı kutsamakla meşgul.  

FETÖ yargıyı iğfal etmiş de, geride yargıç kalmamış da o yüzden birtakım yanlışlıklar oluyormuş da… Eeee, yargıdaki yargıç-savcı probleminin bedelini vatandaş mı ödemeli? 

Ak Parti’nin yola çıkışında “Ülkedeki toplumsal yaraları sarma” hedefi vardı. Devleti dindar toplum kesimleriyle, Kürtlerle, Alevilerle barıştırmak, gayr-ı Müslimlerin sorunlarını çözmek gibi. Şimdi nereye geldik? Adımlar atıldı, atıldı, atıldı… Hiçbir şeyi yok farz etmiyorum, ama bir de sorunlu alanlara bakın… 

“Namaz kılana torpil olsun” gibi bir yaklaşımım tabii ki yok. O yazıdan böyle bir sonuç çıkarabilmek zaten akla ziyan. Darbecinin, soru çalanın, yargıya, polise fesat karıştıranın canı cehenneme! Ama toplumla ilgili şu veya bu projesi bulunan her cemaat, her tarikat, her vakıf, her örgütle ilişkisi olan kadar ve FETÖ’nün FETÖ olmadığı zamanlarda ilişki kuran insanları cezaevlerine doldurmak… Bu toplumsal bir yaradır diyorum ve bunun bedelini ülke de öder, Ak Parti de öder, diyorum.  

Geç anlaşılmak beni de üzüyor ama, geç anlayanlar daha çok üzülüyor. Çünkü ülke bedel ödüyor.    

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş
RosedewittbukateR, 2 saat önce yazdı:

Titanic filmindeki kurgu karakter Rose DeWitt Bukater in adı, basvuruyorumcom a üye olmaya niyetlendiğim birgün tv de Titanic vardı...

Bir de bu filmin en sevdiğim kısmı, geminin buzdağına çarpmasından itibaren olan kısmı, gerçekten ibretlik bi film...

 

Hocam Twitter adınız temmuz soğuğu mu

  • Beğeni 1

672.Ret ?Herkes biliyor geminin su aldığı, herkes biliyor kaptan yalan söylüyor. Herkes biliyor zarların hileli olduğunu. 

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş
Konuk

Ben de çiftçilikle hayvancılıkla uğraşanlara gıpta ile bakıyorum. Onların hayatları asıl zenginlik. Zenginliklerinin farkında değiller.            Şehirdeki köy ortamını , köydeki ise şehir ortamını ister. Nedense ikisi de memnun değildir. 

ASIL FAKİRLİK
 
   Günlerden bir gün bir baba ve zengin ailesi oğlunu köye götürdü. Bu yolculuğun tek amacı vardı, insanların ne kadar fakir olabileceklerini oğluna göstermek. Çok fakir bir ailenin çiftliğinde bir gece ve gün geçirdiler.
Yolculuktan döndüklerinde baba oğluna sordu,
"insanların ne kadar fakir olabildiklerini gördün mü?"
"Evet!"
"Ne öğrendin peki?"
Oğlu cevap verdi,
"Şunu gördüm: bizim evde bir köpeğimiz var, onlarınsa dört. Bizim bahçenin ortasına kadar uzanan bir havuzumuz var, onlarınsa sonu olmayan bir dereleri. Bizim bahçemizde ithal lambalar var, onlarınsa yıldızları. Bizim görüş alanımız ön avluya kadar, onlarsa bütün bir ufku görüyorlar."
Oğlu sözünü bitirdiğinde babası söyleyecek bir şey bulamadı. Oğlu ekledi, "Teşekkür ederim baba, ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için!"

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş
Konuk

Zenginlik anlayışımız herkese göre değişir. Kimseye laf etmiyorum. Olumlu düşünmek, pozitif olmak kimseye zarar vermezken kişiye güç verir.

