İçeriği gör
Konuk

Gündem Dışı Sohbet

Önerilen Yorum

Konuk
hepsiyah, 8 dakika önce yazdı:

Bugun yine çok karamsarım ?

Buyurun anlatın, dinleyelim...

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş

Herzamanki seyler tukendim galiba artık ?

  • Üzülme 1

Komisyon hala incelemekte....

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş
Konuk

Hocam hepimiz bir iyi bir kötüyüz. İyimser olduğunuz günler de eksik değilse tükenmemişsinizdir bence ?

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş
hepsiyah, 31 dakika önce yazdı:

Herzamanki seyler tukendim galiba artık ?

Hepimizin yaşadığı şeyler,inanın yalnız değilsiniz.Sevdikleriniz ve sizi sevenler için ayakta durmak, güçlü olmak zorundasınız. Pes etmek yok?.Bu günler elbet geçecek.

  • Beğeni 2

672 MEB sendika istifa

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş
Konuk
hepsiyah, 57 dakika önce yazdı:

Herzamanki seyler tukendim galiba artık ?

 “Kişi azmi ve umudu sayesinde çok zor görünen işlerin aslında zor olmadığını anlar ve kolaylıkla başarıya ulaşıp her zorluğa göğüs gerebilir. Böylelikle zorluklarla mücadele etmesini öğrenir. “

Sabretmeyi bilmiyorsan baştan kaybetmişsindir. Ve unutma Rabbın vazgeçenlerin değil, Sabredenlerin Yanındadır. Hayat bir günde mi bozuldu ki bir günde düzelsin sabretmesini öğrenmelisin. Sabır boyun eğmek değildir. Sabır, mücadele etmektir. İçin avaz avaz ağlarken, dışının sessizce kabullenmesidir sabır denen şey. Sabır öyle bir ip ki sen kopacak sanırsın; o gittikçe güçlenir. Sen bitecek sanırsın; o gittikçe çoğalır. Sabır suskunluk değil, işitilmeyen bir feryattır. Her kişinin değil, er kişinin harcıdır.

Küçük olaylar karşısında sabırlı olmazsan, büyük planları gerçekleştiremezsin.  Çin Atasözü

Sabret ki her şey hissettiğin gibi olsun. Sabret ki her şey gönlünce olsun. Mevlana

Beklemesini becerenin, her şey ayağına gelir.  Honore de Balzac

Sabır acıdır; amma meyvesi tatlıdır. Jean J. Rousseau

Arada bir insan yapımı olmayan bir şeye dikkatle bak; bir dağ, bir yıldız, akan bir nehrin kıvrımları, o zaman bilgeliği ve sabrı bileceksin, daha da ötesi bu dünyada yalnız olmadığını.  Sidney Lovett

Bir anlık sabır insanı büyük felaketlerden kurtarabilir, sabırsızlık göstereceğin bir tek an bütün bir yaşamı mahvedebilir.  Çin Atasözü

Karanfiller ve Domates Suyu

Küçük bir çam ormanı. Vakit sabah. Arı, sinek, kuş sesi. Bir siyah gözlükten görülen yerde ve ağaçlarda güneş parçaları. Sonra uzak, göğün kendi renginden biraz daha koyu kıyılara giden bulutlu deniz...

İşte böyle bir yerde köyün insanlarını düşünüyorum. Kitaplar, bir zaman bana insanları sevmek gerektiğini, oradan yaşama sevinci duyulacağını öğretmişlerdi. Hayır, şimdi insanları kitapların öğrettiği şekilde sevmiyorum. Şiirler, romanlar, hikayeler, masallar bana bunu öğretmişlerdi. Beyinin vapurdan iner inmez çantasını kapan uşaktan iğrenmeyi, sabahleyin altı buçukta doğayla kavga için sokağa fırlamayan adamın çalışmadığını kendi kendime öğrendim. Ama şu sabahleyin altı buçukta doğayla kavga için sokağa fırlamayan adam, isterse akşama kadar insanları aldatmak için didinsin. Kaç para eder. Gözümde, milyonu da olsa kalp parayla metelik etmez.

Şimdi artık kimi sevdiğimi, kime sevgi duyduğumu biliyorum. Günlerden beri kafamı bir adam kaplıyor. Köyde ona Kör Mustafa derlerdi. Bir gözü sola doğru biraz kaymıştı. Sağ tarafının beyazlığıyla göz kapağı arasına ciğer kırmızısı bir et parçası oturmuştu. Böyle mi doğmuştur... Yoksa çocukken mi bir şey batmıştır... Bu sakat göz öteki gözden daha parlaktır. Daha siyah, daha canlı, daha zekidir. Bana bir kamburu anımsatıyor bu göz. Tuhaf değil mi... Bir kambur insan çirkindir ama bütün kamburlar iyi yürekli, sevimli insanlardır. Arkadaş canlısıdırlar, şendirler. Ne severim kamburları.