FİNCAN TAKIMI
Yırtık pırtık paltolar giymiş iki çocuk kapımı çaldılar: “Eski gazeteniz var mı bayan?” Çok işim vardı. Önce hayır demek istedim ama ayaklarına gözüm ilişince sustum. İkisinin de ayaklarında eski sandaletler vardı ve ayakları su içindeydi.  “İçeri girin de, size kakao yapayım” dedim. Hiç konuşmuyorlardı. Islak ayakkabıları halıda iz bırakmıştı. Kakaonun yanında reçel, ekmek de hazırladım onlara, belki dışarıdaki soğuğu unutturabilir, azıcık da olsa ısıtabilirdim minikleri. Onlar şöminenin önünde karınlarını doyururken ben de mutfağa döndüm ve yarıda bıraktığım işlerimi yapmaya koyuldum. Fakat oturma odasındaki sessizlik dikkatimi çekti bir an ve başımı uzattım içeriye. Küçük kız elindeki boş fincana bakıyordu… Erkek çocuğu bana döndü. “Bayan, siz zengin misiniz?” diye sordu. Zengin mi?  “Yo hayır!” diye yanıtlarken çocuğu, gözlerim bir an ayağımdaki eski terliklere kaydı.  Kız elindeki fincanı tabağına dikkatle yerleştirdi ve
 “Sizin fincanlarınız,  fincan tabaklarınız takım” dedi. Sesindeki açlık, karın açlığına benzemiyordu. Sonra gazetelerini alıp çıktılar dışarıdaki soğuğa. Teşekkür bile etmemişlerdi ama buna gerek yoktu. Teşekkür etmekten daha öte bir şey yapmışlardı. Düz mavi fincanlarım ve fincan tabaklarım takımdı. Pişirdiğim patateslerin tadına baktım. Sıcacıktı patatesler, başımızı sokacak bir evimiz vardı, bir eşim vardı ve eşimin de bir işi….. Bunlar da fincanlarım ve fincan tabaklarım gibi bir uyum içindeydi. Sandalyeleri şöminenin önünden kaldırıp, yerlerine yerleştirdim. Çocukların sandaletlerinin çamur izleri, halının üzerindeydi halâ. Silmedim ayak izlerini. Silmeyeceğim de. Olur unutuveririm ne denli zengin olduğumu… Zenginliklerimizi fark edebilmemiz ve şükredebilmemiz dileklerimle...

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş
Konuk

Bahaneleri var. Ohal komisyonu da Sultan Mahmut'un "Tıkandı Baba" hikayesindeki o meşhur sözünü mü söylüyor: - Vermeyince Mabut, neylesin Mahmut?

Sultan Mahmut kıyafet değiştirip, beraberinde sadrazam ve birkaç muhafız ile halkı teftişe çıkmış. Dolaşırken bir kahvehaneye girip oturmuşlar. Bakmışlar müşteriler kahvehaneciye seslenip duruyor: "Tıkandı Baba, çay getir"; "Tıkandı Baba kahve getir". Tıkandı Baba lakabı Sultan Mahmut'a ilginç gelmiş. Merak edip kahvehaneciyi çağırmış. Kahvehaneci gelince: - Baba sana neden "Tıkandı Baba" derler? Hele otur da anlat, demiş. Tıkandı Baba başlamış anlatmaya: - Ben bir gece, bir rüya gördüm.  Rüyamda tanıdığım tüm insanların bir çeşmesi vardı ve hepsinin çeşmesinden oluk oluk su akıyordu. Benim de bir çeşmem vardı fakat benim çeşmemdeki su ip gibi akıyordu. Sonra ben; "Keşke benim çeşmem de onlarınki kadar aksa" diye içimden geçirdim. Sonra yerden bir çomak alıp suyun geldiği oluğu dürtmeye başladım. Ben oluğu dürterken çomak kırıldı ve ip gibi akan suyum damlamaya başladı. Bu sefer ben; "Keşke çeşmem diğerlerininki kadar olmasa da,  bari eskisi kadar aksa" diye içimden geçirdim ve oluğu kurcalamaya devam ettim. Ben uğraşırken suyun geldiği oluk tamamen kırıldı. Az önce damlayan suyum, tamamen kesildi. Ben yine uğraşmaya devam ediyordum ki,  o sırada Cebrail göründü; "Tıkandı, baba! Artık uğraşma!" dedi. O gün bu gündür bu rüyamı kime anlattıysam adım Tıkandı Baba'ya çıktı. Hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdi de burada çaycılık yapıp zar zor geçinmeye çalışıyorum.