İşte Kör Mustafa'nın bu gözü de bir kambur insanın ruhsal durumunu içine sindirmiş şıkır şıkır, pırıl pırıl, sevimli, çapkın, canlı bir gözdür. Öteki doğru dürüst göz, onun yanında çekingen, sönük, tatsız tuzsuzdur. Pek de kibirlidir.

Kör Mustafa bahçelerde çalışır. Gündeliğe gider. Sarnıç sıvar, dam aktarır, kuyu kazar.

Bizim köyün lodos tarafında oturulmaz. Orada fundalar, yabani meşe palamutları, koca yemişler, çalı süpürgeleri, bir türlü ağaç haline gelmeden ama ağacı öykünürcesine gelişir, birbirinin içine girmiş yaşarlar. Bütün bu fundalıklar Fino Kilisesinin malıdır. Kocaman, kirli sakallı, cin gibi bir papaz “fundalıklar bizimdir” diye arada bir dolaşır. İsteyen olursa ucuza kiraya verir. Ama kimse kiralamaz. Çünkü orman memuru buraları Orman Yasası gereği orman sayar. Aralarında üç beş ufacık çam ağacının bulunduğu yabani, cüce, oduna bile gelmez çalı çırpı, orman memurunun Orman Yasası sayesinde mutlu yaşar.

Kör Mustafa nasıl becerdi bilmem… Denize diklemesine inen bu çalılığın bir kısmını ne pahasına ayıkladı biliyor musunuz? Tırnakları pahasına. O çalı çırpının sere serpe geliştiği, bu denize diklemesine inen toprak öyle taşlıktı ki… Sonra Mustafa, gündüzleri başka yerde çalışmak zorundaydı.

Akşam olunca çalıların arasına sakladığı kazmasını alıyor, gün ağarıncaya kadar söküyor, koparıyor, kazıyordu. Kazdıkça kaya, kazdıkça taş. Bütün bir yaz, bütün bir kış orman memurunun baskısı…

Çalı çırpı palamut defne koca yemiş diken ot kök ona karşı koydular... Bu korkunç savaşa üç evlek toprak için Mustafa’dan başka bizim köyde kimse girişemezdi.

Kaya bitip de yumuşak, esmer, pembe bir funda toprağı bir karış ortaya çıkınca bir meşe palamudunun korkunç, yılan gibi kökü önüne çıkardı. Onu sökünce orman memurunu karşısında bulurdu. O gidince zehirli bir diken başparmağını şişirirdi. Kazma körlenir, kürek bulamaz, taş dağ gibi yığılırdı. İnsan büyüklüğünde bir kaya, yumuşak toprağın üstünde, cüssesini hiç belli etmeden yosunlu yüzüyle dikilir... Kazma iş görmediği zaman yumruğu, yumruğu yetmediği zaman parmakları, parmakları kalın geldiği zaman tırnaklarıyla toprağı tırmalardı...

Bir sonbahar günü baktık ki küçük çam ağaçları filizleri, körpe diken yapraklarıyla, üç beş koca yemiş çıngıl çıngıl yemişleriyle yer yer esmer, pembe, kül rengi toprağa gölge salar. Biz görenler: “Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur,” derdik.

Bilmedik ki, dişle tırnakla kanla canla, doğa denilen canavarı yenmek gerekir. Ben bu savaşa tanığım. Mustafa'nın kör gözünün hiddetten ala bulandığı günleri biliyorum... Bu kavga, Romalı tutsakların aslanla dövüşmesinden farklıydı. Romalı tutsak, aslana bir çeyrek saat içinde yeniliyordu. Mustafa ejderhayı bir yıl içinde, kimi kez umutsuzluktan kimi kez umuttan yeniyordu.

Bir sabah her zamanki çamın altına vardım ki, bir köylü kadın, üç yarı çıplak çocuk, garip birtakım taşlar, tahtalar, saçlarla bir şeyler yaparlar. Bu, her yanından poyraz, lodos, gündoğusu, keşişleme, yıldız, karayel giren bir evdi. Mustafa arkasına yeşiller giymiş, güçlü bir kadın takmış, üç evleğine çizgiler, ocaklar açıyordu.

“Aslan Mustafa,” dedim. “Su buldun mu su?”

“Deniz kıyısında eski bir kuyu vardı. Tuzlu bir parça ama idari edeceğiz. Şuraya bir sarnıç kazabilsem...”

Onu gördüm mü toparlanıyor hayret, sevgi, saygıyla bakıyorum. Koca yaylamızın üzerinde böyle milyonlarca insan bulunduğunu düşünüyorum. Yine dünya yuvarlağı üzerinde böyle milyonlarca insanın tırnakları, nasırları, çirkinlikleri tek gözleri, tek kollarıyla bir ejderhayla savaşmak için bekleştiklerini düşünüyorum...

Küçük Hanımlar...

Bugünlerde bir gün nişanlınız size koyu al renkli karanfiller yollayacaktır. Dikkat edin, belki Mustafanınkilerdir.

Küçük Beyler...

Domatesler göreceksiniz çarşıda. Elmalar, ferik elmaları gibi kokulu, şekerli, tatlıdır. Keserseniz içinde çekirdekleri altın gibi parlar. Belki de lokanta da bir gün şişelere doldurulmuş bir domates suyu içersiniz ve tadını çok güzel bulursunuz. Yunan Tanrılarının ölmemek için içtiği “nektar” tadını damağınızda hissedersiniz. İnanın ki, Mustafa’nın domateslerinden bir tanesi, içtiğiniz domates suyuna katılmıştır...

Sait Faik Abasıyanık 

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş
Konuk

Günlerden bir gün, köylerden birinde bir çiftçinin eşeği kör kuyuya düşer. Eşek saatlerce acı içinde kıvranır ve bağırır. Sesini duyan sahibi gelip baktığında zavallı eşeği kuyunun dibinde görür. 

Çaresiz çiftçi köylüleri yardıma çağırır. Köylüler kör kuyudaki eşeği kurtarmak için ne yapacaklarını düşünürler ama sonuçta onu kurtarmanın imkansız olduğuna ve bunun için çalışmaya değmeyeceğine karar verirler. 

Tek çare, kuyuyu toprakla örtmektir. Herkes ellerine aldığı küreklerle etraftan kuyunun içine toprak atar. Zavallı hayvan, üzerine gelen toprakları, her seferinde silkerek dibe döker. Bir süre sonra ise ayaklarının altına aldığı toprak sayesinde her an biraz daha yükselir ve sonunda yukarıya kadar çıkar. Köylüler kuyudan dışarı çıkan eşeğe çok şaşırır. 

İşte hayat da bazen bizim üzerimize yüklenir ve üzerimiz toz toprakla örtülüyormuş gibi olur. Bunlarla baş etmenin tek yolu, yakınıp sızlanmak değil, düşünüp silkinmek ve kurtulmak, aydınlığa adım atmaktır. Kör kuyuda olsak bile…

Biri Thales’e sorar;

"Sana göre dünyada biricik devamlı olan şey nedir?"

"Ümit" diye cevap verir düşünür. "Zira bizi en son bırakan budur."

"Peki, öyleyse en kolay olan şey nedir?" diye sorulunca,

"Başkasına nasihat vermek" diye karşılık verir.

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş
Konuk

İFTİRA

Yaz mevsiminin ilk aylarıydı. Okullar tatile girmişti. Üçüncü sınıfı bitirmiştim. Bir kursa yazdırayım diyordu babam. Birazcık dinlen demişti. Okul yorgunluğunu üstünden at.

O gün arkadaşlarla bilye oynuyorduk. Hava bulutlanmaya başlamıştı fakat bizim oyunun en heyecanlı yerinde yağmur başladı. Biz oyuna devam etmeliydik. Devam edecektik fakat bir yer bulmalıydık. Dostum Ata bizlere çıkalım dedi. Atalar apartmana kış ortasında taşınmışlardı. Taşınalı dört beş ay olmuştu. Ben ve yanımda iki dost da onların balkona çıktık. Yaz yağmuruydu birazcık ıslandık fakat acele kuruyacaktı üstümüz. Hem de bölgeler acele kururdu. Yağmuru seyretmeye başladık. Bilyeleri minik torbalarla balkona koyduk. Dostlar gittiler. Biz Ata ile konuşuyorduk. Yağmur dinince yeniden oyuna başlayacaktık.

Ata’nın minik kardeşi Mutti de yanımıza gelmişti. Asla farkına varamadık. Ansızın bilye torbasını almış olduğu benzer biçimde dokuzuncu katın balkonundan aşağı attı. Atılan bilye torbası benimdi. Bilye torbası dokuzuncu kattan öyleki süratli düştü ki; aşağından şiddetli bir şangırtı sesi geldi. Bir baktık. Sonradan Görme amcanın otomobilinin camı parça parçaydı. Atanın kardeşi derhal içeri firar etti. Gürültüye görevli ve balkonlardan komşular çıktı.
Ata’nın anası sesi duyup balkona geldi. Ne oldu diye sordu. Kim attı bilyeleri dedi.