Tıkandı baba'nın anlattıklarından etkilenen Sultan Mahmut, muhafızlarına; "Bundan sonra her gün bu adama bir tepsi baklava getirin; her baklava diliminin altına da bir altın koyun."  diye emir vermiş. Hemen ertesi gün askerler ilk tepsi baklavayı getirip,
 Tıkandı Baba'ya teslim etmişler.  "Padişahımızdandır" diyerek... Tıkandı Baba baklavaya sevinmiş. "Ne zamandır tatlı yemişliğim de yoktu" diye içinden geçirmiş. Almış tepsiyi tutmuş evinin yolunu.  Yolda düşünmüş kendi kendine; "Yahu ben bir canıma nasıl yerim bir tepsi baklavayı? En iyisi ben buna hiç dokunmadan satayım." Tıkandı Baba işlek bir yol kenarına kurmuş tezgahını başlamış; 
"Taze baklava! Taze baklava!" diye bağırmaya...  Bu sırada yoldan geçen bir Yahudi baklavaya talip olmuş.  Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar, Yahudi baklavayı alıp gitmiş... Tıkandı Baba baklavadan kazandığı ile ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış. Yahudi baklavayı evine götürmüş. Bir dilim atmış ağzına... Fakat dişine bir şey değmiş... Bu nedir diye bir bakmış ki; altın. Ve baklavanın her diliminin altında bir tane altın... Yahudi bu duruma anlam veremese de ertesi gün tekrar aynı yere gitmiş ki; aynı adamı görür müyüm diye... Bakmış ki adam orada...  Demiş ki; "Sen her akşam burada olacaksan, biraz indirim yap da ben her akşam alayım bu baklavaları senden." Tıkandı Baba kabul etmiş ve her akşam baklavayı Yahudi'ye satmaya başlamış.

Sultan Mahmut, bir ay baklava gönderdikten sonra;  "Bakalım Tıkandı Baba şimdi ne durumda?" deyip adamlarıyla beraber tutmuş kahvenin yolunu. Fakat bu kez kıyafet değiştirmeden... Sultan Mahmut bakmış ki; Tıkandı Baba aynı tas aynı hamam. Ne uzamış ne kısalmış. Yine aynı kahvehanede, ekmek kavgasında... Sultan Mahmut, Tıkandı Baba'yı yanına çağırtıp sormuş: - Tıkandı Baba sana yolladığım baklavaları almadın mı? Tıkandı Baba biraz mahcup: - Geldi hünkarım, demiş. Ben de satıp ihtiyaçlarımı giderdim. Duacınızım. Sultan Mahmut, bunu duyunca tebessüm etmiş. "Anlaşıldı Tıkandı Baba, sen gel bakalım benimle" demiş. Birlikte sarayın yolunu tutmuşlar. Saraya varınca Sultan Mahmut, Tıkandı Baba'yı doğruca hazine odasına götürmüş. Sultan Mahmut, Tıkandı Baba'nın eline bir kürek tutuşturup: - Baba daldır bakalım küreği istediğin yere...  Küreğin üzerinde ne kalırsa senindir, demiş. Bunu duyan Tıkandı Baba öyle heyecanlanmış ki; küreği ters tuttuğunu fark etmemiş bile...  Hızla küreği daldırıp çıkarmış ama ne çare? Kürek ters olunca üzerinde bir tanecik altın kalmış o da düştü düşecek... Derken o da düşmüş. Sultan Mahmut:
- Baba, demiş. Senin buradan nasibin yok! Sen şu bizim askerleri takip et. Onlar ne derse yap. Tıkandı Baba boynunu büküp düşmüş askerlerin önüne... Sultan Mahmut askerlerden birini yanına çağırmış: - Bu adamı alın Üsküdar'a götürün, demiş. Deyin ki; baba bir taş seç. Seçtiği taşa karışmayın. Sonra deyin ki; seçtiğin taşı fırlat. Tıkandı Baba taşı ne kadar uzağa atarsa; durduğu yerden taşı attığı yere kadar ona verin. Askerler Tıkandı Baba'yı alıp Üsküdar'a götürmüş. Demişler ki baba bir taş seç. Tıkandı Baba sormuş "Ne için ki?" diye ama askerler bir şey söylememiş. Tıkandı Baba; şu büyüktü, şu küçüktü, şu yamuktu derken kocaman bir kayaya sarılmış demiş ki seçtiğim taş budur. Askerler demiş ki; "Baba sen şimdi bu taşı fırlat, ne kadar uzağa atarsan o kadar yer senindir." Bunu duyan Tıkandı Baba heyecanla seçtiği taşa atılmış, güç bela yerden kaldırmış. Fakat taşın ağırlığını direnemeyip elinde taş olduğu halde sırtüstü devrilmiş. Taş da üzerine düştüğünden oracıkta can vermiş. Askerler gidip durumu Sultan Mahmut'a anlattıklarında, Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş: - Vermeyince Mabut, neylesin Mahmut?