Ata;
– Musti’nin Musti’nin bilyeleri!
Şaştım kaldım ne diyeceği bilemedim.
– Hayır ben atmadım! Bilyeler benim fakat;
– Ben atmadım!

Sonradan Görme amca dışarı çıktı. Aslına bakarsanız yağmur damlasa, kuş konsa, sinek pislese elinde bir bez o yarı eski model otomobilini silerdi. Sanki yanında hep temizleme bezi bulunurdu. Pekte arabayı kullanmazdı. Otomobili hep yerinde dururdu. Bu yüzden ona sonradan görme diyorlardı.
Ata’nın anası aşağıya bağırdı;
– Bizim balkondan atılmış fakat, bilyeleri Musti atmış.
Sonradan Görme amca benden ilkin bizim kapının önünde bitmişti.
– Arabanın camını derhal taktırın taktırın; yoksa fena olacak diye bağırıyordu.
Tam o sırada bende dokuzuncu kattan aşağı indim.
– Anneme;
– Bilyeler benim fakat; Ata’nın kardeşi Mutti aşağı attı dedim.
Annem;
Beyim işten gelsin konuşursunuz diyerek Sonradan Görme amcayı gönderdi. Akşam olmuştu. Babam eve döndü. Karşısında iki tane polis ve sonradan görme amcayı görünce şaşırdı.
– Bak arabamı ne hale getirdi. Senin ufaklık diye bağırıyordu.
Babam şaşa kalmıştı. Polisler vakası babama anlatılar. Kabahat tamamen bana kalmıştı. Ben suçlu değildim.
Babam;
– Tamam ne gerekirse, siz yaptırın. Ben harcamasını öderim dedi, lakin oldukça hiddetlendi. Sonradan Görme amca camın parasını peşin istiyordu.
Babam;
– Işgören bey şu adama bir şeyler açıklayın, ihtiyaç duyulan her neyse vereceğim eğer benim çocuğum kırmışsa dedi.
Ben oradan atıldım konuşmaya;
– Hayır hayır ben atmadım dedim.
– Babam döndü “bak çocuk ben atmadım diyor. Babam tekrar memur bey bu durum da benim çocuğum suçlu değil” dedi. Ata’nın babası da geldi.
– Beyefendi sizin çocuk korkudan “ben yapmadım” diyor. Yalan söylüyordur.
Babam;
Çocuğum korksa da yalan söylemez ben onu öyle yetiştirdim dedi.
Ata’nın babası;
– Çocuk değil mi? Beyefendi!
Ata ve kardeşini de çağırdılar.
İkisi de bir ağızdan
– Musti Musti attı, bilyeleri dediler. Vallah billâh! Vallah billâh!
Ben donmuş kalmıştım. Yalan yere birde yemin ediyorlardı. Babam bizlere yemin ettirmezdi. “Doğru söz yemin istemez derdi”. Babamın yüzünden ter boşandı. Ben ağlamaya başladım.
Babam;
Sonradan Görme amcaya “özür dilerim ne gerekirse yaptır. Yapılan hasarın masraflarını ben öderim” dedi.
Ben eve gittim.
– Onlar hem yalancı hem iftiracı dedim. Babam bana kızdı. Sus! Çocuklar yemin ediyorlar. Sen niye yalan söylüyorsun deyip benim birazcık kulağımdan çekti. Tekrar dışarı çıkmak yok sana dedi.
Babamı dinlemek zorunda kaldım. Yoksa cezam artacaktı. Sabah olmuştu. Apartmanın evlatları aşağı inmişlerdi. Ben dışarı çıkamıyordum, cezalıydım. Haftanın salı günüydü, dışarı çıkmayacaktım. Fakat; cuma günü muhakkak çıkacaktım. Zira; cuma namazına gidecektim.
Balkondan; iftiracılar diye bağırdım!
Onlarda, öteki evlatları derhal kendi tarafına çektiler hep birlikte; koro şeklinde anlatmaya başladılar.
İftiracı Musti. Yalancı da kendisi.
Oldukça zoruma gitmişti. İftira üzerine kara çalma atıyorlardı. Birde arkadaştık. Onlarla bağrışmamı annem duydu. Birde babandan balkon cezası alacaksın dedi. Demeye kalmadı. Anası bizim kapıda bitti. Çar acele annesine benim iftiracı yalancı dediklerimi annelerine götürmüşler. Sanki kendileri bir şey söylememişler benzer biçimde.
Anneleri;
– Çocuklarımı, çocuğun rahatsız ediyor balkonda diye anneme şikayet üzerine şikayet gene ben suçlandım. Bir balkon cezasında annem verdi. Hem dış dünyam hem de iç dünyam sıkılmaya başladı. Ben yalancı değildim. Lakin babam eskisi benzer biçimde “benim temiz kalpli çocuğum, bağrında kötülük barındırmayan çocuğum” diye sevmiyordu. Hepimiz çocuklarına beni örnek gösteriyordu.
– Ne kadar akıllı temiz kalpli çocuk derlerdi. En oldukça içerlediğim de buydu. Sanki yalanı söyleyen ben, birde kara çalma atan fena çocuk olmuştum, babamın gözünde. Bunlar yetmiyormuş benzer biçimde birde cezaları çabasıydı.