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş
Konuk

"Allah kerim" deyip sabretmeye devam ediyoruz. Ohalkomisyonu da görevini yapıyor. Uzatmaları oynuyor. Erken ret alanlar kurtuluyor, önüne bakarken, geç ret alacaklar biraz daha çile dolduruyor. Geç olsun güzel olsun. Tabi sabredebilirseniz? İade olanlara geçmiş olsun.

Yılların marangozuydu. Saçlarını o küçük atölyesinde ağartmıştı. Eskisi kadar işi yoktu artık. Fabrika mamulü eşyalar piyasayı istila etmişti. El işi özel imalat meraklıları dışında kimse gelmiyordu dükkânına. Hani neredeyse birer sanat eseri olan masalar, sehpalar, kitaplıklar yapar, geçimini bununla sağlardı. En iyi tahtaları kullanır, görülmedik bir özenle çalışırdı. Tahta mı gerekiyor, keresteciye mutlaka kendisi gider; ceviz, gürgen, çam cinsinden en iyi tahtaları bizzat seçip alırdı. Üzerlerinden en az bir yıl geçmedikçe bu tahtaları asla kullanmaz, kurumalarını beklerdi. Bu yüzden de yaptığı eserlerinde en küçük bir ayrılma, eğilme, bükülme olmazdı. İmal ederken pek az çivi kullanırdı, “Demir çivi eşyanın ömrünü kısaltır” derdi. İşinde gayet titizdi. Az konuşur, sorulan sorulara kısa cevaplar verir, ücret konusunda hiç pazarlık etmezdi. Tanıyanlar bilirlerdi bu huyunu, tanımayan müşteri gelir de fiyata itiraz ederse, sözü uzatmaz, “Ben hakkımdan fazlasını istemem” der,  pahalı geliyorsa başka bir marangoza gitmesini söylerdi. Sinirliydi biraz, bu huyunu bilir, kimseyle tartışmamaya çalışırdı.

Sabah namazından beri çalışıyordu. Bir hayli yorulmuştu. Sipariş edilen bir masayı daha bitirdikten sonra, “Bugünlük bu kadar yeter” deyip oturdu. Kurban bayramına üç gün kalmıştı, kurbanlık alması gerekiyordu. “Bir bardak çay içeyim de ondan sonra giderim” dedi. Kendi kendine konuşurdu yalnız zamanlarında. Emektar aletleriyle sohbet ederdi bazen. Bunlar onun organları gibiydi.