Babam eve geldi. Eskisi benzer biçimde yanına gitmiyordum. Yemekte, sofraya da oturmadım. Hatta; o gün yiyecek dahi muntazam yememiştim. Ufak kardeşimle birazcık oynadım fakat içimde devamlı bir sorun vardı.. Anne ve babamın her insanın gözünde fena çocuktum. Bir tek gerçeği Tanrı bilirdi. Her insana küstüm. Dünyaya küstüm. Sabah erken kalkmaz oldum. Sabah kahvaltısına kalkmadım. Kalkıp birazcık bir şeyler yiyordum. Odamın penceresinden dışarı bakıyordum. Hepimiz dışarıda geziniyor. Çocuklar oynuyor. Ben ise odamda duruyordum. Kitap okuyordum. Kitap okumayı öncesinden oldukça sevdiğim halde asla sarmıyordu. Hep aklımda iftiraya uğradığım. Anne ve babamın sevgisini, onların itimadını kaybetmem, hatta içimde onlara dahi bana inanmadıkları için kin duymaya başlamıştım. O, yaşama mutluluğu olan, herkesi seven, her insana yardım yapmayı isteyen, herkesi gözünde temiz kalpli çocuk olan Musti şimdi sanki her insana düşman olmuştu. Üç dört günde kendimi halsiz ve kuvvetsiz hissediyordum. Ayaklarımda çekilmeler ve sızılar vardı. Kollarım tutmaz oldu. Parmak uçlarım cansızlaştı. Artık yatakta yatmak istiyordum. Kimselerle konuşmak istemiyordum.
Gün cuma olmuştu.

Annem;
Rengin sararıp soldu, Mustafa’m dedi. Bu akşam babanla konuşacağım, cezanı kaldırsın. Ne olduysa oldu. Biz senin doğru söylediğine inanıyoruz. Diyerek bana sarıldı. Kalk kahvaltını yap. Abdestini al, Cuma namazını kıl, eve dön, hiç kimseye de sataşma. Birlikte çarşıya çıkalım dedi. Alış veriş yaparız, yüzün gözün açılır dedi. Hem baban “cuma namazına gitsin Mustafa” dedi, evden çıkarken.
Benim birazcık içim açılır benzer biçimde oldu. Birazcık sıkıntılı da olsa rahatlamıştım. Apartmanın evlatları namaz kılsa da kılmasa da cuma günü camiye gelirlerdi. Bizlerden küçükler. Bahçesinde oynardı. Bizde cuma namazını kılardık.
Kimse ile konuşmadan camiye girdim. İmam amca hutbeye başladı. Mevzusu yalan ve kara çalma idi. Yalan ve iftiranın büyük günahlardan bulunduğunu ayetlerle, hadislerle deklare etti. Yalnız şurasını anladım “iftiraya uğrayan kişi affetmezse, iftira atan cennete giremez” diye birkaç kez üstünde dura dura söylemiş oldu.
Camiden çıktım, apartmanın evlatları Ata ve Mutti’yi de camiye getirmişlerdi. Onları cami kapısında gördüm. İkiniz de cennete giremeyeceksiniz dedim. Eve doğru yürüdüm.

Annemle biz çarşıya çıktık. Akşam eve döndük, babamda bana “Sana inanıyorum oğlum” dedi, seni yüzme kursuna yazdıracağım, orayı gidip gelirsin dedi. Babamın boynuna yedi gün oldu, ilk kez sarılıyordum. Birazcık daha rahatlamıştım. Sabah oldu ailece kahvaltı yapıyorduk. Gün cumartesiydi. Kuşluk vakti olmuştu. Bizim kapının zili acı acı çaldı.
Annem;
Hayırdır inşallah deyip.
Kapıyı açtı.
Karşımda ne göreyim! Ata, Musti ve anası;
– Çocuklar dün akşamdan beri ağlıyorlar; “biz iftira attık. Cennete giremeyeceğiz, cennete giremeyeceğiz diye yakınıp ağlıyorlar.” Gerçek ortaya çıkmıştı. Benden mutlu insan yoktu. Yaşasın yaşasın! Doğruluk galip, geldi diye haykırdım.

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş
çilekeş, 2 saat önce yazdı:

İFTİRA

Yaz mevsiminin ilk aylarıydı. Okullar tatile girmişti. Üçüncü sınıfı bitirmiştim. Bir kursa yazdırayım diyordu babam. Birazcık dinlen demişti. Okul yorgunluğunu üstünden at.

O gün arkadaşlarla bilye oynuyorduk. Hava bulutlanmaya başlamıştı fakat bizim oyunun en heyecanlı yerinde yağmur başladı. Biz oyuna devam etmeliydik. Devam edecektik fakat bir yer bulmalıydık. Dostum Ata bizlere çıkalım dedi. Atalar apartmana kış ortasında taşınmışlardı. Taşınalı dört beş ay olmuştu. Ben ve yanımda iki dost da onların balkona çıktık. Yaz yağmuruydu birazcık ıslandık fakat acele kuruyacaktı üstümüz. Hem de bölgeler acele kururdu. Yağmuru seyretmeye başladık. Bilyeleri minik torbalarla balkona koyduk. Dostlar gittiler. Biz Ata ile konuşuyorduk. Yağmur dinince yeniden oyuna başlayacaktık.

Ata’nın minik kardeşi Mutti de yanımıza gelmişti. Asla farkına varamadık. Ansızın bilye torbasını almış olduğu benzer biçimde dokuzuncu katın balkonundan aşağı attı. Atılan bilye torbası benimdi. Bilye torbası dokuzuncu kattan öyleki süratli düştü ki; aşağından şiddetli bir şangırtı sesi geldi. Bir baktık. Sonradan Görme amcanın otomobilinin camı parça parçaydı. Atanın kardeşi derhal içeri firar etti. Gürültüye görevli ve balkonlardan komşular çıktı.
Ata’nın anası sesi duyup balkona geldi. Ne oldu diye sordu. Kim attı bilyeleri dedi.

Ata;
– Musti’nin Musti’nin bilyeleri!
Şaştım kaldım ne diyeceği bilemedim.
– Hayır ben atmadım! Bilyeler benim fakat;
– Ben atmadım!