İki dükkan ötedeki çay ocağına gitti, selam verip bir sandalyeye oturdu. Onun her zaman “orta açık çay” içtiğini bilen garson, sormaya bile lüzum görmeden getirdi çayını. Şekeri karıştırırken, kendisi gibi emektar ustalardan biri olan arkadaşı kapıda belirdi. Sonra da gelip yanına oturdu. Tornacıydı adam. Son zamanlarda iyice yaşlanmış, işini göremez olmuştu. Dalgındı, hüznün resmi muhteşemdi yüzünde.
Söz kurbandan açıldı, konuştular bir iki satır.
“Biraz sonra gidip kurbanlık alacağım” dedi marangoz.
Tornacı dalgın gözlerle marangozun yüzüne bakıyordu. Söyleneni işitiyor ama anlamıyordu. Marangoz farkına vardı bunun:
“Canın sıkkın” dedi.
“Evet.”
“Sebep?”
“Bir talebe var... Üniversitede okuyor.”
“Ne var bunda?”
“Önüm sıra yürürken birden yere yıkıldı çocuk.”
“Niye?”
“Kaldırdım hemen. Sebebini sordum. Önce söylemek istemedi. Israr ettim... Açlıktan başı dönmüş...”
“Kimi kimsesi yok mu peki?”
“Gurbet hali, bilirsin. Arkadaşları var gerçi. Bizim binanın bodrum katında kirada oturuyorlar. Hepsi memleketlerine gitmişler.”
“Bu niye gitmemiş?”
“Gidememiş. Para beklemiş ama gelmemiş parası. Ailesi fakirmiş anlaşılan, gönderememişler. Cebindeki üç beş kuruş da bitince aç kalmış. Kimselere söyleyememiş derdini.”
Marangoz şakaklarını ovdu bir süre. İri bir eli, nasırlı parmakları vardı. Adetiydi, canı sıkıldı mı iyice bastırarak alnını, şakaklarını, göz çukurlarını ovardı. Tornacıyı ilk kez görüyormuş gibi bakarak sordu:
“Sen ne yaptın peki?”
“Ne yapacağım” dedi Tornacı, “aldım eve götürdüm. Allah ne verdiyse beraber yedik. Lakin fazlasını yapamadım. Benim de meteliksiz zamanıma rast geldi. Kalktım buraya geldim, belki bir iş çıkar diye.”
“Çıktı mı peki?”
Tornacı “Nerde o eski günler!” dercesine elini sallayıp sustu. Önüne konan çayı karıştırmaya başladı. Şeker atmayı unutmuştu. Marangoz da susuyordu. Bir yanda evde kurban bekleyen hanımı vardı, öte yanda parasızlıktan yere yıkılan bir garip talebe. Elini cebine attı, bütün parasını çıkarıp tornacıya uzattı:
“Götür ver!” dedi, “Söyle ona, memleketine gitsin.”
Tornacı hayretle baktı:
“Hepsini mi?”
“Hepsini.”
“Kurban alacaktın hani?”
“Allah kerim!” dedi Marangoz, başka da bir şey söylemedi.
Uzunca sustular. Tornacı parayı cebine koyup gitti. Marangoz da atölyeyi kapatıp evin yolunu tuttu. Yürüyerek gitmek zorundaydı, son parasını da çaycıya vermişti çünkü.
Evde, “Kurbanlık almadın mı Bey?” diyen hanımına da Tornacıya verdiği cevabı verdi:
“Allah kerim!”
Kadın başka soru sormadı. Tanırdı kocasını. Sessizce sofra hazırlamaya başladı. İkinci gün tekrar atölyesine gitti Marangoz. İş elbisesini giyip tezgahının başına geçti. Çam ve tutkal kokuyordu atölye. Yıllardır bu kokuyla yaşamıştı. Bu koku elbisesine de siner, her nereye gitse onunla gelirdi. Eline planyayı aldı, işe başlayacaktı ki kapıda bir adam belirdi:
“Merhaba usta!”
“Merhaba!”
Adam eşikte duruyordu, arkası güneşe dönük olduğu için yüzü iyi seçilmiyordu. Marangoz tanıyamamıştı. Adam anladı durumu, bir iki adımda içeriye girdi.
“Beni tanıyamadın galiba.”
“Evet.”
“Üç ay kadar önce sana bir iş yaptırmıştım. Çalışma odam için masa, sehpa, kitaplık falan... Paranın bir kısmını vermiş bir kısmını sonraya bırakmıştım. Şimdi hatırladın mı?”
“Hatırlar gibi oldum. Gebzeliydin galiba.”
“Evet... Ya usta, kusura bakma, parayı geciktirdim. Bir türlü yolum düşmedi buralara. Sen de arayıp sormadın.” Cebinden bir deste para çıkartıp uzattı Marangoza:
“Buyur. Bayram yaklaştı, lazım olur. Hakkını helal et.” Marangoz parayı alıp tezgahın üstüne koydu.
“Buyur bir çay iç” dedi.
“Sağ ol usta, başka zaman. Arabayı çalışır vaziyette bıraktım. Bana müsaade.”
Ustanın elini sıkıp gitti adam. Marangoz parayı saydı. Kurban bayramı için ayırıp da sonra Tornacıya verdiği paranın tam iki katıydı!
En küçük bir hayret ifadesi belirmedi yüzünde. Hafifçe gülümsedi . ve “Allah kerim ! ” dedi