Sonradan Görme amca dışarı çıktı. Aslına bakarsanız yağmur damlasa, kuş konsa, sinek pislese elinde bir bez o yarı eski model otomobilini silerdi. Sanki yanında hep temizleme bezi bulunurdu. Pekte arabayı kullanmazdı. Otomobili hep yerinde dururdu. Bu yüzden ona sonradan görme diyorlardı.
Ata’nın anası aşağıya bağırdı;
– Bizim balkondan atılmış fakat, bilyeleri Musti atmış.
Sonradan Görme amca benden ilkin bizim kapının önünde bitmişti.
– Arabanın camını derhal taktırın taktırın; yoksa fena olacak diye bağırıyordu.
Tam o sırada bende dokuzuncu kattan aşağı indim.
– Anneme;
– Bilyeler benim fakat; Ata’nın kardeşi Mutti aşağı attı dedim.
Annem;
Beyim işten gelsin konuşursunuz diyerek Sonradan Görme amcayı gönderdi. Akşam olmuştu. Babam eve döndü. Karşısında iki tane polis ve sonradan görme amcayı görünce şaşırdı.
– Bak arabamı ne hale getirdi. Senin ufaklık diye bağırıyordu.
Babam şaşa kalmıştı. Polisler vakası babama anlatılar. Kabahat tamamen bana kalmıştı. Ben suçlu değildim.
Babam;
– Tamam ne gerekirse, siz yaptırın. Ben harcamasını öderim dedi, lakin oldukça hiddetlendi. Sonradan Görme amca camın parasını peşin istiyordu.
Babam;
– Işgören bey şu adama bir şeyler açıklayın, ihtiyaç duyulan her neyse vereceğim eğer benim çocuğum kırmışsa dedi.
Ben oradan atıldım konuşmaya;
– Hayır hayır ben atmadım dedim.
– Babam döndü “bak çocuk ben atmadım diyor. Babam tekrar memur bey bu durum da benim çocuğum suçlu değil” dedi. Ata’nın babası da geldi.
– Beyefendi sizin çocuk korkudan “ben yapmadım” diyor. Yalan söylüyordur.
Babam;
Çocuğum korksa da yalan söylemez ben onu öyle yetiştirdim dedi.
Ata’nın babası;
– Çocuk değil mi? Beyefendi!
Ata ve kardeşini de çağırdılar.
İkisi de bir ağızdan
– Musti Musti attı, bilyeleri dediler. Vallah billâh! Vallah billâh!
Ben donmuş kalmıştım. Yalan yere birde yemin ediyorlardı. Babam bizlere yemin ettirmezdi. “Doğru söz yemin istemez derdi”. Babamın yüzünden ter boşandı. Ben ağlamaya başladım.
Babam;
Sonradan Görme amcaya “özür dilerim ne gerekirse yaptır. Yapılan hasarın masraflarını ben öderim” dedi.
Ben eve gittim.
– Onlar hem yalancı hem iftiracı dedim. Babam bana kızdı. Sus! Çocuklar yemin ediyorlar. Sen niye yalan söylüyorsun deyip benim birazcık kulağımdan çekti. Tekrar dışarı çıkmak yok sana dedi.
Babamı dinlemek zorunda kaldım. Yoksa cezam artacaktı. Sabah olmuştu. Apartmanın evlatları aşağı inmişlerdi. Ben dışarı çıkamıyordum, cezalıydım. Haftanın salı günüydü, dışarı çıkmayacaktım. Fakat; cuma günü muhakkak çıkacaktım. Zira; cuma namazına gidecektim.
Balkondan; iftiracılar diye bağırdım!
Onlarda, öteki evlatları derhal kendi tarafına çektiler hep birlikte; koro şeklinde anlatmaya başladılar.
İftiracı Musti. Yalancı da kendisi.
Oldukça zoruma gitmişti. İftira üzerine kara çalma atıyorlardı. Birde arkadaştık. Onlarla bağrışmamı annem duydu. Birde babandan balkon cezası alacaksın dedi. Demeye kalmadı. Anası bizim kapıda bitti. Çar acele annesine benim iftiracı yalancı dediklerimi annelerine götürmüşler. Sanki kendileri bir şey söylememişler benzer biçimde.
Anneleri;
– Çocuklarımı, çocuğun rahatsız ediyor balkonda diye anneme şikayet üzerine şikayet gene ben suçlandım. Bir balkon cezasında annem verdi. Hem dış dünyam hem de iç dünyam sıkılmaya başladı. Ben yalancı değildim. Lakin babam eskisi benzer biçimde “benim temiz kalpli çocuğum, bağrında kötülük barındırmayan çocuğum” diye sevmiyordu. Hepimiz çocuklarına beni örnek gösteriyordu.
– Ne kadar akıllı temiz kalpli çocuk derlerdi. En oldukça içerlediğim de buydu. Sanki yalanı söyleyen ben, birde kara çalma atan fena çocuk olmuştum, babamın gözünde. Bunlar yetmiyormuş benzer biçimde birde cezaları çabasıydı.

Babam eve geldi. Eskisi benzer biçimde yanına gitmiyordum. Yemekte, sofraya da oturmadım. Hatta; o gün yiyecek dahi muntazam yememiştim. Ufak kardeşimle birazcık oynadım fakat içimde devamlı bir sorun vardı.. Anne ve babamın her insanın gözünde fena çocuktum. Bir tek gerçeği Tanrı bilirdi. Her insana küstüm. Dünyaya küstüm. Sabah erken kalkmaz oldum. Sabah kahvaltısına kalkmadım. Kalkıp birazcık bir şeyler yiyordum. Odamın penceresinden dışarı bakıyordum. Hepimiz dışarıda geziniyor. Çocuklar oynuyor. Ben ise odamda duruyordum. Kitap okuyordum. Kitap okumayı öncesinden oldukça sevdiğim halde asla sarmıyordu. Hep aklımda iftiraya uğradığım. Anne ve babamın sevgisini, onların itimadını kaybetmem, hatta içimde onlara dahi bana inanmadıkları için kin duymaya başlamıştım. O, yaşama mutluluğu olan, herkesi seven, her insana yardım yapmayı isteyen, herkesi gözünde temiz kalpli çocuk olan Musti şimdi sanki her insana düşman olmuştu. Üç dört günde kendimi halsiz ve kuvvetsiz hissediyordum. Ayaklarımda çekilmeler ve sızılar vardı. Kollarım tutmaz oldu. Parmak uçlarım cansızlaştı. Artık yatakta yatmak istiyordum. Kimselerle konuşmak istemiyordum.
Gün cuma olmuştu.

Annem;
Rengin sararıp soldu, Mustafa’m dedi. Bu akşam babanla konuşacağım, cezanı kaldırsın. Ne olduysa oldu. Biz senin doğru söylediğine inanıyoruz. Diyerek bana sarıldı. Kalk kahvaltını yap. Abdestini al, Cuma namazını kıl, eve dön, hiç kimseye de sataşma. Birlikte çarşıya çıkalım dedi. Alış veriş yaparız, yüzün gözün açılır dedi. Hem baban “cuma namazına gitsin Mustafa” dedi, evden çıkarken.
Benim birazcık içim açılır benzer biçimde oldu. Birazcık sıkıntılı da olsa rahatlamıştım. Apartmanın evlatları namaz kılsa da kılmasa da cuma günü camiye gelirlerdi. Bizlerden küçükler. Bahçesinde oynardı. Bizde cuma namazını kılardık.
Kimse ile konuşmadan camiye girdim. İmam amca hutbeye başladı. Mevzusu yalan ve kara çalma idi. Yalan ve iftiranın büyük günahlardan bulunduğunu ayetlerle, hadislerle deklare etti. Yalnız şurasını anladım “iftiraya uğrayan kişi affetmezse, iftira atan cennete giremez” diye birkaç kez üstünde dura dura söylemiş oldu.
Camiden çıktım, apartmanın evlatları Ata ve Mutti’yi de camiye getirmişlerdi. Onları cami kapısında gördüm. İkiniz de cennete giremeyeceksiniz dedim. Eve doğru yürüdüm.

Annemle biz çarşıya çıktık. Akşam eve döndük, babamda bana “Sana inanıyorum oğlum” dedi, seni yüzme kursuna yazdıracağım, orayı gidip gelirsin dedi. Babamın boynuna yedi gün oldu, ilk kez sarılıyordum. Birazcık daha rahatlamıştım. Sabah oldu ailece kahvaltı yapıyorduk. Gün cumartesiydi. Kuşluk vakti olmuştu. Bizim kapının zili acı acı çaldı.
Annem;
Hayırdır inşallah deyip.
Kapıyı açtı.
Karşımda ne göreyim! Ata, Musti ve anası;
– Çocuklar dün akşamdan beri ağlıyorlar; “biz iftira attık. Cennete giremeyeceğiz, cennete giremeyeceğiz diye yakınıp ağlıyorlar.” Gerçek ortaya çıkmıştı. Benden mutlu insan yoktu. Yaşasın yaşasın! Doğruluk galip, geldi diye haykırdım.

Sn. Çilekeş Allah aşkına bu kadar hikayeyi nereden buluyorsunuz? ?

  • Beğeni 1

672.Ret ?Herkes biliyor geminin su aldığı, herkes biliyor kaptan yalan söylüyor. Herkes biliyor zarların hileli olduğunu. 

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş
Konuk

İadeler gelse de biraz keyfimiz yerine gelse. İade haberi olmayınca insan nefes alamıyor. Herkese iyi geceler...

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş
Konuk RosedewittbukateR

"Bir insanı neden sevdiğinizin cevabını bulamıyorsanız, onu gerçekten seviyorsunuzdur..."

Paul Auster

İletiyi paylaş


İleti bağlantısı
Sosyal Ağlarda Paylaş



  • İletiler

    • 25 ayla ben de çok uzaklarda sayılmam dostlar. normal demek ki.
    • @F.Y. benimde yaklaşık bir yıldır olduğu gibi bekliyor. Görevdeyim heran bir terslik olacak duygusu beni psikiyatrilik etti. 
    • Merhaba, benim dosyam istinaf mahkemesinde nisan ayı itibariyle 27. aya giriyor. Bugün yarın cevap gelir diye bekliyorum. önceki yazışmalarda sanırım bir arkadaş 27.ayda cevap geldi diye yazmıştı. Umarım daha fazla uzamaz. Her gün buraya bakıp bir cevap gelen var mı diye bakıyorum. Hepimiz için adalet diliyorum. Saygılar..
    • Bende 14. idarede 2.5 yıldan fazla oldu. kriter sadece kurum kanaati.
    • @F.Y. idare mahkeme kararı göreve iadeyse, BİM hızlıca 2-3 ay içinde bu kararı tersine çevirebiliyorken, eğer önceki idare mahkemesi kararı olumsuzsa,  karar alması epeyce gecikebiliyor... OHAL Komisyonundan beri amaç belli, hukuki süreci olabildiğince uzatmak... daha önce istenmiş ve dosyada olan bilgileri tekrar tekrar yeniden istiyorlar... Düşüncem süreci bekleyenlerin, hiç dönmeyecekmiş gibi hayatlarını dizayn etmeleri, (çünkü beklemek, belirsizlik herşeyden daha çok yoruyor ve giden ömrümüzden gidiyor) ve eğer ola ki, bir gün iade olunursa, her zaman yeni bir başlangıç yapılabilir ve yeni duruma hızlıca uyum sağlanır... böylece bu bekleme süreci de boşa harcanmamış olur...
×
×
  • Yeni Oluştur...