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş
Konuk

Bakış açısı çok önemli. İnsanoğlu çok nankör. Ne görmek istiyorsak onu görüyoruz. Çünkü gerçekleri görmek istemiyorlar. Ohalkomisyonun da bakış açısı buna benziyor. 

                       PENCERE
Genç bir çift yeni bir mahalledeki yeni evlerine taşınmışlar. Sabah kahvaltı yaparlarken komşu da çamaşırları asıyormuş,  
Kadın kocasına :
- 'Bak,çamaşırları yeterince temiz değil,çamaşır yıkamayı bilmiyor,belki de doğru sabunu kullanmıyor.' demiş.. ...
Kocası hiçbir şey söylememiş, kahvaltısına devam etmiş. Kadın komşusunun çamaşır astığını gördüğü her seferinde aynı yorumu yapmaya devam etmiş. Bir ay kadar sonra, bir sabah, komşusunun çamaşırlarının tertemiz olduğunu gören kadın çok şaşırmış :
-'Bak' demiş kocasına 'Çamaşır yıkamayı öğrendi sonunda, merak ediyorum, kim öğretti acaba ?' ve kocasından şöyle cevap gelmiş:
- 'Ben bu sabah biraz erken kalkıp penceremizi temizledim çok kirliydi'... Göz penceren, kalp penceren kirliyse her şeyi kirli görürsün.

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş



  • İletiler

    • 25 ayla ben de çok uzaklarda sayılmam dostlar. normal demek ki.
    • @F.Y. benimde yaklaşık bir yıldır olduğu gibi bekliyor. Görevdeyim heran bir terslik olacak duygusu beni psikiyatrilik etti. 
    • Merhaba, benim dosyam istinaf mahkemesinde nisan ayı itibariyle 27. aya giriyor. Bugün yarın cevap gelir diye bekliyorum. önceki yazışmalarda sanırım bir arkadaş 27.ayda cevap geldi diye yazmıştı. Umarım daha fazla uzamaz. Her gün buraya bakıp bir cevap gelen var mı diye bakıyorum. Hepimiz için adalet diliyorum. Saygılar..
    • Bende 14. idarede 2.5 yıldan fazla oldu. kriter sadece kurum kanaati.
    • @F.Y. idare mahkeme kararı göreve iadeyse, BİM hızlıca 2-3 ay içinde bu kararı tersine çevirebiliyorken, eğer önceki idare mahkemesi kararı olumsuzsa,  karar alması epeyce gecikebiliyor... OHAL Komisyonundan beri amaç belli, hukuki süreci olabildiğince uzatmak... daha önce istenmiş ve dosyada olan bilgileri tekrar tekrar yeniden istiyorlar... Düşüncem süreci bekleyenlerin, hiç dönmeyecekmiş gibi hayatlarını dizayn etmeleri, (çünkü beklemek, belirsizlik herşeyden daha çok yoruyor ve giden ömrümüzden gidiyor) ve eğer ola ki, bir gün iade olunursa, her zaman yeni bir başlangıç yapılabilir ve yeni duruma hızlıca uyum sağlanır... böylece bu bekleme süreci de boşa harcanmamış olur...
×
×
  • Yeni Oluştur...